Avrupa’ya 1699’a kadar gelen evrede birinci tehdit Osmanlı’dan gelmiştir hep. Bunun üzerine Avrupa’da Türk karşıtı birliktelik düşüncesi oluşur. Ve Fransız Devlet Adamı Sully, ilk defa Birleşik Avrupa Projesi girişimini başlatan lider olarak karşımıza çıkar. Kaldı ki karşı çıkış başlatmasa da Osmanlı’nın Viyana yenilgisi ve donanmasının Hint okyanusundan çekilmesi onları birliktelik yolunda cesaretlendirecektir. Nitekim Osmanlı’nın çöküşe geçtiğine iyice kanaat getirdiklerinde tüm Avrupa’yı harekete geçireceklerdir. Böylece topraklarımızın bölüşülme hamlelerine girişilir de. Zaten bir devlet hasta yatağına düşmeye dursun, hiç kimse geriye dönüp de bir zamanlar bize kol kanat germiştiniz, sizin adalet şemsiyeniz sayesinde hür yaşamıştık demez, bilakis düşene bir tekmede kendileri vurup kuyusunu kazma pozisyonu alacaklardır. İngiltere ahde vefaymış, şuymuş buymuş umurunda mı sanki, fırsat bu ya, Osmanlı hasta yatağına düşmüşken hemen Kıbrıs’a postu serip sonrasında Mısır’ı kuşatma altına alarak Hint yolunu kontrolüne alacaktır.

Avrupa için bir noktadan sonra Osmanlı tehdit kapsamında görülmez, yerine ikinci tehdit kapsamında Rusya görülür. Bikere Çar Deli Petro’nun sıcak denizlere inme hevesi öteden beri biliniyor, bir sır değil zaten. İşte bu doğrultuda Rusya’nın yayılma politikaları ve işgal girişimleri Avrupa için yakın tehdit kapsam alanı içerisinde değerlendirilir. Ancak Rusya için ortada daha henüz hâlihazırda bir caydırıcı müeyyide uygulanmayacak manasına bir değerlendirmedir bu. Her neyse Avrupa değerlendirme safhasıyla vakit geçire dursun, bizim ahı gitmiş vahı kalmış halimiz bile onların diri haline taş çıkartıcasına Osmanlı hasta yatağında bile Rusya’ya karşı tek ciddi manada tek direnen ülke olduğunu gerçeğini değiştirmeyecektir. Ne diyelim, işte Avrupa’nın çifte standart yüzü bu. Baksanıza adamlar hem bir yandan Rusya’yı tehdit kapsamında değerlendiriyorlar, hem de bu ne perhiz bu lahana turşusu cinsinden Osmanlı’ya karşı Çarlık Rusya’yı ittifaka ve işbirliği yapmaya davet edecektir. Zira baktılar ki, Rusya almış başını Doğu Avrupa'ya doğru hızla yayılma istidadı gösteriyor, Osmanlı hastada olsa Osmanlıyla dayanışma içerisine girmek durumunda kalacaklardır.

Malum batı hayranlığı Tanzimat'la birlikte topraklarımıza sirayet eden bir maraz hastalıktır. Hatta işi sadece hayranlık seviyesinde tutmayıp soğuk savaş sonrası NATO’ya dâhil olmakla batıyla olan ilişkilerimizi daha da pekiştirip bir başka mecraya kaydırırız. Kaydırmamızda gayet tabiidir. Çünkü o yıllarda komünizm Avrupa’nın baş belası bir ideoloji olduğu gibi bizimde baş belamızdı. Bu yüzden Türkiye’nin Varşova Paktı karşısında NATO’da yer almasına şaşmamak gerekir. Dolayısıyla Kore’ye asker göndermekle NATO’daki konumumuzu güçlendirmiş oluruz da. Derken batı dünyasına bir noktada iyi niyet gösterisi olarak göz kırpmış oluruz. Dahası bu arada Sovyet yayılmacılığı karşısında kendimizi korumaya almış oluruz. Sadece kendimizi korumak mı, icabında komünizm tüm dünyayı tehdit eder bir ideoloji kapsamı alanı olmaktan çıkıp, tüm insanlığın rahat bir nefes almasını beraberinde getirir. Ama bunla yetinmemeliydi, Avrupa çifte standart maskesinden de kurtulmanın yolları aramalıydı.

