Eğitimimizin temel üç sorunu var: “eti senin, kemiği benim”, “hocanın vurduğu yerde gül biter”, “saldım çayıra Allah gayıra”…

Okullar açıldı. Okula coşkuyla koşan öğrencileri yine “kabullenilmiş bir kâbus bekliyor: Dayak…

Eğitimimizin temel sorunlarından biri olan “dayak”, üzülerek belirteyim ki günümüzde de sürüyor. Özellikle ilköğretimde hele kırsal kesimde hâlâ eğitimin vaz geçilmez gerçeği olarak orta yerde duruyor. Ana/babaların bilinç düzeyi “eti senin kemiği benim” anlayışından uzaklaştıkça “dayak” olgusu da etkinliğini giderek yitiriyor. 

***

Yıllar önce öğretmen olmuş, heyecanla atanacağım ili bekliyordum. Bayburt Öğretmenler Derneğinde, ilkokul öğretmenlerimle, geleceğimi biçimlendirecek söyleşiler yapıyorduk. Onların, Bayburt gelenekleriyle biçimleşmiş eğitim öğretime ilişkin konuşmaları çok hoşuma gidiyor, kendimce söyleşilere katılıyordum. Ukalalık, çokbilmişlik olarak sayılabilecek söylemlerden kaçınıyordum. Ancak zamanla kimi konularda karşı görüşlerimi dillendirmeye başladım. Özellikle öğrencilerin dövülmesine ilişkin tartışmalara girmiştim. O yıllarda “dayak” eğitimin tartışmasız yöntemlerinden biriydi. Özellikle ilkokul ve ortaokulda okuyan öğrencilerin hemen hemen tümü “dayak”la tanışmıştı. Kulak çekme sıradan bir olaydı. Hatta kulak çekmeye “sevgiyi belirtme” anlamı bile yüklenmişti. Falaka terk edilmişti ama yerini “sıra dayağı”, “tokat, tekme” almıştı. Cetvel, ölçme görevi dışında bir işlevsellik kazanmıştı: iz bırakan dayak aracı…

Dayak konusunda beni derinden yaralayan yaşanmışlıklarım vardı. İlkokulda, ortaokulda en küçük yanlışımız bile dayak ile sonuçlanıyordu. Bu davranıştan kız arkadaşlarımızın çoğu da payına düşeni almıştı. Çok çalışkan olmak bile bu konuda kişiye avantaj sağlayamıyordu. Elbette bu olumsuz davranışa yabancı kalan öğretmenlerimiz de vardı. Bunların çoğu bayan öğretmenlerdi. O günlerde öğretmenlerimize ilişkin çoğumuzun yargısı: “Yüksek memurların ve zenginlerin çocukları dayak yemez; bayan öğretmenler ana olduğu için dövmez; geçim sorunu yaşayan, ailesinde huzursuzluk olan öğretmen, hıncını bizden alır.”dı…

Üzülerek belirteyim ki mesleğimin ilk yıllarında bu yanlışın içinde ben de yer aldım. Sık olmamakla birlikte dayağı ceza aracı olarak kullandığım olmuştu. Elli yıla yakın öğretmenlik yaşamımın kara sayfalarıdır bunlar. Ne yazık ki öğrencilerimin çoğu “ellerine sağlık öğretmenim” derken beni ne denli üzdüklerinin ayrımında değiller. Onlar dayağı hâlâ bir eğitim aracı olarak görüyorlar. Çoğu da çocuklarını dövüyorlar. İşledikleri bu suçun kaynağı, onları dayakla terbiye etme kolaylığını seçen ana/babalar ile öğretmenleridir.

Öğretmenler ve eğitimciler, “dayak”ın bir kendi kendini tatmin sorunu olduğunu kavradıklarında bu utanç verici ayıptan kurtulacaklardır. Gerçek olan şudur ki dayağa başvuran eğitimci, öğrencinin değil kendi eksikliğini sergilemektedir. Kolaycı, yetersiz ve geleneklerin tutsaklığından kurtulamamış öğretmen, bu açıklarını dayakla kapatmaya çalışmaktadır.

Kesin, ancak eleştiriye açık bir yargım daha var: dayak bir intikam, hırs alma aracı… Bizi dövenlerden intikamımızı, öğrencilerimizi döverek alıyoruz. İçimizde biriken hırsı onlara boşaltıyoruz. Çok korkunç bir durum! 

Bu korkunç olgudan sıyrılmış öğretmen yok mu? Çalıştıkça olgunlaşma çabasında olan öğretmenler, dayak konusunda gittikçe geleneksel çemberin dışına çıkabilmiştir. Bu çabayı gösteremeyenler de o çemberin içinde hem kendini hem de öğretmenlik ruhunu tüketmeyi sürdürmüşlerdir.