Fundamentalizm kavramı Müslümanları karalamaya yönelik kullanılan bir silah olsa da, bu meselenin sosyolojik bir problem olduğu bir vaka.

Malum zinde güçler ilim ve tefekkürden nasipsiz bir takım eylem hastası tip ruhların çığırtkanlıklarını fırsat bilip ‘İşte İslam Fundamentalizmi budur’ hezeyanıyla Müslümanları zan altında tutacak etiketlemede bulunabiliyorlar. Bakalım hakikatleri ters yüz gösterme oyunu nereye kadar sürecek. Onlar oyun oynaya dursun biz biliyoruz ki; hiçbir totaliter ve terörist kafa İslam’la özdeşleştirilemez. Şayet geçmişte bir takım Harici militanların tepki ve eylemleri ölçü alınacaksa, şunu iyi bilsinler ki bu durumu hiçbir Müslüman tasvip etmez. Çünkü Haricilerin İslam’ın medeniyet misyonuyla yakından ve uzaktan alakası yoktur. Nitekim Hz. Ali (k.v)'in bedevi kültürle yoğrulmuş Harici Fundamentalistlere karşı mücadelesi esas itibarıyla hukuk savaşıdır. Öyle ki; başsızlığa ve nizamsızlığa alışmış Harici militanları İslam tarihinin yüz karası rol üstlenmişlerdir. Her ne kadar günümüzde Haricilik kalmasa da, maalesef onları aratmayacak derecede değişik rollere bürünmüş kılıkta yeni tip Harici fundamentalistlerin izlerine rastlayabiliyoruz pekâlâ. Nitekim 25 Temmuz darbe girişiminde bulunan Paralel İhanet Çetesi FETÖ terörist örgüt bunun tipik misalidir.

Kavramlar bazen bir kelime, bazen bir ses, bazense en tesirli silah olarak sahne alabiliyor. Anlaşılan ülkeler eskisi kadar balistik ve konvansiyonel silahlarla abluka altına alınmıyor, artık içi boş kavramlarla beyinler yıkanıp esir alınıyor. Zihinleri efsunlayıp haşhaşlamak çok daha kolay bir yol gibi gözüküyor. Tabii zihinler batının hizmetine haşhaşlanıp mankurtlaşınca ister istemez o ülke içten çökertilerek fethedilmiş oluyor. Şöyle geriye dönüp baktığımızda nice insanlar, nice sivil toplum kuruluşları, nice siyasi dehalar ve nice bilge şahsiyetler kavram kargaşasına kurban edildiğini görürüz. Hatta git gide anlamsızlık girdabı toplumları bölük pörçük edecek güçte karşımıza çıkmaktadır. Gerçekten içinde bulunduğumuz tabloya baktığımızda yoğun kavram bombardımanına tabii tutulduğumuz besbelli. Sadece baş ağrıtan fundamentalizm kavramı olsa gam yemeyiz, pek çok kavramlarla da kuşatılmış durumdayız. Belli ki bilgi çağını yakalayamamış toplumlar düşünmesinler diye oyalanacak bir şeyler bulunması icab etmiş; sonunda bula bula alda kullan dercesine toplumun zihnini karıştırıcı oyuncak bebekler bulunuverdi. Böylece batı dünyası bilgi çağının nimetlerinden faydalanmayı kendine hak görürken, İslam toplumlarına da mezkûr kavramlarla oyalandırılmak reva görülmüştür.  Derler ya delinin biri kuyuya bir taş atmış kırk kişi o taşı çıkaramamış, aynen öyle de batının içimize attığı truva atıyla debelenip duruyoruz habire.

