Erdinç Gültekin, üretken bir öykü yazarı. Kısa öykünün günümüzdeki ustalarından…
İki kitabını gönderdi geçenlerde bu dost yazar, “Kekeme” adlı kitabını okudum (Klaros Yayınları), diğerini daha önce Kora Yayınevi yollamıştı, bir şeyler yazdığımı da anımsıyorum, bundan dolayı, ondan söz etmeyeceğim.
Evet kısa öyküler… Tıpkı Halikarnas Balıkçısı’nın dediği gibi: “Tek oturumluk”… Yormuyor insanı, gereksiz ayrıntı ve betimlemelere daldırıp sıkmıyor. Bu kısalığa, derin iletiler, uzun düşünceler ve büyük dersler sığdırabiliyor. Bu özel bir ustalık. Öyle ki, “Kahvaltı” adlı öyküsü bir paragraf yalnızca.
Öykülerdeki olaylar ve insanlar sıradan, yaşamın içinden… Diyaloglar yapmacık değil, adamına göre ve toplumun gerçek yansıması… Sövgüleri bile olduğu gibi apaçık almış yazar, almış ve metne öyle bir yedirmiş ki, zerre kadar bile sırıtmıyor. Bir gazetecinin yakalayabileceği çelişkiler, düşündürücülükler, bunları görmüş Erdinç Gültekin … Bu görme, uyarmalara, uyandırmalara yol açıyor bence. Öykülerin birçoğunda, alaya alma, dalga geçme ögelerini görüyoruz. Bu bir aşağılama, küçük görme değil, nesnel olarak görme ve bu görmeyi topluma yansıtma: “Al kendine bak!”
Kimi öykülerden özel olarak söz edelim: “İkizler” öyküsünün kurgusu çok hoş. “Son Sözler” adlı öyküde, bir yazarın yakınları arasındaki yalnızlığı, itilmişliği, küçümsenmişliği ele alınıyor. Ve sonra iş “Bir yazar ölmüş diyeler” aşamasına gelindiğinde neler oluyor neler. Bu “neler” isyan ettiren, yuh çektiren, pes dedirten cinsinden. “Gözyaşı Partisi” öyküsünde, tuzu kuru ve sırtı kalınların, yoksul ve ezilenlere ancak çok gülme sonucunda gözyaşı dökebileceği ironik bir biçemle anlatılıyor. Kitaba adını veren “Kekeme” adlı öykü de bellekte iz bırakan, yer yer de gülümseten bir öykü.
İki kitabını gönderdi geçenlerde bu dost yazar, “Kekeme” adlı kitabını okudum (Klaros Yayınları), diğerini daha önce Kora Yayınevi yollamıştı, bir şeyler yazdığımı da anımsıyorum, bundan dolayı, ondan söz etmeyeceğim.
Evet kısa öyküler… Tıpkı Halikarnas Balıkçısı’nın dediği gibi: “Tek oturumluk”… Yormuyor insanı, gereksiz ayrıntı ve betimlemelere daldırıp sıkmıyor. Bu kısalığa, derin iletiler, uzun düşünceler ve büyük dersler sığdırabiliyor. Bu özel bir ustalık. Öyle ki, “Kahvaltı” adlı öyküsü bir paragraf yalnızca.
Öykülerdeki olaylar ve insanlar sıradan, yaşamın içinden… Diyaloglar yapmacık değil, adamına göre ve toplumun gerçek yansıması… Sövgüleri bile olduğu gibi apaçık almış yazar, almış ve metne öyle bir yedirmiş ki, zerre kadar bile sırıtmıyor. Bir gazetecinin yakalayabileceği çelişkiler, düşündürücülükler, bunları görmüş Erdinç Gültekin … Bu görme, uyarmalara, uyandırmalara yol açıyor bence. Öykülerin birçoğunda, alaya alma, dalga geçme ögelerini görüyoruz. Bu bir aşağılama, küçük görme değil, nesnel olarak görme ve bu görmeyi topluma yansıtma: “Al kendine bak!”
Kimi öykülerden özel olarak söz edelim: “İkizler” öyküsünün kurgusu çok hoş. “Son Sözler” adlı öyküde, bir yazarın yakınları arasındaki yalnızlığı, itilmişliği, küçümsenmişliği ele alınıyor. Ve sonra iş “Bir yazar ölmüş diyeler” aşamasına gelindiğinde neler oluyor neler. Bu “neler” isyan ettiren, yuh çektiren, pes dedirten cinsinden. “Gözyaşı Partisi” öyküsünde, tuzu kuru ve sırtı kalınların, yoksul ve ezilenlere ancak çok gülme sonucunda gözyaşı dökebileceği ironik bir biçemle anlatılıyor. Kitaba adını veren “Kekeme” adlı öykü de bellekte iz bırakan, yer yer de gülümseten bir öykü.