Seyyid Abdulhakim El Hüseyni (Gavs-ı Bilvanisi) bir sohbetlerinde şöyle beyan buyurdu:

"-Şah-ı Hazne (Ahmed-el Haznevi) vefat ettiğinde, onu gören de görmeyen de çok üzüldüler. Görenler; keşke çok amel işleseydik diye hayıflanırken, görmeyenler de keşke onu görebilseydik dediler."

Şah-ı Hazne (k.s.) önceleri çok fakirmiş ama daha sonraları Suriye'nin ordusunu bile doyurmuş bir zattır. Her neyse, Gavs-ı Bilvanisi (k.s) hayatının birçok safhasında Şah-ı Hazne’yi ziyaret etmek uğruna sınırda mayın tehlikesine göze alıp ona ulaşmanın heyecanını yaşadı hep. Üstelik Gavs-ı Bilvanisi (k.s.) Şah-ı Hazne'nin yanına varmazdan evvel Seyyid olması bir yana âlimdi. Yine de Gavs-ı Bilvanisi (k.s) âlim bir şahsiyet olmasına rağmen Şah-ı Hazne hakkında şöyle der:

"-Eğer o’nu görmeseydim helak olacağımdan korkardım."

İşte bu müthiş sözlerden anlaşılan o ki,  bir zat âlimde olsa,  peygamber nesebinden de olsa mürşit şemsiyesi altında gölgelenmek lazım gelir. Seyyid Abulhakim El Hüseyni Hz.leri nasıl ki Şah-ı Hazne (k.s.)'ın şemsiyesi altında Gavs olduysa, Seyda Hazretleri de babası Gavs Hz.leri'nin şemsiyesi altında Gönüller Sultanı olmuştur. Nitekim babası oğlu Seyda’dan (Muhammed Raşit’ten) bahsettiğinde, Şah-ı Hazne bir şey sezmiş olsa gerek ki hele onu bana getirin bir göreyim demiş. Bunun üzerine Seyda Hazretleri büyük bir adap ve erkân içerisinde huzura çıktığında Şah-ı Hazne'nin yüzü aydınlanıvermiş. Düşünebiliyor musunuz Seyda Hz.leri Şah-ı Hazne (k.s) ile göz göze geldiğinde daha henüz dokuz yaşında toy bir çocuktu. Olsun çocukta olsa, Şah-ı Hazne (k.s) onda ki ışığı görür görmez hakkında şöyle dedi:

"-Her ne kadar O’nun irşad zamanına yetişip cemaatinde bulunamazsak da, o cemaatin çobanını gördük ya, buna da şükür. "

Evet, bu övgü dolu sözler karşısında adeta dilimiz tutulmakta, başka ne diyeli biliriz ki, bizler ancak Saadatların dediği gibi deriz: Şeyh odur ki yolun başından sonunu göre.

Gerçekten Sadatların bu sözü yerini bulur da. Nitekim Seyda Hazretleri irşad hayatı boyunca hem Türkiyenin dört bir yanından, hem de Türkiye’nin dışından Menzil köyüne gelenlerin sayıca kalabalık olması bu gerçeği teyit eden bir durumdur.  Öyle ki, yukarıda konumuzun başında zikrettiğimiz Gavs-ı Bilvanisi (k.s.)'in Şah-ı Haznenin vefatı ardından söylediği o söz, aynen Seyda Hazretlerinin vefatında da geçerlilik kazanır. Evet, Seyda (k.s.) dar-ı bekaya irtihal ettiğinde sofiler bir yandan gözyaşlarına hâkim olamazken, diğer yandan da zihinlerinden geçeni okumak pek zor olmadı. Ve zihnen şöyle iç geçirdiler;

"-Acaba trilyonlarca para versek şimdi Seyda Hazretleri'nin arkasından iki rekât daha namaz kılabilir miyiz, artık ne mümkün, keşke hayatta iken çok amel işleseydik.”

Hadi sofilerin duygu selini anladıkta, peki ya Seyda Hazretleri’ni hayattayken onu dünya gözüyle görmeyenler ne dediler? Malum, dünya gözüyle görmeyenler duyumlarla her ne kadar onu "Adıyamanlı Hoca" veya "Menzil Şeyhi" olarak algılasalarda vefat haberini duyduklarında:

"-Keşke biz de görebilseydik" dediler.