Bakın, Fransız düşünürü Remi Brague ne tavsiyede bulunuyor: ‘Avrupa’ya Romalı tavrına dönerek kendi dışındaki toplumlara kapılarını açması gerekir.” Ve şu uyarı vazifesini yapmayı da ihmal etmez, der ki: ‘Şayet Avrupa kendi değerlerinin aksi istikamette bir yol izlerse kendi içine kapanıp karanlık çağına dönmüş olacaktır.’ Yine benzer bir açıklamada Josep Fontana’dan gelir, o da şöyle der: “Eğer kendimizi kapalı duvarların gerisine hapsetmekte ısrar edersek hem içerden hem dışarıda can vereceğiz demektir, böylece şimdiye kadar yarattığımız uygarlıklar yok olacak ve bizim için kapalı bir yeni sahife açılacaktır.”

Evet, Avrupa’nın bir takım sağduyulu aydınların kaygılarında yerden göğe kadar haklıdırlar. Dile getirdikleri kaygıları gayet açık ve net ortada: Avrupa kendi dışındakileri ötekiler olarak kategorize ettiği sürece bu kez kendi geleceğini karartıp düşüşü kaçınılmaz olacaktır. Hele ki geçmişte Avrupa’nın kurulmasında İslam medeniyetinin çok büyük katkısının olduğunu düşündüğümüzde kendi dışındakileri öteki görme huylarından vazgeçmeleri gerekmektedir. Nasıl ki tarihte İslam medeniyeti farklılıkları zenginlik addedip insanlığa soluk aldırmışsa,   bugünkü Batı kulübü de farklılıkları zenginlik addedip soluk olabilirdi pekâlâ. Düşünsenize İtalyan Tarihçi Cardini; Sicilya ve Napoli'de İslam Medeniyetinin kaynak izlerini takibe koyulduğunda bir de ne görsün; Napoli şehri yöneticileri; kendilerini Bizanslıların ve Longobardi Prenslerinin baskısından ve zulmünden korumaları için Müslümanları ülkelerine çağırdıklarını gözlemler. Ve böylece Endülüs’te filizlenen İslam Medeniyetinin Avrupa’nın şekillenmesinde rol oynadığı kanaatine varır. Bu arada İtalyan tarihçi Cardini; İslam’ın Avrupa’nın doğrudan kurucu unsuru olduğuna iyice kanaat getirdikten sonra şu sözleri söylemekten çekinmez de: “Avrupa’nın 18. yüzyıla kadar Müslümanlara bakışı bugünkü gibi ön yargılı değildi, ama 19. ve 20. yüzyıllarda Avrupalıya bihaller oluyor ve bundan böyle Müslümanlara öteki toplum gözüyle bakmaya başlayacaklardır.”

Evet, Batılılar farkında ya da değil, gerçek şu ki; İslam’ı aradan çıkarmaya kalkışıldığında Avrupa tarihinin ne dününden, ne bugününden, ne de yarınından söz etmenin hiçte bir kıymeti harbiyesi kalmayacaktır. Her ne kadar batı ülkelerinin nüfus çoğunluğu Hıristiyan olsa da İslam Medeniyetinin Avrupa’nın şekillenmesinde rol oynadığı gerçeğini nereye kadar görmezden gelinebilir ki. Madem öyle Avrupa aklını başına toplayıp bir an evvel bağrında taşıdığı tüm Müslüman nüfusuyla barışık kalmanın yollarını aramalı. Ya da farklılıklarla beraber bir arada yaşamanın keyfine bakmalı. Aksi halde ruhi bunalım içerisinde kıvranan Avrupa’nın geleceği karanlık olacaktır. Müslümanları öteki görmekle nereye varılabilir ki. Olsa olsa varacakları yer kendi kendilerinin kuyusunu kazmak olacaktır. Aslında Doğu ve Batı bir elmanın iki yarım küresi gibi birbirini tamamlamak için vardır. Bakınız tarih boyunca gerek sosyo-ekonomik gerekse kültürel bakımdan birbirlerine bir şeyler vererek bir şeyler alarak ilişkilerini sürdürmeye çalışmışlardır. Peki, bu durumda tam bir elma olmak varken kendi dışındakileri öteki görüp yarım elmaya razı olmak niye? Hiç kuşkusuz bu sorunun cevabı Bediüzzaman Said Nursi şu müthiş sözlerinde gizli: “Avrupa Osmanlı’ya gebe, Osmanlı da Avrupa’ya gebe.”

