İnsan maddeye kul ve köle olmak için yaratılmamıştır. Bütün sahte mabutların esaretinden çıkıp Allah’a kul olmak için yaratıldı. Bu yüzden Muhyiddin Arabî (k.s) “Sen gerçekten Allah’ın halifesi olabilme sırrına ermiş ve bunu idrak edebiliyorsan taş bile sana itaat eder”  diye bir gerçeği dile getirmiştir.

Şu bir gerçek insanı Allah’ın mukaddes emaneti olarak görmek bizim kültürümüze has bir telakkidir. Malumunuz iki tip insan vardır:
- Materyalist tip,
- Eşrefi mahlûkat özelliği olan idealist tip.

Aslında insanoğlu fıtraten idealist karakterlidir. Öyle ya madem insan doğuştan idealist (ülkü sahibi) karakterde dünyaya gelivermiş, o halde neden bu özelliğini ömrü boyunca muhafaza edemiyor diye bir soru akla gelebiliyor. Cevabı gayet basit,  belli ki zaman içerisinde dünya telaşı ve meşgalesi, eşrefi mahlûkat olarak yaratılmış insanı özünden uzaklaştırabiliyor. Nitekim Cevdet Paşa bu hususta şöyle der; “Dünya sevgisi insanı şaşırtır ve türlü tevillere düşürür. Akıllıyı gafil, gafili akıllı gösterir.” 

Evet,  dünyaya geldik gelmesine ama yaşadığımız sürece kimimiz mutluluğu ten kafesimizin içerisinde ararken, kimimiz de vücudumuzun ötesinde, yani ten kafesimizin ötesini aşmakta ararız.  Hiç kuşkusuz tercihimiz kendimizi aşmaktan yanadır.  Çünkü ten kafesi içine haps olunan insan nefsin esareti altında serseri mayın misali gününün gün edeceğinden hayvani özellikte bir hayata özenip yönelmekte. Hakeza ten kafesini aşmak isteyen insan ise nefsin her türlü engeline rağmen istikamet üzere yaşamaya gayret edeceğinden Eşref-i mahlûkat özelliğe haiz insani hayata özenip yönelmekte.   İşte bu iki yönelimin dışında birde insanı yaradılış gayesinden uzaklaştıracak bir yönelim eğilimi vardır ki, o da mutlak hakikate teslim olmayıp, Allah muhafaza kendince birtakım tevillere başvurup aklını ilahlaştırma yönelimidir. Oysaki akıl melekesi hakikate ulaşmakta bir yere kadar rehber olabiliyor, hiç kuşkusuz onunda girmeyeceği sahalar vardır. Ki o sahalar ancak sıratı müstakim üzere bir hayat yaşayaraktan mutlak manada hakikate ulaşılabiliyor. Nitekim İsmail Çetin bu hususta  “Mü’minin istikameti, Velinin kerametidir” derken bu gerçeğe vurgu yapmıştır. Zira istikamet sahibi kul olmak hakikate uluşmak demektir.

Peki, bu hususlarda ideolojik akımların insana bakışı nedir derseniz onlar vahyin soluğunda soluklanmadıkları için kapitalizm ve komünizm gibi beşeri ideolojiler insanı meta ve ekonomik mahlûk olarak görürler hep. Müberra dinimiz ise tam aksine insana insanca değer verip eşrefi mahlûkat varlık olarak görür.  Nitekim Batı tarihinin yüz karası Neron vahşi insan tiplemeleri, boğa güreşleri, kazıklı Voyvoda, engizisyon mahkemeleri ve insanları aslana parçalattırıp lime lime edilmesi gibi insanlık dışı manzaraları düşündüğümüzde insanı eşrefi mahlûkat olarak ilan eden İslam’a tabii olmakla ne kadar şükretsek azdır. Allaha çok şükürler olsun ki İslam medeniyetinde böyle manzaralar yaşanmamıştır, yaşanmazda. Zira tüm insanlığa medeniyet dersi verdiğimiz dönemlerde bırakın yaşayanı,  hem doğacak olana hem de ölene bile Allah'ın mukaddes emaneti gözüyle bakılıp Yaradanı sev Yaradandan ötürü şiarı esastır. İnsan, sadece İslamiyet’te eşrefi mahlûkattır. Kaldı ki insan ezelde yaratılmışların en üstünü ilan edilmiş mahlûktur. Öyle ki insanı hayvandan ayırt edici en bariz özelliği Eşref-i mahlûkat varlık olmasıdır.  Cemil Meriç bu nedenledir ki Fourler’in dilinden bugün gelinen noktada sözde insanlık medeniyet anlayışını şöyle tarif edip ortaya koyar; “...Medeniyet iki sütun üzerinde yükselir; Süngü ve açlık. Dolandırıcılarla namussuzların gönlüne göre bir düzen; Hâkim-i mutlak para. Medeni insan, nezaket ve terbiye icabı yalancı olmak zorunda... Oysa medeniyet bir nass uğruna boğazlaşmak hem de manasını ve ne işe yaradığını anlamadan. Delil mi istersiniz? İnsan hakları ve hürriyetleri için yapılan katliamlar ortada. Medeniyet üçkâğıtçılara saraylar yaptırır, dâhilere kümes...”

