Gavs-ı Bilvanisi (k.s) anlatıyor;

Bir ağa dokuz on günlük mesafedeki bir şeyhi ziyaret eder ve dua ister.
Şeyh der ki:
- Allah tez canını alsın ki çabuk nail olup gidesin.

Tabii ağa şaşırır, taaccübüne gider ve der ki:
- Duanızı almak için geldim, oysa sen bana bambaşka dua ediyorsun, bu nasıl iştir?

Şeyh cevaben:
- Senin dünyada fazla kalıp günahını çoğaltmakla perişan olmanı istemediğinden sana böyle dua da bulundum der. Tabii bu cevapla anlam yüklü mesaj verilmiş olur.

Aslında insanın ibadet ve itaat etmeksizin Allah’a dua etmesi kendi kendini kandırmaktan öte bir anlam taşımaz. Bakın Allah Teâlâ; “Nefsini bilen Rabbi'ni bilir” beyan buyurmakta. Zira insanın Allah’a itaat etmeme inadı kendi kendine zulmetmek olur ki, bu halde dua edilse de karşılık bulmaz. Hakeza bu hususta Allah Teâlâ; “Zalimlere nusret, yardımcı yoktur” (Bakara:270) beyan buyurmaktadır.

Hazret Muhammed Diyauddin (k.s) bir sohbetlerinde; “Kendi kendine nefis yapan Allah’tan uzaktır” buyurmuştur. Nitekim Firavun nefsine uyup, Rablik davasında bulununca helak oldu. Gerçi can boğaza tam dayandığında durum vaziyeti anladı ama neye yarar ki, iş işten geçmiş oldu çünkü. Madem öyle nefsin dizginlerini ele almak gerekir, icabında ıslah etmek gerek, bu da yetmez sürekli nefsin desiselerinden Allah'a sığınıp bağışlanmak için yalvarmalı da. 

Şurası muhakkak, hayatın her alanında adap söz konusu olduğu gibi dua içinde usul erdem şarttır. Mesela kıbleye karşı koltuk atlarının beyazı görününceye kadar gökyüzüne doğru kaldırmak bir dua adabıdır. Nasıl ki namaz için kıble mihrap ne anlam ifade ediyorsa, gökyüzü de dua için bir başka kıble mana taşır. Ancak burada ellerin gökyüzüne doğru açmak Allah’ın gökyüzünde olduğu manasına değil, bilakis yücelik manasınadır. Şüphesiz ki, Allah Teâlâ (c.c) her yerde hazır ve nazırdır, yani mekândan münezzehtir.

Kaldı ki ellerin gökyüzüne doğru açılmaksızın dua edilen durumlarda var. Madem öyle belli başlı dua çeşitlerine bir göz atalım. Şöyle ki;  
     
- Rahbet duası (azabından korkmak); korku ve istenmeyen bir şey için yapılan dua olup cehennemden kurtulmak türü yalvarmaları kapsar. Bu durumda akşam ve sabah namazının ardından; ‘Allahümme ecirna minen nar’ (Allah'ım bizi cehennem azabından koru) diyerekten eller gökyüzü istikametinin tam tersi çevrilip yedi kez söylemekle maksat hâsıl olmuş olur.

- Gizli dua; kalbi bir dua olup bunda da el kaldırmak yoktur. Adı üzerinde kalp, kalbin dili gönül olduğundan el kaldırmak olmaz. Zaten el kaldırıldığında gizlilik gizlilikten çıkıp normal dua moduna geçilmiş olur, yani malumun ilanı gerçekleşir. Dolayısıyla bir insan yürürken, konuşurken, otururken ellerini açmadan da kalben yalvar yakarışta bulunmakla maksat hâsıl olmuş olur. Şüphesiz ki, Yüce Allah kuluna şah damarından daha yakındır.

- Niyaz duası; tevazu cihetinden bir dua olup, böyle bir hal içerisine giren bir kulun Allah’tan cennet dileme ya da cehennem korkusunun giderilmesine yönelik istekte bulunması uygun değildir. Dahası Yunus’un; ‘Bana seni gerek, seni..’ mısralarında geçen  yalvarış ve yakarışına benzer bir tevazuu hali eçerisinde dua ve niyazda bulunmakla maksat hasıl olmuş olur.
 