İşte gören görmeyen herkesin hissiyatına tercüman olacak söz eski Türkiye Yazarlar Birliği Başkanı Dr. Mehmet Doğan’dan gelir. Nitekim o, Seyda Hz.leri hakkında şu tespitte bulunur: "Hiç kuşkusuz, Seyda Hz.leri 20 yıldır ülkemizde en çok sözü edilen mümtaz şahsiyetlerden bir zattır."

Gerçekten de, yediden yetmişe herkesin dilinden düşmeyen büyük bir zattı o. Tabii onun derdi davası çok konuşulan bir şahsiyet olmak değildi, tam aksine yediden yetmişe her kesimin övgüsüne ve kınamasına bakmaksızın Allah için irşad halkasını günden güne genişletme derdiyle dertlenen bir Mürşid-i Kâmildi o.  Hani buna dair bir emare veye delil ne derseniz, işte irtica haberleri ile ün salmış Doğan grubu bir gazete onun hakkında olmadık iftira haberlerini baş sayfasında büyük puntolarla vermesine rağmen o inandığı ve yüklendiği ehlisünnet yolun misyonu gereği irşaddan vazgeçmemesi bunun en bariz göstergesidir. Hatta malum medya grubu kamuoyundan pek yüz bulamamış olsa gerek ki çok önceden attığı manşetlere dayanak bulmak için habire muhabirlerini göndermeyi de ihmal etmez. Ancak Seyda Hazretleri'nin bu gelen gazeteci muhabirlerin sordukları suallere verdiği akıl dolusu cevaplar heveslerini kursaklarında bırakmaya ziyadesiyle yetmiştir.

Nasıl mı? İşte gazeteci muhabirler ilk suallerinde;
"-Niçin size Şeyh diyorlar" diye sorduklarında,
Seyda Hazretleri cevaben şöyle der:
"-Şeyh Arapça kaynaklı bir kelimedir. Anlamı yaşlı hocadır. Bunun için Şeyh diyorlar."
Tekrar sorarlar:
"-Şifa dağıtıyormuşsunuz..."
Seyda Hz.leri cevaben:
"- Size sorarım şifa cebimde mi ki dağıtayım... Bana gelenlere doktora gitmelerini söylüyorum. Onlar, her çareye başvurduklarını, ancak sonuç alamadıkları için bana geldiklerini söylüyorlar. Bu durumda ben onlara ne diyebilirim ki, Allah belanı versin mi diyeyim? Menzil'e gelenlerin büyük bölümü geri dönüyor. Dönmeyenler ise ceketini yastık yapıp camide, arabasında uyuyor. Türkiye'nin her yerinden kalkıp gelene nasıl git denir ki? Gelenlere şifa, huzur telkin ediyorum, çekip gidiyorlar, gerçekten tövbe etmek isteyenlere boy abdesti, Allah rızası için iki rekât namaz kılmalarını, tevbe edip uyumalarını tavsiye ediyoruz. Bir bölümünün gerçekten içkiyi bıraktığı halde, bir bölümünün yeniden içkiyi aradıklarını..."  der.

Gazeteci muhabirler bu kez hemen her gün buraya akın akın gelen insanlara ikram edilen yemeğin hikmetini sual ettiklerinde ise, Seyda Hazretleri cevaben önce bu yemeğin bir hikmeti olmadığını vurguladıktan sonra şöyle der:

"-Bu kadar misafiri ağırlamak için büyük maddi güç gerek. Bizim gücümüz bu kadarına yetiyor. Buğdayı değirmenimizde öğütüyoruz. Ne bağış, ne de yardım alıyoruz. Bunu da teklif etmeye cesaret edemiyorlar. Gelenlerden bazen rahatsız da oluyoruz. Çünkü işimiz aksıyor"

Bu arada gazeteci muhabirler hazır hızlarını almışken asıl can alıcı soruyu, yani Hürriyet Gazetesinin bir gün önce manşetten verdiği haberi Seyda Hazretleri'ne sormayı da ihmal etmezler:
"-Kiliselerden yardım alıyormuşsunuz?"

