Bir insan âlim de olsa hakikat yolunda sürekli arayış içerisinde olması ne güzel haslettir elbet. Zaten İsmail Çetin Hoca Efendi de bunun en güzide örneğini temsil eden bir zattır. Düşünsenize kendisi daha dört yaşında iken “Ben neyim? Ahlaken yerim nedir? Nereden gelip nereye gidiyoruz” sorusunu önce anne ve babasına sorarak cevabını öğrenmeye çalışmış, sonrasında ise yani on sekiz yaşına geldikten sonra da etraftan pek çok hocadan sorup soruşturarak arayışını devam ettirmiştir. Ta ki bir gün kulağına “Asrın Müceddidi ve zamanın bedii Isparta’dadır” diye bir fısıltı gelir, işte o zaman bu arayış nihayete erecektir. Ve bir gün Bediüzzaman’ın huzuruna bir zatın vesilesiyle vardığında müşkülünü şöyle arz edecektir:

“-Ben neyim, nereye gidiyorum, kendimi nasıl tanıyacağım?”

Elbette ki Bediüzzaman Said Nursi Hz.lerinin bu istek karşısında kayıtsız kalması düşünülemezdi ve cevabı şöyle olur:

“-Bu iş zor, ara bul erbabını. Ne fayda ki ömrümün sonunda bana geldin. Yaralı olduğunu bildim. Bu soruların cevabı nazari değil, amelidir. Zaman ister, erbabını ara bul.”

Hatta Bediüzzaman sözlerinin devamında son bir bakışla muhatabına:

“-Eğer doğru diyorsan doğruları bulursun. Hadi git, ara bul erbabını” deyip öyle uğurlayacaktır. (Bkz. Mufassal Medeni Ahlak-S:19- Dilara Yayınları-Isparta)

Zaten İsmail Çetin Hoca da Bediüzzaman’dan aldığı işaretle adeta yaralı ceylan misali yollara düşer de. Gerçekten de canı gönülden arayışa koyulunca da o işin erbabı Gavs-ı Bilvanisi Abdülhakim el Hüseyni (k.s) ile yolu kesişir de. Öyle ya madem yolu kesişti, artık tez elden ruhunun susuzluğunu giderecek soruları sorabilirdi. İşte o sorduğu sorulardan sıra en ilginç olanına geldiğinde:

“-Efendim, Bir kimse Kur'an-ı Kerimi, hadisi şerifleri, fıkıh ilmini biliyor, selefi salihin ve ilk devir İslam âlimlerinin kitaplarını okuyorsa bu noktada manevi bir yol göstericiye daha ne ihtiyaç var ki” diye soracaktır.

Hiç kuşkusuz Gavs-ı Bilvanisi (k.s) bu soru karşısında vereceği cevap çok manidardır;

-Bak Molla İsmail, dediğin doğrudur. Fakat bir eczacı da türlü türlü otları ve çiçekleri bilir. Hangisinden ne gibi şerbet çıkarılacağını, hangi hastalığa faydalı olacağını da bilir. Hatta çoğu zaman doktorlara da onu gösterir, onun tahlil ve araştırmasına göre teşhis ettikleri hastalığa onun ilaçlarını tavsiye ederler. Fakat eczacı bir hastanın hastalığını teşhis etmekten acizdir. Doktorun reçetesi olmadan bir hastaya ilaç verse, hele ilacın üzerinde reçetesiz satılmaz diye bir kayıt olursa, eczacı o ilacı verdikten sonra hasta verilen ilaçla ölürse eczacı cezalandırılır. Elbette böyle satış yapan cezayı hak eder. Bununla beraber hastalıkları teşhis ve tedavi eden doktorda kendi filmini çekmekten acizdir. Belki filmini çekebilir, ama iki omuzun arasında bir çıban varsa onu tedavi etmekten acizdir. İşte âlimleri de buna göre kıyas ediniz. Hâlbuki insan ahret yolunda evvela avamdır, yani halktandır. Nasıl kendini tedavi edebilir ki. Dolayısıyla kalp hastalıklarının tedavisi maddi hastalıkların tedavisinden daha zordur. Acaba nazari olarak tıp ilmini tahsil edene, senin oğlun dahi olsa beyin ve kalp ameliyatında sen kendini teslim edebilir misin? Fakat tecrübe görmüş ve birçok başarıları görülmüş bir doktora kendini tereddütsüz teslim edebilirsin değil mi? Bu kadar vaizler, nasihatleriyle az kimseleri yola getirirler, fakat manevi rehber olan hocalar öyle değildir. Pek çok günahkâr ve fasık olanların sohbetleri sebebiyle günahlarından vazgeçmişlerdir. Bu hal apaçık meydandadır. Diyebiliriz ki zamanımızda yol göstericiler az olduğu için gençlerimizin isyanı fazla olmuştur. Bugün vaaz ve nasihat eden kimseler çoktur ama hakiki saadet yolunu gösteren rehberler azdır.'' (Bkz. İsmail Çetin; ‘Edeple Varış Lütufla Dönüş’ adlı eseri)