- Rağbet duası (sevab umarak dua); dilek ve istek kabilinden bir dua olup cennet dileme gibi talepleri içerir. Dolayısıyla bu tür duada elleri gökyüzüne doğru açmakla maksat hâsıl olmuş olur.

Malum teşehhüt esnasında “Salli Barik”leri okumakta duadır. Bilhassa teşbihte sadece Hz. İbrahim (a.s)’ın zikredilmesi hususu âlimlerce şöyle izah edilir;

Peygamberimiz (s.a.v)  Miraca yükselirken Peygamber kapılarından geçtiğinde sıra İbrahim (a.s)’a geldiğinde şu müthiş söze muhatap kalır, yani İbrahim (a.s) der ki: “Benden ümmetine selam götür.”

Kaldı ki Hz. İbrahim (a.s) selam göndermese bile daha önceden Allah’a münacâtında;
- Ya Rabbi! Bizi sana inanan iki Müslüman yap zürriyetinden de sana inanan Müslüman bir ümmet halk eyle diye dua ve niyazda bulunmuşta. Tabii o dua eder de karşılık bulmaz mı, elbette bulur. Nitekim Allah Teâlâ; “Önceden size Müslüman adını veren o dur” müjdesi bunu teyit ediyor. Gerçekten de bu duanın yüzü suyu hürmetine Hz. İsmail’in zürriyetinden Arap kavmi kök salmıştır. Malum, İsmail (a.s) babası Hz. İbrahim (a.s)’ın gördüğü rüya üzerine kurban etmek isteyip te bir mucize ile kurban edemediği oğludur. Dahası, Cebrail meleği yüklendiği ilahi emir gereği Sidretü’l münteha’dan yetişip bıçağı ters çevirdiği bu mucizeyle insanlık kurban edilmekten kurtulur da. Öyle ki ters çevrilen bıçak iz yapmaktan hayâ eder. Yani bıçak bile yat kurban olmaya teslim olmuş İsmail'den incinmez de. İşte kurbanla özdeşleşen Hz. İbrahim’in diğer peygamberlerin yanında yakınlığı sadece nesep bakımdan değil elbet, bir başka yakınlık ayrıcalığı var ki, o da hiç kuşkusuz kılınan namazların teşehhüt bölümlerinde salâvatlarda adının zikredilmiş olmasıdır. Böylece okunan salâvatlarla Hz. İbrahim (a.s)’ın şahsında Peygamberimiz (s.a.v)’de Allah’ın hem Halil’i (En yakın dost) hem de Habib-i Ekrem olarak ilan edilmiş olur. Bir başka ifadeyle teşbihten maksat İbrahim'e (a.s) salâvat eylemek olduğu gibi ondan daha efdal Muhammed’e salâvat eyle demektir. Dahası Kur’an’da geçen; “Babanız İbrahim’in dinine..” diye başlayan ayeti kerimelerde bu gerçeği doğruluyor. Madem öyle Allah Teâlâ’nın; “İbrahim’in dosdoğru dinine tabii olmalısın” beyanının gereğini yerine getirip tabii olmak düşer bize. İşte Hz. İbrahim'in (a.s)’ın sair Peygamberlere nisbeten özel bir konumda olmasının sırrı bu örneklerde gizli. Bu yüzden Allah Resulü; “Bana kim bir salâvat getirirse o kimseye Allah on salâvat getirir ve kendisinden on günah siler. Onun on derecesini yükseltir” buyurmuştur. Tabii yükselmek huzurda olmak demektir. Nitekim huzuru ilahiye’ye kabul dua ile mümkün. Hele hele içten yalvarış ve yakarış, huzurdan lütufla dönüşü sağlar da. Bakın dua o kadar büyük bir nimet ki; Hz. Ömer Hac vazifesi için Allah Resulünden izin istediğinde,
      
- Kardeşim bizi de duana ortak et mukabelesiyle karşılaşmış. Tabii Hz. Ömer (r.anh)’ın hiç beklemediği bir durumdu. Öyle ki şaşkınlığını şu sözlerle ifade etmiş bile:
- O gün dünyalar benim olsa bu kadar sevinmezdim.
       