Evet, İslam’ın soluğuyla nefeslenmeye sadece bizim değil Avrupa’nın da ihtiyacı var. Keza tersinden düşündüğümüzde teknolojinin meyvelerinden istifade etme noktasında en az Avrupa kadar bizimde ihtiyacımız söz konusudur. İşte Bu yüzden Bediüzzaman Avrupa Osmanlıya gebe, Osmanlıda Avrupa’ya gebe demiştir.  Öyle ya, madem karşılıklı birbirimizin bir elmanın iki yarım küresi gibiyiz, o halde bir bütün elma olmak varken sadece Hıristiyan kulübü kalmak niye. Dedik ya, Avrupa neydik edip bu tür takıntılardan bir an evvel kurtulmalı. Hiç kuşkusuz bunun yolu Türkiye’nin AB’ye tam üye olmasında geçmekte. Böylece geçişimizle birlikte Avrupa’yı bu tür bağnaz takıntılardan kurtarmaya yetecektir. Malum, başlangıçta Avrupa Birliği projesi kendi aralarında çıkan kavgalara son vermek için kurgulanmış bir projeydi. Yani, II. Dünya Savaşında yaklaşık elli milyon insanın canına mal olan acıların bir daha yaşanmaması için bu projeye start verilmişti. Şimdi ise gelinen noktada sanki kendi aralarında geçmişte hiç bir şey yaşanmamışçasına bu kez AB şemsiyesi altında öteki gördüklere toplumları birbirine düşürerek dünyayı kan gölüne çevirmekteler. Ne diyelim ‘bir gün keser döner, sap döner, gün gelir hesap kendilerine döner’ misali, bir bakmışsın kendi kendilerinin kuyusunu kazıyacakları günlerin eşiğine yeniden gelmişler. Zaten bunun ilk işaretlerini şimdiden görüyoruz da. Bakın yıllardır bize karşı kırk dereden kırk su getirip aralarına almayanlar şimdilerde kendi aralarında çıkan çatırdamalarla meşguller. Böyle giderse AB’nin o tek bayrak altında yekvücut Büyük Avrupa olma hayali güme gidecektir. Nitekim İngiltere’nin Avrupa Birliğinden kopması, Kuzey İrlanda ve İskoçya’nın çıkma isteği bunun en bariz göstergeleri.

Her ne kadar AB projesi dünden bugüne yüzyılın en büyük projesi olarak takdim edilse de her geçen gün AB karşıtlarının dünya ölçeğinde etkisini hissettirmesiyle birlikte AB’nin eski havasında olmadığı gün gibi açık ortada. Hele ki, AB’nin 732 daimi üyesinin Avrupa Parlamentosu seçimlerinde  (AP) kırka yakın temsilcinin fire verip aleyhte görüş bildirmeleri birliğin kendi içinde çatırdayacağının ilk işaretlerini vermeye yetmiştir. Zaten AB kendi içindeki Brüksel kalesine konuşlanmış Truva atlarıyla güç kaybına uğruyor da. AB konusunda uluslararası platformda yaşananlara baktığımızda her geçen gün çöküşün eşiğine yaklaştığı uzak bir ihtimal gözükmüyor. Hele ki dünya ölçeğinde nükseden AB karşıtı gösterilere baktığımızda bir bakıyorsun kimi zaman sağcılar, kimi zaman solcular AB karşıtlığı ekseninde boy gösterebiliyorlar. Kimi zamanda bir bakıyorsun aşırı milliyetçiler ve küreselleşme aleyhtarı gruplar kol kola girmiş birlikte eylemler tertipleyebiliyor. Derken birde bunun üstüne Roma’da imzalanan Avrupa Anayasası’nın AB üyesi ülkelerde referanduma sunulması tartışmalarında ortaya çıkan birtakım pürüzler zihinlerde ister istemez ‘Acaba AB'de dağılma sürecine mi giriyor kuşkularını daha da derinleştiriyor. Üstelik bu kuşkuları dağıtacak bir elde devreye girmez durumda. Besbelli ki bu kez işleri çok zor gözüküyor, bu durum ne Hitler’in zorla Avrupa’yı zapturapt altına alma (Avrupa’yı kontrol altına alma) şeklinde tezahür eden baskıcı uygulamalarıyla önlenebilir, ne de Brüksel koridorlarında kulis yapmakla önlenecek gibi gözükmüyor. Şimdilik ortada sadece dağılmakta olan kulübe daha çok para aktarmak yoluyla ayakta tutunma çabası gözükmektedir. Ne diyelim, Ey Avrupa! Sen misin bizi Avrupa Birliğine almayıp salonda beklemeye alan, al işte sana şimdi kendi daimi üyelerini elinden kaçırmamak için uğraş durur hale düşersin böyle.