İşte bu müthiş cevap karşısında İsmail Çetin Hoca Efendi ruhunun susuzluğunu giderecek kaynağa teslim olur da. Öyle ki Bediüzzaman’ın işaretiyle işaret edilen yurda geldiğinde, her iki yurdun izlediği metodunu ortaya koyar da.  Böylece bizde bu sayede Bediüzzaman’ın ‘Eserden müessire’ bir yol takip ettiğini, Gavs-ı Bilvanisi Abdülhakim el Hüseyni (k.s) gibi daha nice cümle meşayıhın ise ‘Müessirden esere’ bir yol takip ettiklerini idrak etmiş oluruz. Hatta bunun daha geniş tafsilatını İsmail Çetin Hoca Efendinin Feyz araştırma grubuna verdiği röportajda görmek mümkün de. Madem öyle, Seyda Hz.lerinin vefatının anısına Feyiz Dergisine verdiği röportajda daha ne çarpıcı altın sözler varmış bir görmüş olalım:

-Seyda Hz. (k.s) hakkında genel olarak neler söyleyebilirsiniz?
-Seyda Hz.lerini babasından tanıyorum. Şeyh Abdulhakim Hz.leri Gavs'lık makamında idi. Gençliğimiz beraber geçti. Babasının hizmetinde son derece çalışıyordu. Müridlere, tekkeye hizmet ediyordu. Babası tarafından yetiştirilen mükemmel bir zattır. Tasavvufi ahlakla, zikirle yetişmiş büyük bir zat olarak tanıyorum. Bundan fazlasını söyleyemem. Türkiye'deki yeri bizim tasavvurumuz ile irşad derecesinde mükemmil bir zat idi diyorum, bundan fazlasını söyleyemem.

-Seyda Hz.lerinin diğer âlim ve mürşitlerden farkı ne idi?
-Seyda Hz. ilim sahibi idi ama ilimle meşgul değildi. Yani Şeyh Muhammed Raşid (k.s) ilimle meşgul değildi. Daha doğrusu tasavvufla meşguldü. Sofilikte dil ile değil tatbikatla bilinen bir meseledir. Mükemmil bir mürşid idi, irşatta mükemmil bir zat idi. Fakat irşadı zahiri bir surette değildi. Bu kendisine has özel bir meseledir. Dil ile söylenemez mesele bu. Muvaffakiyeti ilimle değil, muvaffakiyeti takva iledir.

-Binlerce insan intisap ediyordu. Üstelik sohbette etmiyordu. Bunu nasıl izah edersiniz?
-İrşadı bunu akıl dairesinde izahı mümkün değildir. İrşad kalbidir. Dille değildir.

-Tasavvufun gerekliliği hakkında neler söyleyebilirsiniz?
-İslam beden ise tasavvuf onun ruhudur. İslam ruh ise tasavvuf onun bedenidir. Asrısaadette tasavvuf var idi, isim sonra takıldı. Ama yaşantı olarak vardı. Tasavvuf şeriatı tatbik etmekten ibarettir. Yani bir insan büyük günahları terk eder, farz vacipleri ikmal eder, zikir de yaparsa kâmil bir mürşidin nezaretinde sofi olur.

-Mürşidi kâmilin gerekliliği hakkında neler söyleyebilirsiniz?
-Mürşidi kâmil şeriatla tanınır. Yani mürşidi kâmil tanıyabilmek için de kâmil olmak lazımdır. Herkes mürşidi kâmili tanıyamaz. Bir kere şeriatta tam mükemmil olacak ki, ikinci olarak Peygamber (s.a.v.)'den gelen tasavvuf silsilesinden mezun olacak, yani bir şeyhten icazet alması gerekir. Üçüncü olarak en azından bir profesör kadar insanın ruhi hastalıklarından anlar, cin, şeytana hâkimiyeti olması şarttır. Böyle olursa mürşit olur. Ama bunlar ne kadar tekâmül ederse o kadar daha fazla olur. (Bkz. Ehlisünnet nazariyesi ve özleşme kitabında bazı alametlerini söylemiştim yüz kadar alameti var) Yani mürşidi kâmilin en azından yüz kadar alameti vardır, işareti vardır. Sonra mürşidi kâmili tanımak Allah'ı tanımaktan daha zordur. Allah-u Teâlâ’yı göstermeyen hiçbir zerre yoktur. Mürşidi kâmili gösterecek hiçbir zerre yoktur. Mürşidi kâmil şeriatla bilinir. Etrafında âlimlerin bulunması, şeriatı güzel bilmesi, ruhaniyette yani cinne, şeytana hâkim olması, ruhi hastalıklarına vakıf ve tedavi etmesi gerekir. En azından budur.