Dolayısıyla dua deyip geçmemek gerekir. Dua bin bir türlü dilek ve temennileri bağrında taşıyan bir zırhtır. Nasıl zırh olmasın ki,  dua ile birlikte İlahi huzurda boyunlar bükülüp dilekler yankı bulur da. Ve tüm yalvarış ve yakarışlar arş’a kadar uzanır da. İyi ki de dua var, böylece acizliğimizi, biçareliğimizi idrak edip içten yalvarış ve yakarışla katılaşmış yüreğimiz yumuşar da. Bakın Allah Resulü duanın ehemmiyetini şöyle ortaya koyar: “Allah’ı güzel isimleriyle anan kimsenin günahları denizin köpükleri kadar çok olsa bile yine affedilir” (Buhari). İşte bu muştu sayesinde gönüller coşmakla kalmayıp adeta denizin dalgalarına yelken açaraktan vuslat gemisi yol almış olur. Derken tüm yanık gönüller dua limanında vuslata erer. Meğer Yüce Yaradana halimizi arz etmek ne güzel duygu seliymiş. Hatta sığınacak, tutunacak dalın sadece Allah olduğunu bilmekte bir bambaşka duygu selidir. Zaten öyle olmasa Allah dostları Ümmet-i Muhammed’in kurtuluşu için gece gündüz demeden yalvarıp gözyaşı döker miydi? Ki; Onlar; “Ey Muhammed, biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiya,107) ayetinden hareketle izinde yürüdüğü kılavuzun yüzü suyu hürmetine dua etmekten imtina etmezler. Zaten onlar her dilde her lahzada dua etmek için varlar. Nitekim Allah Teâlâ; “Âdeme bütün eşyanın isimlerini öğrettiğini” ve “Hiçbir Peygamber göndermedik ki kendi kavminin dili ile konuşmasın” beyan buyurmaktadır. Bu demektir ki diller farklı olsa da fark etmez, sonuçta her renk “âmin” dil’inde buluşuyor ya, bu yetmez mi. Şu da bir gerçek; diller arasında Arapçaya yakınlığı bakımdan birinin diğerine zenginliği söz konusu olabiliyor. Bilhassa Farsçanın böyle bir özelliği var. Şöyle ki; Peygamberimiz (s.a.v); “Cennetliklerin dili Arapça ve Durrî Farsçadır” buyurmuştur. Anlaşılan; Arapçaya en yakın meşhur dil Farsçadır. Zaten bundan dolayıdır ki Arapçadan başka bir dille dua etmek hilafı evla konusu olup yine de burada ki kerahet; tenzihiye kapsamında olduğunu belirtmekte fayda var. Dahası bu hususta İbni Abidin bu meseleyi şöyle dile getirir; “İmamı Azam namaza başlarken Farsça dilde zikir sahih demiş. İmameyne göre ise tekbir Arapça olmalıdır demiştir. Farsça duanın namaz içinde keraheti tahrimiye, namaz dışında ise keraheti tenzihiye ile mekruh olması ihtimalden uzak değildir. Teemmül buyrulsun ve araştırılsın” (Bkz. İbn-i Abidin cilt 2, sh.328).  Görüldüğü üzere İbn-i Abidin bile ancak meseleyi ihtimal dâhilinde meşhur imamların sözleriyle açıklamaya çalışmakta. Sonuçta bu mesele ihtimal dâhilinde bir husus olsa bile bizim dua ederken dikkat etmemiz gereken temel kurallar şunlar olmalıdır.

- Peygamberimizin düşmanlarına dua etmenin çirkin olduğunu temel kural bilmek gerekir.
- Namazda bellenmiş duaları okumak gerektiğini, namaz dışında ise hatırına gelen sözlerle dua edildiğini ve duanın en güzeli Kur’an ve hadiste bildirilmiş olanının muteber olduğunu temel bir kural olduğunu bilmemiz icab eder.
- Özellikle dua ezberlemek için çaba saf edilmeyeceğini, yani duayı ezberlemeye çalışmanın kalb rikkatini (kalp yufkalığını) dağıtacağını bir başka temel husus olduğunu bilmek gerekir.
 
