BAYPROJE’nin düzenlediği edebi yarışmaların değerlendirme kurullarında, yıllardır görev alıyorum.
Bu görevi yerine getirirken, yöremde yaşayan günümüz gençlerinin sosyal gönül yapısını tanımayı, ardından da onların –becerebildiğim kadarıyla- yazın becerilerine katkı vermeyi, yeni ufuklar kazandırmayı amaçladım.
İlk yarışmalarda çok umutlandığım bir gerçek. Hele Pulur Lisesi öğrencileriyle Edebiyat Öğretmenlerinin, yöneticilerinin heyecanlı, yönlendirici tutumlarının bizlerde oluşturduğu umut ve heyecanı özellikle vurgulamalıyım. O yıl, bu umut ve heyecanımızı, Pulur lisesi öğrencileri, öğretmenleri, velileri ile okullarında paylaşmıştık.
Elbette beğenilerimizi, övgülerimizi dillendirdiğimiz kadar, eleştirilerimizi de belirttik.
Eleştirilerimizin odağını da günlükler, yazılar ve öykülerde işlenen konuların içeriği ve özellikle de dil ve yazım kurallarına uyumsuzluk oluşturdu.
Şimdi yazacaklarımı daha iyi anlamanız için Prof. Dr. Hülya Argunşah’ın Bayburt Postasına yazdığı makalesini (http://www.bayburtpostasi.com.tr/yasadigim-bir-gun makale,5155.html) okumanızı öneririm. Ki bu makale 12 Kasım 2012’de düzenlenen ilk yarışmanın genel değerlendirmesini ayrıntılı ve bilimsel olarak içermektedir. Argunşah, 8 yıl önce yazdığı bu makalesinde bakın ne diyor:
“…İki önemli konu üzerinde ısrarla durmak isterim. Bunlardan ilki ne yazık ki günlüklerde gözüme çarpan dil, dil hataları ve dil kullanımıdır. Hiç yazım hatası olmayan bir günlüğe rastlamadığımı söylesem acaba şaşırır mısınız?”
İşte sorun burada.
Kişi, ne denli yoğun duygu, yaratıcı düşünce, gözlem gücü, çözümleme becerisi taşırsa taşısın, bunlardan yararlanarak oluşturduğu düşünce ve duygularını sözlü ya da yazılı ne kadar anlatabilir ki! Ya da anlattıkları onun iç dünyasındaki varsıllığı nereye kadar aktarabilir ki!
Okuma yoluyla sözcük dağarcığını genişletmeyen, dilindeki anlatım/yazım kurallarını kullanma becerisini geliştirmeyen bir kişinin, anlatımlarında başarılı olma olasılığı yoktur.
Argunşah aynı makalede şunu da belirtiyor:
“…İnsana dilini ve bu dilin imkânlarını gösteren etkinliklerden biri yazmaksa diğeri o dilin kullanıldığı iyi metinleri okumaktır.
Üzülerek belirtmeliyim ki aradan bu kadar yıl geçmesine karşın değerlendirdiğim metinlerde dil, dil kurallarına uyum, tümce kuruluşları, yazı düzeni alanlarında değil gelişme hüzün veren bir gerileme var. Argunşah’ın yıllar önce söylediği gibi “Ülkemizde okuma kültürü oluşturmak için yapılmakta olan bütün girişimlere, alınmış bütün kararlara rağmen tersine hiçbir mesafenin kaydedilmemiş olması ilgi çekicidir.” Ne yazık ki bu “mesafe” açık ara sürüp gidiyor.
Benim asıl vurgulamak istediğim yukarıda belirttiğim biçimsel eksikler değil. Katılımcıların seçtikleri konularda ve anlatımlarındaki derin hüzün ve yoğun umutsuzluk… Son incelediğim 40 öykünün 33 tanesinde ya ölüm, acı, çaresizlik işlenmiş ya da iyi giden işler, hüzünle sonlanmış.
Bu gençlerin duygu dünyalarında hiç mi mutluluk, sevgi, güzellik, doğa tutkusu… yok! İç dünyalarını yansıtan öykülerinde niye bunlara daha çok yer vermiyorlar? Gözlemlerinin içinde hiç mi insan, doğa sevgisi yoktur? Niye öykülerinde okuyanları güzelliğe, mutluluğa, sevgiye… yönlendirecek anlatımlara yer vermiyorlar?