Seyda Hazretleri bunun üzerine:
"-Kiliselerin Hıristiyanlığı yaymaya amaçladığını, Müslümanlık için para vereceklerine inanmadığını..."  dile getirdikten sonra cevaben şöyle der:

"-Bunu kim iddia etmiş ve duyurmuş? Sizin aklınız bunu alıyor mu? Böyle şey mi olur, onlar para verecek,  biz de İslamiyet’in propagandasını yapacağız... "

İlginçtir gazetecilerin ard niyetli olarak Menzile gelmiş olmaları çok açık ve netken, sanki ortada hiçbir ard niyet yokmuş gibi yine de Seyda Hazretleri o malum gazetecileri Hane-i Saadetine buyur etmekten imtina etmediği gibi onları misafir edip evine alır da. İlginçtir gazeteciler Hane-i Saadete buyur edildiklerinde avludan geçip, iki katlı evin üst katına merdivenlerden çıkıp, mutfaktan geçtiklerinde buzdolabının hemen yanı başında ecza dolabının içinde ilaçları gördüklerinde şaşa kalmışlardır. Niye şaşa kalmasınlar ki, buraya geldiklerinde ne ummuşlardı ne buldular konuma düşmüşlerdi. Öyle ya kafalarında tasarladıkları şeyh için şifa dağıtıyor denmişti, bu nasıl şifa dağıtmaksa şifa dağıtan ilaç kullanıyordu. Oysa ortada şaşılacak bir durum yoktu. Kaldı ki, iyi bir gazeteci bir olayı araştırmaya koyulmadan kulaktan dolma haberler üzerine hemen peşin hükümle atılmaz, şunu iyi çok iyi bilmeleri gerekirdi ki; Seyda Hazretleri kafalarında sürekli tasarladıkları o okuyup üfleyen sıradanlaşmış hocalardan değildi, tam aksine pozitif bilimlere karşı tavrı kapısı ardına kadar açık bir Gönül Sultanıdır. Her neyse gazeteciler şaşa kalsınlar Hane-i Saadete mutfaktan sade döşeli odaya buyur edildiklerinde; Seyda Hz.leri son kez onlara şöyle açıklamalarda bulunur:

"-Halen bulunduğumuz Menzil Köyü'ne, Siirt'in Baykan ilçesine bağlı Gadir Köyü'nden 1971 yılında taşınarak geldik. Menzil’e gelişimizden bir yıl sonra, babam vefat etti. Babam Şeyh Abdulhakim Erol, çevresinde çok sevilen, sayılan bir âlimdi. Bir ilim adamıydı. Seveni de çoktu.

Bugün gelenlerin büyük bölümü, beni de ziyaret ediyorlar. Bütün bunları güvenlik kuvvetleri de biliyor. Hiçbir suça karışmadığımız için, müdahale eden de olmadı. 12 Eylül darbesinden sonra, bir süre mecburi ikamette tabi tutuldum. Ama sonra serbest bıraktılar. Gezdiniz, gördünüz. Hiçbir gizli kapaklı bir işimiz yok. İsteyen gelip gezebilir. Kapımız herkese açıktır."
(Bkz. Hürriyet Gazetesi 23 Ocak 1989 Pazartesi, Hayri köklü/Aziz Aykaç). Ve böylece gazetecilerin ne umduk ne bulduk şaşkın bakışları arasında, Gönüller Sultanı net tavrını ortaya koymuş olur da.

Aslında dedik ya, gazeteciler şu gerçeği bilmiş olsalardı, belki de suizan kaynaklı bir takım masa başı uydurma haberlerin Peygamberimiz (s.a.v) döneminde de müşrikler tarafından yapıldığını fark etmiş olacaklardı. Evet, şu fani dünyada en çok iftiraya maruz kalan ve en çok çileyi çeken peygamberlerdir. Sonrasında ise sırasıyla sahabe, tabiin, tebei tabiin ve mürşid-i kâmillerdir. İşte bu çile o kutlu kaynaktan sırasıyla Rabbani âlimlere de pay edilmiş olsa gerek ki; Seyda Hz.leri de çağımızda;