Tarikat meyve midir?
-Ben de tarikat meyvedir diyorum. Ama tarikat meyvedir demek, yani tarikata ihtiyaç yoktur demek değildir. Üstad Bediüzzaman söylemiştir. Üstad Bediüzzaman'ın sözünü anlamıyorlar. Üstad Bediüzzaman bizatihi ''Adi bir sofi, mütefennin bir âlimden daha fazla imanını kurtarır'' diyor. Hakiki sofi hakiki nurcudur diyor. Ehli tasavvuf nura girdikleri vakitte nura nur katarlar. Bediüzzaman tasavvufu en güzel şekilde ortaya koyan bir zattır. Tarikat zamanı değildir iman kurtarma zamanıdır deyişinin (geçici) muvakkat olduğunu, sonra zaman tarikatın zamanı olduğunu gösterdiğini söylüyor. Bediüzzaman tasavvufa karşı değildir. Ancak Bediüzzaman sofilerden değildir. Yani bir şeyhten irşad iznini almış demek değildir. Ama büyük bir âlim, ilimde çok meşhur ve asrın müceddid’idir.

Bediüzzaman; ''Şimdiye kadar ben yalnız iman hakikatini düşünüp tarikat zamanı değil bid'atlar mani oluyor dedim. Fakat şimdi sünneti peygamberi dairesinde bütün on iki büyük tarikatın hülasası olan ve tarik en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur dairesi içine her tarikat ehli kendi tarikat dairesi gibi görüp girmek lazım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi. Hem ehli tarikin en büyük günahkârı dahi çabuk dinsizliğe giremiyor, kalbi mağlup olamıyor. Onun için onlar tam sarsılmaz, hakiki nurcu olabilirler. Yalnız mümkün olduğu kadar bidatlere ve takvayı kıran büyük günahlara girmemek gerekir.''

Üstad demek istiyor ki; şimdi de tarikat zamanıdır. Binaenaleyh her halükarda nur şakirtleri ve ehli tarikatın beraberce çalışmaları gerekir. Bu da iki kanatla olur. İtikat ve tevhit ilmini Risale-i Nur'dan, zikir ve vuslat ilimlerini Erbab-ı Tarikat'tan öğrenmek gerekir. (Bkz. Özleşme yolu S.175) (Emirdağ Lahikası 11/Ss.54/Nur yayınları/Beşiktaş/1989/270. Mektup)

Bediüzzaman 29. mektubun telvihat-ı tıs'asının üçüncü telvihinde şöyle der; ''Adi bir samimi ehli tarikat, suri, zahiri bir mütefenninden daha ziyade kendini muhafaza eder. O zevki tarikat (rabıta) vasıtasıyla ve o muhabbeti evliya (manevi beraberlik) cihetiyle imanını kurtarır. Kebairle fasık olur, fakat kâfir olmaz, kolaylıkla zındıkaya sokulmaz. Şedid bir muhabbet ve metin bir itikad ile aktab kabul ettiği bir silsileyi meşayıhı, onun nazarında hiçbir kuvvet çürütemez. Çürütemediği için, onlardan itimadını kesemez. Onlardan itimadı kesilmezse, zındıkaya giremez...

Tarikatta hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik, âlim zatta olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleşmiştir...

Tarikata bağlı, samimi kalbi harekete gelen bir kimse zındık olamaz. Evliyayı sevdiği için, kutub kabul ettiği zevatlar sayesinde Allah-u Teâlâ onu korur. Ama tarikata intisabı olmayan bir kimse kalbi de harekete gelmediyse büyük bir âlim olsa dahi zındıkların hilelerinden kendini kurtaramaz. Sofi günah işleyebilir; kâfir olmaz. Ama büyük bir âlim, kâfir olabilir. Bundan üstün bir cevap olamaz.