Hatırlarsınız Avrupa bir ara Türkiye’nin AB tam üyeliğine sıcak bakar havada göz kırpar gibiydi. Ama sonrasında Türkiye güçlendikçe bir baktık üzerimizde boza pişirmeye kalkışır moda geçtiler. Tabii bunu Gezi olaylarına verdikleri destekten, 15-25 Aralık ve 15 Temmuz darbe girişimlerine sessiz kalıp sırra kadem basmalarından anlıyoruz. Yetmedi bunu Türkiye’yi yeniden denklem dışında tutma eğiliminden anlıyoruz. Denklem dışında tuttular da ne oldu, yalvaracak halimiz yok ya, bu kez karşılarında artık eski Türkiye yok, bilakis gündem belirleyen Türkiye var. Hatta bir gün gelir roller değiştiğinde onlar kapımızı çalar hale düşeceklerdir. Zira her geçen gün dinamizmini kaybetmeye yüz tutmuş yaşlı Avrupa’yı bataklıktan kurtaracak çare ancak Türkiye olabilir. Bikere her şeyden önce İslam ülkeleriyle olan ekonomik sosyal kültürel münasebetlerde Türkiye’nin birikimine ve engin tecrübesine ihtiyaçları var. İşte bu noktada Türkiye, Avrupa ile Müslüman ülkeleri arasında köprü vazifesi yapacak tek ülke konumunda gözüküyor. Ancak şu da bir gerçek, geldiğimiz noktada tüm dünya ülkelerine yön veren AB ve ABD değil, asıl küresel güçler ve derin yapılar yön vermekte. Bakmayın siz öyle Amerikanın süper devlet olarak hava basmasına, oysa ortada bir görünen Amerika, birde görünmeyen Amerika var. Her ne kadar görünüşte güç gösterisinde Amerika ve Avrupa sahne almış gözükse de kazın ayağı hiçte öyle değil,  her iki görünür gücün üstünde derin küresel boyutta yapıların gölgesinde ancak hava basabiliyorlar. Yinede her ne şekilde sahne alırsalar alsınlar bu oyun bir şekilde bozulmalı. Küresel güçlerin oyununu bozmak içinde her şeyden önce Avrupa’nın ayağına dolanan prangaları atıp Türkiye’nin yedi düvele karşı verdiği terör mücadelesinde köstek değil tam aksine destek olmaları icab eder. Hele ki başta PKK,  PYD, DAİŞ ve FETÖ gibi tüm terör örgütleriyle dişe diş, kana kan verdiğimiz canhıraş mücadelemizde yanımızda olmaları lazım gelir. Aksi takdirde insanlığı kasık kavuracak noktalara taşan terör belası bugün bizi, yarın onları da can evinden vuracaktır. Zaten bunun emarelerini bugünden görür gibiyiz, baksanıza terör belası bir bakıyorsun bu gün Brüksel’de, bir bakıyorsun Paris’te, bir bakıyorsun G- 20 Zirvesine ev sahipliği yapan Almanya’nın Hamburg’ta, bir bakıyorsun bir başka ülkede can evinden vurulabiliyor. Madem öyle Brüksel koridorlarında sözü geçen ülke olarak bilinen Fransa ve Almanya’nın tam üyelik işlemlerinde Türkiye’yi dışlayıcı tutumlarından vazgeçmelerinde fayda var. Türkiye’nin o müthiş engin tecrübesine sırt çevirmemeleri gerekir ki, her geçen gün itibar kaybına uğrayan AB, yeniden itibar kazanabilsin. Ama gel gör ki, Almanya artık terör örgütlerinin cirit attığı sığınacak liman hale gelmiş durumda. Güya kendince terör üzerinden nemalanacağını düşünüyor, belli ki Hamburg’ta G-20 zirvesinde yaşananlardan ders almayacak. Hem nereye kadar it kopuk sürüsüyle bir arada yaşayabilirler ki. Her türden terör hadiselerine sessiz kaldılar da ne oldu, demek ki Paris’in göbeğinde çok rahatlıkla bomba patlatılabiliyormuş. Bugün bize yarın dedik ama bize pek kulak asmadılar. Hiç kuşkusuz kulak verilmese olacağı buydu. Şayet Avrupa yarınından emin olma ve güven içerisinde yaşama diye bir derdi varsa Türkiye’nin dört bir tarafından sarmış olan tüm terör örgütlerine karşı verdiği amansız mücadelesinde köstek değil destek olmalıdır.