Aslında fundamentalizm bize ait bir kavram değil, batıdan ithal. Her ne kadar Rönesans batı toplumunda sosyal değişmeyi sağlasa da Protestan Hıristiyanlıkta kendi içinde dönüşüme uğramıştır. Nasıl mı? İşte İngiltere bunun en tipik misali, güya kilisesini Katolikliğin izlerinden arındığıyım derken bu kez Kitabı Mukaddes'i Hıristiyanlığa uyarlayan bir püriten oluşumla karşı karşıya kalmıştır. Yani yağmurdan kaçıyım derken doluya tutulmuş oldular. Bilhassa bu oluşumda Yahudi ilişkisi gözden kaçmaz. Dahası Protestan Hıristiyanlık Yahudi uyarlamasına tabii tutulup İngiltere’de radikal püriten tarikat oluşumun doğmasını sağlarken Amerika’da ise protestan fundamentalist akımın doğmasına yol açmıştır. İlginçtir bu tip oluşumlar tarihi süreç içerisinde iktidarları etkileyecek güce de ulaşabiliyor. İster adına İngiltere püriten tarikat, ister Amerikan fundamentalizmi denilsin farketmez, sonuçta birbirinin devamı akımlar olması hasebiyle en belirgin ortak özellikleri içki, modern dans ve müzik, sinema ve tiyatro gibi âlemlerden uzak kalmanın yanı sıra muhalif kanat olarak görev ifa etmeleridir. Tabii bunda geçmişte kilise sultalarının değişime ayak diretmelerinin ve her türlü ilmi çalışmaları engizisyona tabii tutmalarının son derece çok büyük payı vardır. Düşünce giyotine verilirse olacağı buydu, başka ne beklenirdi ki. Dolayısıyla bu tür fundamentalist akımların ortaya çıkmasına şaşmamak gerekir. Bakın, Amerika’da Hıristiyanlık fundamentalizm olarak algılanır hale geldi bile. Şimdi onlar yaşadıkları bu fundamentalizm belasını emperyal içgüdüyle İslam dünyasına yamamak çabasındalar. Zaten kendi iç problemlerini sınır ötesine taşımak batıya has bir hastalıktır. Hele bir ülke hastalanmaya dursun işin içinde dış politika malzemesi olarak kullanmakta vardır.

Gerçek şu ki, fundamentalizm illeti Müslümanlar arasında fitne oluştururken batı toplumunu da kiliseden soğutup yeni bir arayışa itmiştir. Derken bu arayış içerisinde XVIII. asrın sonlarına doğru bula bula aydınlanma hareketin temeli diye niteledikleri pozitivist aklı keşfetmişlerdir. Ancak ne var ki çok geçmeden putlaştırdıkları aklında batılı adamın ruhunu doyuramayacağı anlaşılır. Nasıl doyursun ki; bikere pozitivist akıl sadece teknolojik gelişmelerin keşfi için vardır, asla insanlığı eşyanın esaretinden kurtaracak keşif değildir. Hani derler ya 'Kel derman bulsa başına sürer' diye, aynen öyle de sırf kuru akıl derde deva olsaydı insanoğlu keşfettiği makinenin kölesi olmazdı.

Neyse ki gelinen noktada batılı adam, yeniden ruhi boşluğunu dolduracak din adına her ne oluşum varsa ona tutunmak arzusundadır. Eeeh ne yapsın, batı insanı nihayetinde aklın karaya oturduğunu fark ettiğinde bu kez can kurtarıcı simid olarak dini görmekte. Ancak can simidi görülen Protestan dinin fundamentalist ve modernist gruplara ayrıştığı gözlerden kaçmaz. Mesela fundamentalist gruba mensup bir kişi kendini dinin yayılmasında nefer görebiliyor. Bu yüzden fundamentalistler daha çok askeri ve dış politika sahalarda çalışmayı tercih ederler. Zaten FETÖ’de bunu ölçü almıştır. Dün nasıl ki Haçlı ruhu kendini nefer addediyorduysa bugünde bu anlayışa yakın fundamentalist akım gözükmektedir. Şayet savundukları Hıristiyanlık buysa bikere barış dininden söz etmeye hakları yoktur. Çünkü bu düpedüz Hıristiyanlık değil Haçlı ruhudur. Zaten her an savaşla iç içe geçmiş durumdalar. İcabında bu da yetmedi misyonerlik faaliyetleri şeklinde sahne alabiliyorlar. Daha da yetmedi kendi ülke hükümet ve askerlerini misyonları doğrultusunda etkileyip savaşa kanalize edebiliyorlar.

Peki ya Müslümanlar? Malum, fundamentalistlerin savundukları bir kısım düşüncelerin İslami kaide ve kurallarla örtüşmesi icabında Müslümanları da töhmet altında bırakacak fundamentalist etiketi yemeye neden olabiliyor. Nasıl mı? İşte nüfus planlaması karşıtlığı, kürtaj aleyhtarı gösteriler, sigara aleyhtarı kampanyalar, içki âlemlerinden nefret etmek gibi birçok ortak kabuller fundamentalist yaftası almamıza yetebiliyor. Oysa ortak kabuller asla bütünü temsil etmez. Belli ki ortada Hıristiyan mistisizmiyle İslam tasavvufunu benzer gösterme çabalarında olduğu durum oluşturulmak isteniyor. Gerçek şu ki; fundamentalizmin bizim inançlarımızla doğrudan ilişkisi yoktur.