Malum günümüz çağında İslam toplumları daha henüz modern teknoloji ve bilgi çağı araçlarına sahip olmadıkları mazlumların ahını dindirecek hamlelerde bulanamamaktalar.    Geçmişte ise tüm insanlığa medeniyet dersi verdiğimizde gerek sınıf kavgaları, gerek ırkçılık, gerek kölelik ve gerekse emperyalist uygulamaların hiç biri bizim coğrafyalarda yaşanmamıştır. Dahası bizim insanlığa bakış çizgimizde hoşgörü anlayışı esastır. Bakın Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a),   insanı Eşref-i mahlûkat olarak gören anlayışımızı nasıl dile getiriyor:

-“Nezdimizde mazlumlar, haklarını alıncaya kadar çok kuvvetli, zalimler ise mazlumların hakkını verinceye kadar çok zayıf olacaklardır.” 

Kaldı ki İslam’ın bir güneş misali insanlığın üzerine doğuşuyla birlikte ilk uygulamalara baktığımızda başlı başına insanlığa inmiş bu güne kadar eşi ve benzeri olmayan, aynı zamanda beşer idrakinin üstünde insanı en gerçekçi konumda eşref-i mahlûkat ilan eden tek Müberra dinimizdir. Hele ki İslam’ın çağlara ve çağlar üstüne hitap eden insan haklarıyla ilgili tüm insanlığı muhatap alarak verdiği örnek mesajlara şöyle bir göz attığımızda Peygamberimiz (s.a.v)’in Veda hutbesinde irad ettiği ilk insanlık dersi bunun en bariz örneğini teşkil eder. Nitekim irad edilen hutbede geçen şu cümleler insanlık dersi bakımından ilk misal mesaj örneği şöyle teyit edilir:

 “... Herkes kendisinden, sorumludur. Ne bir kimse oğlunun suçundan, ne de bir kimse babasının suçundan sorumlu sayılır…”

İkinci misal mesaj teyidi; Hz. Ali (k.v); “...Müslümanların kanına dalmayınız, benim için ancak katilim katlolur!” sözünü tam şehit edilirken söylemiştir. Ve bunun üzerine Hz. Hasan (r.a) hukukun gereğini yerine getirip İbn-i Melcemi idam ettirmiştir.

Üçüncü misal mesaj teyidi örneği; Harun Reşit halife olması dolayısıyla, kardeşi Behlül-i Dana Hz.lerinin icraatlarından dolayı kendisinin de sorumlu olacağı endişesine kapılır. Bir gün kasap dükkânının önünde koyunların bacakları üzerine asıldığını görünce derin bir oh çekip rahatlayınca şu hükme varır: “Her koyun kendi bacağından asılır.” Böylece herkes yaptığı ile sorumludur ilkesini öğrenmiş oluruz.

Dördüncü misal mesaj teyidi örneği; Hz. Ömer (r.a) gayri Müslimlerin hukuki durumlarını Kudüs’ün fethi müteakip verdiği ahidname’ye göre belirlemiş, hatta son nefesinde zimmîlerin haklarının da korunması noktasında vasiyette bulunup insanlığa en büyük “İnsan hakları evrensel beyannamesi” dersi vermiştir.

Beşinci misal mesaj teyidi örneği; Yavuz’un bütün Hıristiyanları Müslüman yapma isteği teşebbüsü, Zenbilli Ali Efendi’nin muhalefetine uğramasıyla birlikte  “İslam'da zorlama yoktur” hükmü gereği boşa çıkmıştır. Böylece Yavuz’un bu isteği engellenmiştir.  Anlaşılan o ki bizim hukuk anlayışımızda yer alan kanun hükümleri, her şeyin üstündedir. Sanılanın aksine hakanlarımıza isnat edilen “astığı astık kestiği kestik” yaftası tamamen iftiradan ibarettir. Gerçek olan bir şey var, o da kanunlarımızın temelinde eşref-i mahlûkat ruhunun var olmasıdır.

Altıncı misal mesaj teyidi örneği; Fatih Sırp murahhaslarına, “Nerede bir cami görürseniz, onun yanına bir de kilise yapabilirsiniz” sözleriyle hem Hıristiyanların kalbini kazanıyor hem de patriğe özerklik sağlayıp İslam’ın engin hoşgörüsünü ispatlıyordu. Fatih Sultan Mehmed yetmedi Hz. Ömer (r.a)’ın şu sözlerinin de uygulayıcısı olmuştur: “Benden sonra halifeye zimmîler hakkında hayır tavsiye ederim. Asla onların takatlerinin fevkinde yükler yüklenilmemelidir.”