Peki, Avrupa’nın ikide bir derin güçlerin gazına gelip Kıbrıs meselesi ve Ermeni soykırım mevzularında Türkiye’yi köşeye sıkıştırma oyunlarına alet olmasına ne demeli. Zaten oyuna gelmeseler şaşardık, çünkü haçlı zihniyeti ve körkütük Romantik Yunan aşkı bunu gerektiriyor. Maalesef huylu huyundan bir türlü vazgeçmiyor. Oysa uluslararası ilişkiler dini taassup ekseninde yürüyen bir alan değildir, malum olduğu üzere ilişkilerin ana eksenini ekonomik, sosyal, siyasi, askeri boyut oluşturur. Ama gel gör ki, Papa sanki siyasi lidermiş gibisine üstüne vazife olmayan işlerde Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkıp görüş belirtebiliyor. Yine Yunan Kilisesi lideri ve Atina Başpiskoposu Hristodulos konumunun dışında bir bakıyorsun şom ağzını açıp “şayet Türkiye’nin üyeliği gerçekleştirilirse Avrupa’nın Türkleşeceği” feveranını koparabiliyor. Tabii Avrupa, Papanın her ağzından çıkacak lafa kulak kabartırsa bu tür bühtanları gerçek sanacaktır. Oysa ortada ne Türkleşmek, ne de asimilasyon var,  tam aksine uluslararası ilişkiler boyutunda birbirlerinden yararlanma amacı vardır. Zaten tarihi süreç içerisinde Türk ve Avrupa ilişkilerinde de aynı amaç söz konusuydu. Nitekim tarih boyunca hem Türkler hem de Avrupalılar birbirlerine hem kültür aktarmışlar, hem de kültür alarak ilişkilerini sürdürmüşlerdir Bunun sonucu olarak da karşılıklı zengin kültür havzası oluşturmuşlardır. Misal mi? İşte Mozart ve Beethoven bizim mehteranımıza hayran kalaraktan kendi müzik orkestralarını zenginlik katmışlardır. Keza Makedonyalı Büyük İskender’de Roma’yı fethederek ayrı bir renk katmıştır. Malum,  Fatih Sultan Mehmed’de Peygamber dilinde müjdelenen o büyük kumandan edasıyla İstanbul’u fethettiğinde üçüncü Roma olarak Ayasofya’nın dört bir yanına dikilen minareler ve kubbesine yerleştirilen Hilalle Bizans’ın kızıl küresini Kızılelma’ya dönüştürerek renk katmıştır. Tabii Fatih Sultan Mehmet bu ya, bunla da yetinmeyecektir, Kızılelma’yı bu kez Saint Pierre Kilisesinin kubbesine taşımayı hedefleyecektir. Ancak ne var ki bu hedefini gerçekleştirmeye ömrü kifayet etmez. Olsun, sonuçta Kızılelma sultanlarla kaim değil ya, dünya döner devran döndükçe Fetih ruhu hiç sönmeyecek Kızılelma olarak parlayacaktır. Çünkü Fetih açılmak demektir, işte bu açılım ruhu sayesinde dur durak bilmeksizin bir şekilde yeni kültür havzalarına açılabiliyoruz. Bir başka ifadeyle fetih ruhu kendi kültür ikliminde kapalı havza olarak kalmak değildir, bilakis ileriye doğru açılım demektir.