Adı üzerinde kavram, dolayısıyla her kavram soru işareti taşıdığı gibi açıklamaya muhtaçta. Yani kavramlar üzerinde türlü türlü tevil yapılabiliyor. Mesela batı dünyasının kullandığı kavramlarla doğu dünyasının kullandığı kavramlar her zaman birebir örtüşmeyebiliyor. Dolayısıyla batıdaki fundamentalizmle bizdeki irtica kavramı aynı şey değildir. Neyse ki tarihin her devrinde bu tür çarpıtmaların olduğunu bildiğimizden günümüzde tekerrür etmesini pek garipsemiyoruz, alışığız zaten. Müslümanları fundamentalistlikle suçlayan bu ülkeler, her şeyden önce kendilerinin dindar oluşlarını görmezden geliyorlar. Bakınız Amerika’da Başkanların daha seçilir seçilmez İncil’e yemin ederek göreve başlamaları, doğan çocukların vaftiz edilmesi, evliliğe kilise töreni eşliğinde adım atılması, dolarların üzerine; ‘Allah'a inanırız’ ibaresinin yazılması ve hafta tatilinin pazar günü ilan edilmesi gibi bir dizi kurallar bunun göstergesi. Madem öyle, neden Müslümanlar dinine sahip çıkıp hayatının merkezi sayması söz konusu olduğunda hemen fundamentalist yaftasıyla islamofobi karalamasına muhatap kalır ki? Maalesef kendilerine reva gördükleri Hıristiyan’ca yaşamayı, İslamiyet söz konusu olduğunda tam tersi bir tavır sergilemekteler. Hadi yaftalama, karalama neyse de, peki ya uluslararası alanda örgütlenmiş istihbarat ağları kanalıyla Müslümanların kendi öz yurtlarında parya etmelerine ne demeli?

Anlaşılan o ki; laik-anti laik gibi suni kamplaşmalar bizim tercihimizle oluşmuş değil, bir tezgâhın ürünü kamplaşmadır. Öyle ki bubi tuzakları sadece ülke halklarına uygulanmıyor, batı karşıtı İslami kimliğe sahip yöneticilere gözdağı vermek içinde kullanılabiliyor. Bu da bir dizi ekonomik yaptırım ve ambargo koymakla gerçekleşmektedir. Aslında fundamentalizm, ABD köktenci Evanjelik Protestan mezhep ağırlıklı bir meselenin İslam âlemine fitne tohumu operasyonu olarak karşımıza çıkmaktadır. Dahası İslam’ın yeniden bir medeniyet halinde doğmasından endişelenen batı, Müslümanların hızını kesmek için bu tür kavramlara ihtiyaç duyup bizi can evimizden vurmanın hesabı içerisindeler. İşte tüm bu kirli hesapları bozmak için Ulu Hakan Abdülhamit Han ve Tayyip Erdoğan usulü hamlelerle uyanık olmak zorundayız.

Avrupa sanayileşme birlikte içten içe derin bir kimlik krizi sancısıda yaşamıştır. Bilhassa endüstriyel devrim İngiltere’de önce kimlik krizini, sonrasında ise hızla yaygınlaşan püriten militan Hıristiyanlık akımını doğmasına kapı aralamıştır. Hakeza sanayileşme diğer Avrupa ülkeleri içinde sosyal değişmeye paralel olarak kendi içinde gelişen kimlik krizinin yanı sıra püriten tarikat oluşumların doğmasına sahne olmuştur.  

Peki ya Türkiye? Malum ülkemizde kimlik krizine yol açacak hareketler ilk evvela masumane öğrenci istekleriyle başlamış daha sonrasında bu istekler sağ-sol, alevi-sünni çatışmasına yol açacak bir sosyal boyut kazanmış, derken 12 Eylül sonrasında kutuplaşmalar bir başka mecraya kayıp bu kez laik-anti laik, Türk-Kürt ayırımı ekseninde boy vermiştir. O yılları yaşayanlar elbet çok iyi bilir, maalesef o yıllarda köyünden kasabasından kopan insanlar, indikleri şehrin varoşlarında konakladıklarında kimlik krizine tutuluyordu. İşte böyle bir kaygan zeminde sağ-sol ikilemi ve laik-anti laik fundamentalizmi kendi kulvarında çok rahat taban bulabiliyordu. Dahası her sosyal değişme geçiş sancısına da yol açtığından bu geçişte sosyal tabanlı militanlaşma eğilimler için bir fırsat teşkil edebiliyor. Hem de nasıl fırsat, o dönemlerde insanlar bir bakmışsın serbest tartışma ortamlar yerine militarizmin kucağında kendini bulabiliyordu. Bulunca da çatışma kaçınılmaz oluyordu. Hele birde bunların üstüne basiretsiz idarecilerin meselelere sosyal adaletle yaklaşmayıp yasakçı zihniyetle gitmeleri olayları daha da derinlik kazanmasına yol açmıştır.