Bediüzzaman; hakikat zamanıdır demiştim, yani önce demiştim ama şimdi öyle demiyorum, zaman gösterdi ki tarikat ihtiyaçtır. Ama tarikatçılar Risale-i Nuru karşısında bilmeyecek, kendisinden bilecek. Yani sofilerle nurcuların birbirine karşı gelmeleri doğru değildir. Risale-i Nur iman hakikatlerini, yani delil ile yol gösterir. Sofi ise kalbi delillerle yol gösterir. Bir kimsenin kalbi Müslüman değilse yani kalbi zayıf ise sofi olamaz. Müslümanlığı zayıf olur. Delil bilmiyorsa gene zayıf olacak. İkisinin birleşmesiyle sofi meydana gelir. İmam-ı Rabbani meşrebi de budur.

Demin sordunuz, Şeyh Muhammed Raşid'in ilmi yönü nedir? Diye, demek ki Şeyh Muhammed Raşid ilimle şeyhtir. İlmi olmayan şeyh olamaz. Gavs Hz.leri âlimdi. Aynı zamanda yani tasavvuf başlı başına ilimdir. Demek ki kitapsız olmaz, okumasız olmaz. Nakşibendî meşayıhlarından ümmi çok azdır. Kısmi azamisi büyük âlimlerdendir. Büyük bir âlim olmayan büyük bir şeyh olamaz. Şeyh önce âlimdir, sonra şeyhtir. Peki, sofi ilmi olmuyorsa, kitap okumuyorsa benim kanaatime göre sofi değildir. Gavs Hz.lerinin birkaç sene hizmetinde bulundum. İlme çok ehemmiyet veriyordu. 

Bizce sofilik iki şeydir. Birincisi ilmi tatbikat ikincisi ameli tatbikat. İlmi tatbikat demek, itikadın amelin dört mezhep ehlisünnet vel cemaatin ölçülerine göre ayarlanmasıdır. Ameli tatbikat Peygamber (s.a.v.) sünnetini yani şeriatını ihya etmesidir. Üçüncü bir şey daha vardır. Zikir ve rabıta. Mesela Üstad Bediüzzaman Şeyh Muhammed Raşid'in şeyhinin şeyhi olanın köyünü överek şöyle diyor; ''Bediüzzaman küfür ve İslam medeniyetini mukayese etmek esnasında şöyle buyuruyor'':

''Dilersen hayalinle Nurşin köyündeki Seyda'nın meclisine gir, kutsal sohbetiyle İslam medeniyetinin izharına bak, orada fakirler kıyafetinde padişahları, insan suretindeki melekleri görürsün. Sonra Paris'e git büyük millet meclisine gir. Orada insanların elbiselerini giyinmiş akrepleri, insanoğlunun suretine girmiş ifridleri görürsün. (Mesnevi - Arabî, s.127)

Görülüyor ki, Bediüzzaman Nurşin köyünü Paris'e, Nurşin köyündeki tarikatı bugün tüm dünyayı uyuşturup dinden imandan uzaklaştıran masonluğa mukayese eder.

Önce bilmek sonra yapmak, bilmeden yapan ya çıldırır ya da bir cinne mahkûm olur. Ama bilgiyle sofi başlarsa ne çıldırır ne de bir cinne mahkûm olur. Bu da güzel bir tedavidir. Tatbikat edilmelidir. Gavs'ın meşrebinde veyahut ta halifelerde, halifenin halifelerinde samimi olan hatta Muhammed Raşid (k.s.)'in en yakınları olanlardan hiç bir şüphemiz yoktur ama uzaklarda bakıyoruz ki, kitap okumaya ehemmiyet vermiyorlar. Hâlbuki tasavvuf adabı öğrenmektir. Adab ise kitapsız olmaz. Önce ilim bilmek sonra ikincisi bilerek, o bilgi üzere Peygamber (s.a.v.)'in şeriatını tatbik etmek, üçüncüsü zikir ve rabıta, dördüncüsü sohbet ve tarikat devam eder. Öyle olmazsa mürid ya bir cinne mahkûm olur, ya hissine kapılıp çıldırır. Öyle olmazsa sofi olamaz.

Hâsılı kelam yukarıda İsmail Çetin Hoca Efendinin beyanlarından da anlaşılacağı üzere Risale-i Nur hakikatleri tasavvufun karşıtı bir ekol değil bilakis teşvikçisi bir yoldur.

Vesselam.

Kaynak: İsmail Çetin  ‘Edeple Varış Lütufla Dönüş’ adlı eser ve Feyz Dergisi.