Peki, biz kendi Kızılelma ülkümüzle yeni kültür havzalarına yelken açarken, batı kendi kızıl küresiyle nasıl bir yol izlemekte? Malumunuz, Batı 4. yüzyılın başlarına geldiği süreçte kendi içindeki Hıristiyanların mevcut Roma düzenine başkaldırıp kilise düzenlerini ikame ettiklerinde Haçlı ruhu edineceklerdir. Hatta bu arada Konstantin’in Hıristiyanlığı kabul etmesiyle birlikte imparatorluk düzeni batıdan doğu yakasına kayar. Derken başkent Roma yerine Konstantinopolis sahne alır. Ancak bu el değişikliği Teodosius’un vefatına dek sürer. Değim yerindeyse Teodosius sonrası batı açısından tam bir fetret devri dersek yeridir. Çünkü bu noktadan sonra Roma imparatorluğu çift başlı imparatorluğa ayrılacaktır. Bunun sonucu olarak Roma imparatorluğunun batı yakasını Roma temsil ederken, doğu yakasını da Konstantinopolis temsil eder. Ancak Batı Roma ardı ardına gelen barbar baskınları karşısında elinde tutuğu kızıl küre meşalesiyle hükümranlığını sürdüremeyecektir. Fakat Doğu imparatorluğu kızıl küresiyle bin yıl daha bir hükümran kalmasını bilecektir.

Hiç kuşkusuz Roma İmparatorluğundan sonrası en uzun ömürlü imparatorluk Osmanlı’dan başkası değil elbet. Üstelik İstanbul’u fethettiğimizde Romanın mirasına sahip çıkmışız da. Dikkat ettiyseniz bu mirasa Bizans’ın varisi olarak sahiplenmemişiz, bilakis Romanın varisi olarak sahiplenmişiz. Çünkü Bizans, Konstantinopolis kentine ait meskûn bir yerleşim birime atfen verilen bir isimlemedir, yani yıkılan Doğu Roma imparatorluğun ardından verilen bir yafta yakıştırmadır. Kaldı ki Bizanslılar bile kendilerini Bizanslı görmez, kendilerin hep Romalı olarak addederler. Aslında bu tür yakıştırmaların kökenine indiğimizde bunun altında Almanlar çıkacaktır. İşte Almanlar bu ya, Batı Roma yıkılır yıkılmaz akabinde gevşek birtakım dukalıklar birliğinden oluşmuş Kutsal Roma Germen İmparatorluğunu gerçek Roma olaraktan ileri sürerekten Bizans ismini ortaya atacaklardır Bilhassa bunda 18. ve 19. asırlardan sonra bir kısım Fransız aydınları ve Alman tarihçilerin zihinlere kazıdıkları algı operasyonların payı çok büyüktür. Hatta algı operasyonlarıyla “Bizans” ibaresine içerik katmak içinde sembolik olarak ay’ın (hilal) Bizans Tanrıçası Diana'yı temsil ettiğini, yıldız’ın ise Hıristiyan Constantinople’nin koruyucu Azizesi Mary’i temsil ettiğini pekiştirecek sembolize anlam yükleyeceklerdir. Onlar sembolik anlam yükleye dursunlar, biz söz konusu ay ve yıldızı engin kültür harcımızla yoğurarak Hilali İslam’ın diriliş sembolü olarak çoktan taçlandırdık bile. Böylece üç hilallerimiz üç kıtayı sarıp sarmalayarak İslam’ın dirilişi gerçekleşir. Hatta sadece dirilişle yetinmeyiz fethettiğimiz toprakların kültür ve medeniyet kodlarını İslam’ın o engin potasında eritip büyük bir medeniyet havzası oluşturmayı ihmal etmeyiz de. Nasıl mı? İşte Ayasofya bunun tipik misali zaten.