Elbette edebi yapıtlarda hüzün, acı, zorluklar, ölüm… temaları kullanılabilir. Bu temaları işleyen ve yapıtlarıyla ünlenen sanatçılar da vardır. Ne ki bu temalar kullanılırken okuyucuyu bıktırmamalı, içini karartmamalıdır.
Üzülerek belirtmeliyim ki bu 40 öyküyü okurken içim karardı. Gençlerin bu hüzün tutkusu, ölümle kucaklaşması bir eğitimci olarak beni çok kaygılandırdı.
Daha sonra, gençlerin bu kaygı verici karamsarlıklarının üzerinde ayrıntılı olarak durmayı düşünüyorum.
Öncelikle, bu durumun nedeninin gençler değil, onları yetiştiren ana/babaların, biz eğitimcilerin ve özellikle de eğitildikleri ortam olduğunu belirtmeliyim.
Ayrıca bu sorunun ülkemiz gençliğinin temel sorunu olduğu da bir gerçek.
Ne ki Bayburt gençlerinin bu sorundaki yerinin ne denli yoğun olduğu, yapıtlarında açıkça görülüyor.
Sanırım öykülerdeki bu biçimsel ve içerik sorunları, yapıtları inceleyerek seçen öğretmenlerin de dikkatini çekmiş, umarım ne yapmaları gerektiğini de düşünmüşlerdir.
Bir de edebi alandaki çalışmalarını yakından tanıdığım BAYDER gibi etkinliği olan sivil toplum kuruluşlarının, bu konuda özellikle çalışmalar yapmaları gerektiğine inanıyorum.
Sözü Argunşah’la bitirelim: “… bu çocukların hayatında hiç güzel bir şeyin olmadığını, çok ama çok sıkıldıklarını fark ettim. Aşk olsun onlara, hayatlarının içinde aşk bile yok. Hâlbuki ben onlara ait satırların arasında gizlenmiş bir çift gözün izini sürmek isterdim. Oysa onlar ‘delikanlı’ denildikleri bir çağda, hayatla ilgili bambaşka beklentilerinin olması gereken bir çağdalar.”
Bu görevi yerine getirirken, yöremde yaşayan günümüz gençlerinin sosyal gönül yapısını tanımayı, ardından da onların –becerebildiğim kadarıyla- yazın becerilerine katkı vermeyi, yeni ufuklar kazandırmayı amaçladım.
İlk yarışmalarda çok umutlandığım bir gerçek. Hele Pulur Lisesi öğrencileriyle Edebiyat Öğretmenlerinin, yöneticilerinin heyecanlı, yönlendirici tutumlarının bizlerde oluşturduğu umut ve heyecanı özellikle vurgulamalıyım. O yıl, bu umut ve heyecanımızı, Pulur lisesi öğrencileri, öğretmenleri, velileri ile okullarında paylaşmıştık.
Elbette beğenilerimizi, övgülerimizi dillendirdiğimiz kadar, eleştirilerimizi de belirttik.
Eleştirilerimizin odağını da günlükler, yazılar ve öykülerde işlenen konuların içeriği ve özellikle de dil ve yazım kurallarına uyumsuzluk oluşturdu.
Şimdi yazacaklarımı daha iyi anlamanız için Prof. Dr. Hülya Argunşah’ın Bayburt Postasına yazdığı makalesini (http://www.bayburtpostasi.com.tr/yasadigim-bir-gun makale,5155.html) okumanızı öneririm. Ki bu makale 12 Kasım 2012’de düzenlenen ilk yarışmanın genel değerlendirmesini ayrıntılı ve bilimsel olarak içermektedir. Argunşah, 8 yıl önce yazdığı bu makalesinde bakın ne diyor:
“…İki önemli konu üzerinde ısrarla durmak isterim. Bunlardan ilki ne yazık ki günlüklerde gözüme çarpan dil, dil hataları ve dil kullanımıdır. Hiç yazım hatası olmayan bir günlüğe rastlamadığımı söylesem acaba şaşırır mısınız?”
İşte sorun burada.