"-Bir elime güneşi diğer elime de ayı verseniz, bu davadan asla vazgeçmem" buyruğunca hareket etmiştir. Elbette ki, Peygamber kavlince hayatını idame eden böylesi bir zatın sevenlerinin çok olmasından gayet tabii ne olabilir ki. Nasıl ki; Peygamberimizi canından, malından, ailesinden ve her şeyinden çok seven sahabesi olmuş, hem nasıl bunun tam tersi bir tavır ortaya koyarak O’na olmadık hakaretler yağdıran, yetmedi  sinsi planlar hazırlayıp hunharca katletmek isteyen müşrikler olmuşsa, aynen öylede peygamber hayatını düstur edinen mürşidi kâmillerin de milyonlarca seveni ve sofileri olacağı gibi her türlü iftira yapacak tıynette düşman ve münkirleri olacaktır, bu kaçınılmazdır. Hiç kuşkusuz Yüce Allah'ın hikmetinden sual olunmaz amma şu bir gerçek dünya yörüngesinde döndüğü sürece hak ve batıl kutbu her devirde yüzünü gösterecektir. Kelimenin tam anlamıyla kıyamete dek oluklar çift akmaya devam edecek, birinden nur, diğerinden kir. Evet, oluklar aka dursun ancak şu da var ki, şu fani dünyada iyiler göç ettiğinde hayırla yâd edilirken, kötülerin de lanetle anılacağı muhakkak.

Bakın, Seyda Hazretleri bu dünyadan göç ettiğinde hayırla yâd edilmesi bir yana bu yolun kıyamete devamına yönelik ardından altı halife bırakıp öyle ruhunu teslim etmiştir. Bağlı olduğu aynı Silsile-i Şerifenin altın halkasından Mevlana Halid Zülcenaheyn (k.s.) vefat ettiğinde ise ardından tam 400 halife bırakmıştı. Tabii yaşadığımız zaman o zaman değil, bu zamanda ancak bu kadar yetişebiliyor, buna da şükür demek gerekir. Besbelli ki, zaman iman kurtarma zamanı olmuş. Kaldı ki; gelinen noktada birçok Tarikat-ı Aliyyenin şeyhleri ardından artık halife bırakamaz halde göç etmişlerdir ve böylece başında bulundukları tarikatı aliyelerin nisbetleri kesilmişte.  Allah'a çok şükürler olsun ki; Gavs-ı Sani (k.s)’e uzanan şecerede yer alan Sadat-ı Kiram halkası böyle değil, bilhassa bu halkanın pirleri Şah-ı Nakşibendî yolunu kıyamete dek sürdürebilmek için, hem zahiri ilimlerin devamına yönelik medrese yolunu, hem de batını ilimlerin devamına yönelik dergâh yolunu canhıraş gayretlere yürütmeye devam etmekteler. Hatta İmam-ı Rabbani Hazretleri (k.s.), Nakşibendî yolunun kıyamete dek süreceğini müjdelemesine rağmen tüm Sadatlar en ufak rehavete kapılmaksızın büyük bir titizlikle irşad hayatını sürdürmesini bilmişlerdir. Nasıl sürdürmesinler ki, bakın bu Sadat-ı Kiram halkasının 38. basamağında yer alan Seyda Hazretleri (k.s.), Resulullah (s.a.v.)'in sünnet-i seniyyesine sıkı sıkıya bağlı ve takipçisi olduğu içindir Gönüller Sultanı olmuştur. Öyle ki, yaşadığı hayatının tamamı Allah Resulü'ne tam mutabaat olsun arzusuyla ömrünün son demlerinde 63 yaşına gelip gelmediğini sorgulamayı bile ihmal etmemiştir. Nitekim oğlu S. Fevzeddin Erol:

"-Babam yaşımı hesaplayın” dedi. Tabii bizlerde hesaplamaya durduk, şu yaş dedik ama emin olmak için tekrar bize:
"-Yaşıma iyi bakın" dedi.
Evet,  bu durum karşısında;
“-Anladım ki, babam 63'ü geçmek istemiyordu.”

Gerçekten de Seyda Hz.leri tam tamına 63 yaşında Ankara’da Rahmet-i Rahman'a kavuşur. Ankara'da ikamet eden oğullarından Seyyid Fevzeddin Erol gözü yaşlı halde sofilere şöyle der:

"-Eğer Seyda (k.s.)'in vasiyeti olmasaydı, O'nu çok sevdiği Ankaralı sofilerden ayırmazdım. Hayattayken yapımında çok titizlik gösterdiği Pursaklar camiinin bulunduğu yerde defnederdim. Ne var ki, vasiyeti vardı. Zira vefat edersem beni Gavs'ın yanına defnedin demişti."