Yedinci misal mesaj teyidi örneği; Bir İranlı’nın haç üzerine oturması Hıristiyanların Malatya valiliğine şikâyetine vesile olur. Valilikte onu Hıristiyanlara teslim eder. Derken cümle âleme ibret olsun diye eşeğe bindirilerek teşhir edilir. İşte gerçek manada hak adalet dersi budur.

Evet, bizim engin ilim irfan dünyamızda insana yönelik uygulamalar böyle iken, batı XVIII. yüzyıl sonlarına kadar,  kendince sürekli idam şekilleri üretip tatbik ediyordu. O dönemlerde başlıca yürütülen idam usulleri malum;
         -Karın deşmek,
         -Kazıklamak,
         -Suda boğmak,
         -Ata bağlayıp sürüklemek, 
         -Kaynar suya atmak,
         -Kızgın yağda pişirmek,
         -Deri yüzmek
vs. gibi bir dizi uygulamalar olarak göze çarpar.  Ne diyelim sizde görüyorsunuz ya, bu tür uygulamalar Batı’nın yüz karası sahte hümanizm anlayışının deşifresidir dersek yeridir. İşte Dostoyevski bu yüzdendir ki böylesi sahteliği çığlık atarcasına; “Ferdi suça iten dünya perest bir cemiyetin adaletine güvenilmez” demekten kendini alamayıp Greko-Latin kültür dünyasının sahte yüzünü dile getirmiştir. Anlaşılan o ki adalet, hukuk ve nizam ancak ve ancak bizim medeniyetimizde görülebilen değerlerdir. İnsanoğlu eşref-i mahlûkat olduğunu ilk olarak İslam sayesinde idrak edebildi. Çöl insanını medeniyetle buluşturan tek din İslamiyet’tir.

İşte yukarıda verilen misallerden de anlaşıldığı üzere İslam’ın eşrefi mahlûkat anlayışı ne Budizm’in Nirvana'sıyla ne Hıristiyanlığın mistisizmiyle ne de Yahudi’nin Kabalizmiyle örtüşür. İslam başlı başına evrensel hakikatlerle dolu insana değer veren bir hayat dinidir. İslam asla boşluğa inmemiştir, bilakis eşref-i mahlûkat ettiği tüm insanlık muhatap kılınıp hayatın her alanına bir güneş gibi doğmuştur.      

Tabiat boşluk kabul etmediği gibi, insanı merkeze alan dinde boşluk kabul etmez elbet. Nitekim ilk insan vahşi olarak dünyaya gelmeyip, yeryüzüne cennet vatan medeniyetinin halifesi olarak ayak basmıştır. Zira insanoğlu tabiattan kültüre, maddeden manaya, eserden müessire, sınırlılıktan sonsuzluğa, vahşetten medeniyete sıçrama kabiliyeti gösterebildiği içindir; önce cennet yurdunda misafir edilip sonrasında imtihan gereği yeryüzüne indirilmiştir.  Hiç kuşkusuz düşüp kalkmayan sadece Allah Teâlâ’dır.  İnsan beşer olması hasebiyle düşer, kalkar da. Cennet yurdunda yeryüzüne indiği gibi icabında yükselmesini de bilecek haslette yaratılmış bir varlıktır. Zaten ona üstünlük veren yükselebilme kabiliyetine haiz donanımda olması ve Yaradan'a ulaşma cehdi ve azmi üzere yaratılmış olmasıdır. Öyle ya, madem insanoğlu yaradılmışların en üstünü varlık, o halde yaradılış mayasına layık bir hayat modeli ortaya koyması gerekir. Dahası insan iki çatal arasında bir varlık. O halde bu konumuyla ya iyiliğe yönelecek ya da kötülüğe. Ancak tercihini hangi yönde kullanacaksa tercih uygulamalarından sorumlu kılınacaktır. Bir başka ifadeyle ya Allah’a muti olup Ahsen-i Takvim üzere yücelerin yücesi manasına Ala-yi illiyyin mertebesine yükselecek, ya da şeytan ve nefsin isteklerine uyup Esfel-i safilin üzere aşağıların aşağısı manasına gelen hayvan mertebesine inecektir. Anlaşılan o ki;  ömrünü sırf İslam’a adayıp hizmet ve takva hayatıyla geçirmiş bir insan ancak eşrefi mahlûkat özelliği kazanabiliyor. 

Allah’a kul olduğumuz müddetçe yaşadığımız hayat sürecini gül bahçesine çevirmek an meselesidir diyebiliriz pekâlâ. Aksi halde şeytana, nefse ve kötü arkadaşların telkinine kendimizi kaptırdığımızda hem bu dünyada, hem de uhrevi hayatta perişan olacağımız muhakkak.  Öyle ya, madem haram belli helal de belli, o halde daha ne duruyoruz artık oyalanmayı bırakıp haramdan uzaklaşıp helale koşma vaktidir.

Vesselam.