Belki de bu sıraladığımız kaide ve kurallardan en önemlisi bilhassa Namazların ardından yapılacak dualarda bütün Müslümanları duamıza katma olmalıdır. Zaten duada sünnet olan da duayı genele şamil kılmaktır. Bakın bu hususta Allah Teâlâ; “Günahın için istiğfar et. Erkek ve kadın mü’minler için dua etmezsen o namaz noksandır” buyurmakta. Kaldı ki dua almak için dua etmek gerekir. Asla beddua etmek bir mümine yaraşmaz. Ümmetim, Ümmetim diye feryad eden rahmet Peygamberin ümmetine dua etmek yakışır.

Dua ile yüce makamlara meramımızı dile getiririz, içten gelen münacâtımız karşılık bulduğunda biliniz ki günahlarımız akan gözyaşı damlaları misali döküleceği muhakkak. Bakın bizler her hangi bir insanı iyilik olsun diye yıllar boyu sırtımızda taşısak, vaktaki o insanı bir kez olsun sırtımızdan indiriversek hemen o insan geçmişteki bütün iyilikleri unutur düşman olur da. Oysa Yaradan öyle değil, zerre miskal tek bir iyiliğe karşı kulunun tüm günahlarını affedebiliyor. Yani Rabbimiz; “Bana dua edin duanızı kabul edeyim” (Mümin 60) buyuruyor. Yeter ki can-ı gönülden eller açılsın, bak o zaman O’na uzanan eller geri çevrilir mi? Elbette çevrilmez. Madem öyle candan davranıp duanın neticesine razı olmak gerekir.
   
Evet, bize dua etmek düşer, neticesi Allah’ın takdirine kalan bir husustur. Önemli olan Şer’an imkânsız olan şeyleri Allah’tan talep etmemektir. Mesela ömür boyu hastalıktan afiyet dilemek veya cinsel ilişki kurmadan çocuk istemek bu kabilden taleplerdir. Nitekim bu tür aksi talepler yüce makamı incitir de. Keza Allah’tan; bana ahretin ve dünyanın en hayırlısını istemek gibi niyazlar da öyledir. Nedeni gayet açık bir kere işin içine imkân dışı talep giriyor. Yine bir başka talepte mesela; “Ya Rabbi! Beni adam et” demektir ki, bu asla kabul edilemeyecek haddi aşmak kabilden bir taleptir. İşte bu yüzdendir ki; Abdullah bin Muğaffel oğlunun; “Yarabbi! Ben senden cennete girince sağ tarafta kalan beyaz köşkü isterim” niyazını işittiğinde derhal müdahalede bulunup;

- Bak oğlum Allah'tan cenneti iste, cehennemden ise Allah’a sığın. Çünkü ben Rasulullah’tan; “Bu ümmetin içinde abdest suyunda ve duada haddini tecavüz eden bir cemaat gelecektir” sözünü işittim öğüdüyle oğlunu uyarmış ta.