Evet, Seyda Hz.leri, bu dünyadan göç etmesine göç etti ama o hep gönüllerde yaşıyor zaten.  Bakın, Seyda Hzlerinin rahle-i tedrisatından geçmiş halifelerinden Molla Yahya Hz.leri o’nun hakkında şöyle der:

"Halife bırakan mürşidi kâmil bu dünyadan göç etse de yaşar."

Gerçekten de Seyda Hazretleri alışılmışın dışında yediden yetmişe herkesin dikkatini çekmiş büyük bir zattı. Hakeza kendisine bir şey sorulduğunda verdiği cevaplarda dikkat çekiciydi. Nasıl mı? İşte sofilerden Seyda Hz.lerine:

"- Kurban Hacca gideceğiz. Karayoluyla mı yoksa hava yoluyla mı gidelim" diye sorduklarında, bu hususta şöyle demişlerdi:

"- Hava yoluyla gidin de bir an evvel oralarda çokça amel edin."

Seyda Hz.leri aynı zamanda teknolojiye de çok büyük önem vermesiyle de dikkat çeken bir zattı. Malum olduğu üzere Gavs Hz.leri birçok hicret hayatı yaşadıktan sonra en son Menzilde yerleşmeye karar kılındığında ilk iş olarak burada kazma kürekle su çıkartılmıştı. Daha sonra ki yıllarda Türkiye'de teknolojik gelişmeler ilerleme kaydettikçe Seyda Hz.leri Menzilde su çıkarmak için kazma yerine bu kez sondajla su çıkartma işlemlerine başlatmıştı ki,  bu durum onun son derece tekniğe önem verdiğinin bir göstergesidir. Ayrıca yine Ankara Pursaklar civarında camii inşası yapımı sırasında da sondaj vurdurup su çıkartılmıştır. Kaldı ki, teknoloji Allah Teâlâ’nın Sâni’ sıfatının tecellisi hükmünde bir ilahi kanundur, yani adetullahtır. Dolayısıyla Seyda Hz.lerinin teknolojiye kayıtsız kalmaması sünnetullahı uygulamaktan başka bir şey değildir.

Sadece teknoloji mi, elbette ki buna Tıp bilimi de dâhildir.  Nitekim Seyda Hz.lerinin kapısına şifa niyetiyle gelen insanlara:
"-Biz doktor değiliz ki, doktora gidin" derdi hep. Buna rağmen kapısına dayanıp hala ısrar eden olduğunda ise:
"-Allah şifa versin" derdi.

Dahası, Seyda Hazretleri Tıp bilimine o kadar önem verdiği o kadar kendini belli ederdi ki, ekseri insanlar katarakt ameliyatı olduklarında şikâyet ederken, kendileri gözden katarakt ameliyatı olduklarında zerre miskal şikâyet etmeksizin doktora teslim olması çok manidardır. Kendisi Tıp konusunda o kadar hassastı ki bu mesleğin içerisinde olanlarında hassas olmasını isterdi. Nasıl mı?

İşte Tıp talebesi bir sofi:
"-Kurban derslerim çok iyi değil" dediğinde,

Seyda Hazretleri:
"- Bize muhabbetin mi azaldı" deyip o sofiye derslerine çalışmanın Sadatlara muhabbet beslemeyle aynı eşdeğerde olduğunun mesajını vermiştir.

Bazende öyle sorular olurdu ki; her ne kadar sorulan soru dini mevzuyla ilgili olsada Seyda Hz.leri bir bakmışsın Fen bilimlerinden misal getirerekten cevap verirdi. Nitekim ilim sahibi bir zat bunca insanın vaaz ve sohbet olmaksızın akın akın Menzile gelmesini merak edip Seyda Hazretleri'ne sorduğunda:

Seyda Hz.leri duvardaki elektrik kablosunu göstererek:
"- Bu nedir?" 

İlim sahibi:
"- Elektrik kablosu" der. 

Seyda (k.s.);
"- Peki, bu elektrik kablosunda ne geçer?" 

İlim sahibi cevaben:
"- Cereyan" der. 

Seyda (k.s.) bu kez:
"- Peki, madem öyle, o halde içinden geçen cereyanı göstersene."

Tabii İlim sahibi akıl dolusu bu misalde meselenin deruni yönünü anlamakta gecikmez, derken Menzil’de olup bitenden ders alıp, vaaz ve nasihatin tek başına insanları bir araya toplayamayacağını, insan aklının ötesinde tıpkı bir elektrik kablosunun içerisinde geçen bir elektriklenmeyle insanların irşat olabileceğini idrak etmiş olur.