Evet, Roma’dan bize geçtiğinde kubbesini almaktan sakınca görmemişiz, yetmedi Ayasofya anlam yükleyip dört bir yanına minarelerle donatmışız da. Tıpkı tarihi süreç içerisinde Sultanlarımıza Sultan-ı Rum (Rum Sultanlığı) demekten sakınca görmediğimiz bir anlam yükleyiştir bu.. Yine tıpkı bu vatanlaştırdığımız Anadolu coğrafyasına İklim-i Rum ve Diyar-ı Rum (Rum Ülkesi), âlimlerimize  (bilge insan) mesela yaşadığı yere nispeten Mevlana Celaleddin'i Rum-i veya Eşref-i Rumi, Anadolu Selçuklusuna da Rum Selçukluları deyişimiz gibi bir anlam yükleyiştir.

Peki ya Yunanlılar? Malum Yunanlılarda Helenistik kültüre kökten bağlı olmalarına bağlı ama bizim kahvemizi “Cafe Grek” olarak almakta hiçbir sakınca görmemişler. Yine mesela bizim kültür oyun tip dehalarımızdan Hacıvat ve Karagözümüzü almış gölge oyununa dönüştürmüşler. Tabii onlar bizden faydalanırken biz de boş durmayıp, İstanbul’u ‘İslambol’ olarak payitaht kılmışız. Aslında İstanbul’un kendi adlandırmamızın dışında esas kökenine baktığımızda ‘Stanpoli’den türemiş bir ibare olup Yunancada büyük şehir manasınadır. Her neyse, sonuçta ister adına Stanpoli, ister İslambol, isterse bugünkü adıyla İstanbul diyelim besbelli ki medeniyetler el değiştirdikçe ülkeler birbirleriyle kültür alış verişinde bulunabiliyormuş. Derken birbirlerinin kültür havzalarına su taşıyarak zenginleşmiş olunuyor. Madem medeniyetlerin zengin kültür mirasıyla kültür havzaları dolup taşmakta o halde birbirimize öteki gözüyle bakıp toptancı reddiye anlayışıyla dışlayalım ki. Hele şöyle geriye dönüp baktığımızda Avrupalılar bize ait sembolleri Avrupalılaştırırken, bizde Avrupalılara ait simgeleri Türkleştirmişiz. Çünkü kültür alışverişin doğal akışı bunu gerektirir. Üstelik geçmişten geleceğe uzanan ve tabi mecrasında seyreden bir doğal akıştır bu. Nasıl mı? İşte görüyorsunuz Batı bugün olmuş hala bizim Yunusumuz ve Mevlana’mızda ruhunun susuzluğunu giderecek arayıştan vazgeçmiş değildir. Belli ki, bu arayış dünya döndükçe devam edecektir. Madem öyle, ister yeryüzü sathının doğu yakası olsun, ister batı yakası, hiç fark etmez birbirleriyle olan ilişkilerinde ön yargılı yaklaşımlardan arınması gerekir. Hiç yoktan durup dururken asimile endişelerine kapılmaktan kim ne bulmuş ki bizde bulalım. Şunu unutmayalım ki kültür alış verişi başka bir şey, asimile olmak başka bir şeydir. Yani, birincisinde zenginleşmek vardır, diğerinde kısırlaşmak vardır. Zira tarih boyunca bunca kültür alışverişi içerisinde geldiğimiz noktada Türk ‘Türk’ olarak, Yunan da ‘Yunan’ olarak kalabiliyor. Yok, efendim, Papa bize iyi gözle bakmıyormuş, bakmasın, bu papanın problemi bizi bağlamaz ki. Bizim açımızdan Papalığın belli ölçüde de olsa dinden hızla uzaklaşan batıyı Hıristiyan dinine ısındırması alakadar eden husustur. Keza bizim açımızdan Müslümanlar olarak peygamber olarak inandığımız Hz. İsa (a.s)’ ı ve annemiz bildiğimiz Hz. Meryem’i batı âlemine hatırlatması çok mühim hadisedir. Ne yani batı âlemi ateistliğe sürüklenmektense eksikte olsa bir dine mensup olmalarını hiç yoktan iyidir gözle değerlendiririz. Ama bu demek değildir ki Papa dini faaliyetlerinin dışında siyasi alana da el attığında buna seyirci kalınsın. Hem kim demiş yumuşak başlı olsak da uysal koyunluğa razı olunsun,  icabında biz gerektiğinde had hudut bilmeyene haddini hududunu bildiririz de. Yeter ki ölçülerimizden şaşmayalım, Batının ayak oyunlarının üstesinden geliriz elbet.