Allah Teâlâ; “Rabbine yalvararak ve gizleyerek dua edin. Çünkü O mütecavizleri sevmez” buyuruyor. Dolayısıyla ömür boyu kesintisiz afiyet (sağlık) dilemek, iki dünyanın hayrını dilemek, tüm şerlerin giderilmesini istemek veya adetten imkânsız olan gökten sofra inmesi gibi şeyler dilemek haramdır. Keza; “Ey Rabbimiz unutur veya hata edersek bizi hesaba çekme vs.” gibi dua etmekte öyledir. Zira Resulü Kibriya Efendimiz; “Ümmetimden üç şey hata, unutma ve zorlanarak yaptıkları şeylerin hükmü kaldırılmıştır” buyurmakta. Bu hadisin ortaya koyduğu gerçek varken ‘ya unutur’, ‘ya hata edersek’ gibi işi yokuşa sürme türden sözlerle irademizin dışında cereyan edebilecek olayları irdelemek edepsizliktir. İlla da bir hacetin giderilmesi yönünde çok arzu duyuyorsak onun da bir usul ve kaidesi var. Şöyle ki; Allah’tan bir hacetinin giderilmesi için istihare namazı kılıp ardından dua ve niyazda bulunmalı. Mümkünse istihare namazının birinci rekâtında kâfirûn ikinci rekâtında ihlâs okunması uygundur. Ve akabinde sağ omuz üzerine uyumak gerekir. Sabah uyandığımızda rüyada her ne gördüysek işin ehline anlatmakta fayda var. Derler ki rüyada beyaz ve yeşil görme hayra işaret olduğuna, siyah ve kırmızı görmekse şer olduğuna delalet eder. İşte rüyadan alınan mesaja göre hacetimizi gidermek gerekir. Zira Resulü Ekrem (s.a.v); “Birinizin başı dara düştü mü hemen iki rekât farz olmayan bir namaz kılsın sonra duasını okusun hacetini söylesin” buyurmuştur.

Duaya Allah’a hamd ve Resulüne salâtu selam getirerek başlayıp bitirmeli. Allah Resulü:
- Ya Enes! Başın dara geldiği zaman o hususta Rabbine yedi defa istihare yap! Sonra kalbine gelene bak! Zira hayır ondadır buyrulmuştur.

Peygamberimiz (s.a.v); “Allah inanan ve iyi işler yapanların dualarını kabul eder, lütuf ve kereminden onlara daha fazlasını verir” (Şura, 26) fermanını beyan ettikten sonra şu hadis-i şerifleri de zikretti:

Allah; kullarım sana benden sorarlarsa söyle: Ben yakınım. Dua eden bana dua ettiği zaman onun duasına karşılık veririm. O halde onlarda bana karşılık versinler. Yeryüzünde masiyet veya sıla-i rahim koparıcı olmamak şartıyla Allah’tan talepte bulunun bir Müslüman yoktur ki, Allah ona dilediğini vermek veya ondan onun mislince bir günahı affetmek suretiyle karşılık vermesin (Tirmizi).

Acele etmediğiniz sürece her birinizin duasına karşılık verilir. Ancak şöyle diyerek acele eden var. Ben Rabbime dua ettim, duam kabul etmedi (Buhari, Müslim, Ebu Davut, Muvatta).
 
Kime dua kapısı açılmış ise ona rahmet kapıları açılmış demektir. Allah'tan istenen şeylerden en çok sevdiği şey kendisinden afiyet istenmesidir. Dua her çeşit musibet için faydalıdır. Kazayı sadece dua çevirir. Öyle ise sizlere gerekli olan dua etmektir (Tirmizi). 
 
İnsan eşref-i mahlûkattır. O halde şükretmek gerekir. Pekâlâ, taş, hayvan, bitki ya da hiç olarakta yaratılabilirdik. Bilmem bundan büyük nimet daha ne olabilir ki. Allah’a şükürler olsun ki; Rabbimiz bizi muhatap almış, yetmemiş bize Salih amel işlemek için zikrini, duayı, hizmeti ve şükrü ihsan etmiş. Mükâfat olarak da cemalini cenneti vaad etmiş. Yüce Rabbimiz öyle merhamet sahibi ki, kendisine inanmayanlara bile nimet veriyor. Düşünsene Yüce Mevla inanmayanlara karşı böyleyse,  kim bilir sevenleri için nasıldır. Bildiğimiz tek şey sevenlerini yüzüstü bırakmayacağıdır.
 
İşte bu yüzden Rabbimiz her gece dünya semasına rahmet melekleri vasıtasıyla kullarına:
 
“Yok, mu bana dua edecek duasının kabul edeyim. Yok, mu benden isteyecek, dilediğini vereyim. Yok, mu benden afv dileyen onu afv edeyim” (Hadis) diye çağrı yapıp gönülleri şadan kılmakta. Madem öyle bu çağrıya icabet etmek lazım gelir.
 
Vesselam.