Kişi, ne denli yoğun duygu, yaratıcı düşünce, gözlem gücü, çözümleme becerisi taşırsa taşısın, bunlardan yararlanarak oluşturduğu düşünce ve duygularını sözlü ya da yazılı ne kadar anlatabilir ki! Ya da anlattıkları onun iç dünyasındaki varsıllığı nereye kadar aktarabilir ki!
Okuma yoluyla sözcük dağarcığını genişletmeyen, dilindeki anlatım/yazım kurallarını kullanma becerisini geliştirmeyen bir kişinin, anlatımlarında başarılı olma olasılığı yoktur.
Argunşah aynı makalede şunu da belirtiyor:
“…İnsana dilini ve bu dilin imkânlarını gösteren etkinliklerden biri yazmaksa diğeri o dilin kullanıldığı iyi metinleri okumaktır.
Üzülerek belirtmeliyim ki aradan bu kadar yıl geçmesine karşın değerlendirdiğim metinlerde dil, dil kurallarına uyum, tümce kuruluşları, yazı düzeni alanlarında değil gelişme hüzün veren bir gerileme var. Argunşah’ın yıllar önce söylediği gibi “Ülkemizde okuma kültürü oluşturmak için yapılmakta olan bütün girişimlere, alınmış bütün kararlara rağmen tersine hiçbir mesafenin kaydedilmemiş olması ilgi çekicidir.” Ne yazık ki bu “mesafe” açık ara sürüp gidiyor.
Benim asıl vurgulamak istediğim yukarıda belirttiğim biçimsel eksikler değil. Katılımcıların seçtikleri konularda ve anlatımlarındaki derin hüzün ve yoğun umutsuzluk… Son incelediğim 40 öykünün 33 tanesinde ya ölüm, acı, çaresizlik işlenmiş ya da iyi giden işler, hüzünle sonlanmış.
Bu gençlerin duygu dünyalarında hiç mi mutluluk, sevgi, güzellik, doğa tutkusu… yok! İç dünyalarını yansıtan öykülerinde niye bunlara daha çok yer vermiyorlar? Gözlemlerinin içinde hiç mi insan, doğa sevgisi yoktur? Niye öykülerinde okuyanları güzelliğe, mutluluğa, sevgiye… yönlendirecek anlatımlara yer vermiyorlar?
Elbette edebi yapıtlarda hüzün, acı, zorluklar, ölüm… temaları kullanılabilir. Bu temaları işleyen ve yapıtlarıyla ünlenen sanatçılar da vardır. Ne ki bu temalar kullanılırken okuyucuyu bıktırmamalı, içini karartmamalıdır.
Üzülerek belirtmeliyim ki bu 40 öyküyü okurken içim karardı. Gençlerin bu hüzün tutkusu, ölümle kucaklaşması bir eğitimci olarak beni çok kaygılandırdı.
Daha sonra, gençlerin bu kaygı verici karamsarlıklarının üzerinde ayrıntılı olarak durmayı düşünüyorum.
Öncelikle, bu durumun nedeninin gençler değil, onları yetiştiren ana/babaların, biz eğitimcilerin ve özellikle de eğitildikleri ortam olduğunu belirtmeliyim.
Ayrıca bu sorunun ülkemiz gençliğinin temel sorunu olduğu da bir gerçek.
Ne ki Bayburt gençlerinin bu sorundaki yerinin ne denli yoğun olduğu, yapıtlarında açıkça görülüyor.
Sanırım öykülerdeki bu biçimsel ve içerik sorunları, yapıtları inceleyerek seçen öğretmenlerin de dikkatini çekmiş, umarım ne yapmaları gerektiğini de düşünmüşlerdir.
Bir de edebi alandaki çalışmalarını yakından tanıdığım BAYDER gibi etkinliği olan sivil toplum kuruluşlarının, bu konuda özellikle çalışmalar yapmaları gerektiğine inanıyorum.
Sözü Argunşah’la bitirelim: “… bu çocukların hayatında hiç güzel bir şeyin olmadığını, çok ama çok sıkıldıklarını fark ettim. Aşk olsun onlara, hayatlarının içinde aşk bile yok. Hâlbuki ben onlara ait satırların arasında gizlenmiş bir çift gözün izini sürmek isterdim. Oysa onlar ‘delikanlı’ denildikleri bir çağda, hayatla ilgili bambaşka beklentilerinin olması gereken bir çağdalar.”