Bakın batı, özgürlüğün azlığını daima kışkırtıcı olduğunun farkına vardığında birçok meselelerin üstesinden gelebilmiştir. Doğu hala bu konuda bir arpa boyu mesafe kat etmiş sayılmaz. Nitekim İran Şah'ı demokratik talepler noktasında hürriyetin tamamını değil ucunu gösterdiğinde bir anda Humeyni önderliğindeki kitlesel ihtilal kaçınılmaz hal almıştır. Demek oluyor ki; totaliter anlayış her zaman tedhiş saçabiliyor. O halde hem Türkiye’nin, hem İslam âleminin hürriyetlerin güvence altına alınmasında gerekeni yapmasında fayda görüyoruz. Çünkü doğu toplumların geleceği aklı hür, irfanı hür, fikri hür nesil yetiştirmekten geçmektedir. Yok, efendim fikir hürriyeti de neymiş denilecekse her cinsten fundamentalist akım kendine alan bulup geleceğimizi karartacağı muhakkak, bu böyle biline.

Sosyal değişme toplumların alın yazısı. Her toplum öyle veya böyle değişebiliyor, ama değişim sürecimizi fundamentalist anlayışa teslim edersek bir takım sosyal gerginliklerin nüksetmesi kaçınılmazdır.

Sosyal değişim denen hadise tekâmül, inkılâp, ihtilal, ilim ve eğitim yoluyla tezahür edebiliyor. Zira tekâmül yoluyla tedrici olarak sosyal değişim gerçekleşirken, inkılâp yoluylada daha çok radikal ve programlı bir kadro hareketi olarak gerçekleşir. Malum ihtilal yoluylada gayrinizamî kanlı değişim gerçekleşirken, ilim ve eğitim yoluylada nizami değişim gerçekleşmektedir. Her ne kadar eğitim yoluyla değişim usul usul yavaş yavaş gerçekleşse de sonuçta en verimli ve en sağlıklı olan bir değişimdir. İşte bu yüzden ilim fundamentalizme yabancıdır. Oysa medeniyetlerin oluşmasında ilmin ve eğitimin çok büyük katkısı vardır. Kanla asla medeniyet gerçekleşemez, illa ki ilim şart gözüküyor. Tabii ki ilimden maksad Allah’a ulaştıran ilimdir. Çünkü Allah ve Resulünün hakikatleri dışında her şey tartışılmaya muhtaçtır. Kaldı ki İslam çağlar üstü bir din, üstelik muhatabı tüm insanlıktır. Dolayısıyla değişmeyen tek hakikat din gerçeğidir. Bakın Prof. Dr. Erol Güngör “Dinin hiçbir şekilde değişmediğini, ama insanların dinle ilgili anlayışlarının devirler ve şartlara göre değiştiğini” işaret ederek bu konuya açıklık getirmiş bile.

Gerçekten de geleneklerinden bihaber fundamentalist akımlar, kalıcı olana değil geçici olana talip olmakla köksüz düzen peşinde ömürlerini zayi etmekteler. Bikere öfkeyle, kinle, militarizmle kim ne bulmuş ki onlarda bulsun. Hiç boş yere nefeslerini tüketipte heveslenmesinler eli silah tutan eylem hastası grupların en son varacağı nokta devrim muhafızlığıdır. Edinecekleri unvanda olsa olsa 'yeni harici' unvan olacaktır.  Oysa gelecek ne fundamentalizmde ne yeni haricilikte,  gelecek bilgi ve tefekkürdedir. Zira medeniyet bilgi sahibi insanların omuzlarında boy vermektedir.  O halde ya medeniyete, ya da bedeviliğe talip olacağız. Hiç kuşkusuz birincisine talip olduğumuzda adalet huzur var, ikincisine talip olduğumuzda ise diz boyu felaket vardır.

Hâsılı kelam; tercihimiz medeniyetten yanadır.

Vesselam.