İşte bu elektriklenmedir ki, Seyda Hazretleri öz evlatlarından çok zamanını sofilere ayırırdı. Yetmedi onların dertlerini dinlediği gibi gelenlere çorba ve ekmek ikram etmeyi de eksik etmezdi. 

Evet, Menzil'de çorba ekmek hiç eksik olmaz. Nasıl eksik olsun ki, değirmen insanların nefsini ıslah edip öğütülmesini, ekmek teknesi fırın cehennemde günahların temizlenmesini, tüm bu güzelliklerin yaşandığı mekân Menzil köyüde Arafat ve mahşer gününü hatırlatan birer alâmetifarikalardır. İlginçtir Türkiye’nin dört bir yanından buraya gelen insanlara hiç ara vermeksizin her gün çorba ve ekmek yetişebiliyor. Ki, Seyda Hz.leri babası Gavs Hz.leriyle Menzile yerleştiklerinde bu topraklar önceleri kıraç topraklarmış, yani verimsiz araziydi. Tâ ki sondaj vurulup, tarla, bağ bahçe kurulup sulanıp ekilmeye başlanmış bu topraklarda adeta bereket fışkırmıştır. Hiç kuşkusuz Sadatların amacı tarla bağ bahçe edinmek değildir, onlar ancak ilim yolunda hizmet için vardır. Kaldı ki Saadatlar bu dünyadan göç ettiklerinde bağ bahçe miras bırakmazlar, onların bıraktıkları tek miras ilimdir. Nitekim Seyda Hz.lerinin bize görünürde yansıyan ibadetleri her gün Kur'an'dan bir cüz okumak, hatme yapmak, vird çekmek, gece Evvabin, Teheccüd, İşrak ve Duha (kuşluk) namazları kılmak gibi miraslardır. Zira bu hususta Seyda Hazretleri (k.s.) şöyle der:

"-İlim olmadığı zaman cehalet olur. Cahilin abidi de, sofisi de hüsrandadır."

Anlaşılan o ki; enbiyaya varis olmak, ancak hem zahiri ilim hem de Bâtıni ilimle olur. Bir insanda ilim zahiri olup, ilim Bâtıni yoksa varis olamaz. Yine bir insanda ilmi Bâtıni olup da ilmi zahiri yoksa yine varis olamaz. Mutlaka ikisi olması lazım gelir ki Sadat-ı Kiram halkasına dâhil olabilsin. Zira Seyda Hazretleri her iki ilmede vakıf olduğu içindir ki Hasan Kılıçatan’ın seslendirdiği şu silsile-i şerif ilahisinin halkasında Gönüller Sultanı olarak yerini alabilmiştir:  

Bu nurlu yol başladı Peygamberle
Devam eder gelir Nakşibendî’yle
Bu kapıda dolu gönül erleri
Seyyid Abdulkadir Geylanilerle

Şeyh Abdulhalık Gucdevaniyle
Devam eder İmam-ı Rabbaniyle
Rabbimin çift kanat verdiği yâri
Şeyh Mevlana Halid Zülcenaheynle

Şeyh Seyyid Abdullah Hazretleriyle
Gör Şeyh Seyyid Taha O'nun izinde
Her zamanının bir Gavsı var unutma
Gavs-ı Hizanı girdi silsileye

Eşşeyh Abdurrahman-i Tahi ile
Şeyh Fethullah hemen O'nun peşinde
Bu kapının sultanları hiç bitmez
Eşşeyh Muhammed Diyauddinle.

Yer ile gök birbirine girse de
Ahmed-el Haznevi girer sohbete
Müridleri hal ehli cezbe ehli
Gavs-ı Azam Seyyid Abdulhakim ile.

Sultan-ul Müslim’in Muhammed Raşid ile
Devam eder gelir bu yol bizlere
Ya sultanlar sultanı Seydam ile
Nazarı yetişir bütün evlere

Gözünü aç bak şunu iyi belle
Şimdi zaman Gavs-ı Sani Seyyid Abdulbaki'de
Hasan der bil ki kıyamete dek
Menzil'deki bu nur hiç bitmeyecek.
Hâsıl-ı Kelam; Seyda Hz.leri aramızdan ayrılsa da, o hala gönüllerde yaşıyor, kıyamete kadar yaşayacak ta. 

Vesselam.