Batı her şeyden önce neydik edip Papa’nın üstüne vazife olmayan siyasi çağrılarına kapılaraktan Türkiye’nin AB'ye girmesi yolunda kırk dereden kırk su getirmekten vazgeçmeli. Aksi halde Avrupa’yla olan münasebetlerimiz her an kökten kopması an mesele diyebiliriz. Biz yinede her şeye rağmen eskiden olduğu gibi münasebetler devam edecek gibi her daim görüşmelere açık olacağız. Bir noktada buna hem batının hem de doğunun ihtiyacı var. Zira bundan tam üç asır öncesi İstanbul kriterlerimiz bunu gerektiriyor. Gerçektende İstanbul bir zamanlar dünyanın örnek aldığı model bir kentti. Örnek modelimizi unutsak bile tarih bir şekilde hatırlatıyor bize. Zaten hatırladığımızda bu modelin Kopenhag kriterlerinin çok üstünde bir kriter zenginliğe sahip olduğunu idrak edeceğimiz muhakkak. İşte bu yüzden Kopenhag kriterleriymiş Avrupa normlarıymış şuymuş buymuş bize hafif gelir de. Dolayısıyla kimse kalkıp da bize medeniyet dersi vermeye kalkışmasın, yalandan şu kritermiş, bu kritermiş diyerekten pişmiş aşa su katmasın. Bizi yarım asrı aşkındır bekleme salonunda oylamak aslında düpedüz oyunbozanlıktan başka bir şey değildir.

Maalesef tarihte adalet kılıcımızı barbarlık olarak yaftalayanlar, kendi oyunbozanlıklarının asıl barbarlık olduğunu görmezlikten geliyorlar. Oysa Avrupa’da sağduyulu aydınların da dile getirdikleri gibi barbarlık olarak yaftaladıkları o kılıç âleme nizam vermek için parıldayan adalet kılıcıydı. İspat mı? İşte Osmanlı fethettiği topraklarda yaşayan toplulukların ne kültürüne müdahale etmiş, ne kültürlerine kurutmuş, ne arındırmaya kalkışmış, ne de milliyetlerine dokunmuş, bilakis adalet güneşiyle şemsiyesi altında bağrına basıp yeşertmiştir. Keza tarihte hiçbir topluluğa ne bir Vietnam cehennemi, ne bir Irak bataklığına benzer manzara yaşattık. Dini, rengi, ırkı ne olursa olsun gittiği ülkelerin insanını sarayına taşıyıp vezirlik görevi bile vermişiz. Yetmedi fethettiğimiz topraklara Mevlana’nın, Yunus’un, Hacı Bektaşi Veli’nin, Hacı Bayram-ı Veli’nin nefesini de taşımışız. Malumunuz o nefesin taşınması demek insanlığın huzur bulması demektir.

Avrupa yolunda az gittik, uz gittik, dere tepe düz gitmiş olsak ta yarım asrı aşkındır bekleme odasında kalmakla artık bu iş kabak tadı verdi noktasına geldik. Hatırlarsanız daha müzakerelerin ilk başlangıcının zor geçmesi, Avusturya’nın son anda tutumundan vazgeçmesiyle kıl payı çerçeve belgesi üzerinde anlaşacak noktaya gelinmesi, belli ki Avrupa yolunda daha çok mesafe kat etmemiz gerektiğinin işaretlerini vermişlerdi. Yetmedi 3 Ekim 2005 müzakerelerin başlamasından önce Türkiye’nin Ermeni soykırımını tanıması gerektiğinin söylenmesi, ardından Türkiye’ye illallah dedirttirecek türden masadan kalkmasına yönelik girişimlere yeltenmeleri de sinir uçlarımıza dokunacak hamlelere tevessül edildi. Neyse ki, hükümetin soğukkanlılığı onların oyununu bozmaya yetmişti. Hiç boşa yırtınmasınlar, şunu iyi bilsinler ki korkunun ecele faydası yok, her şeye rağmen Türkiye gayet soğukkanlılığını koruyarak sinirlerine hâkim vaziyette masadan kalkmadan müzakereleri başlatma tarihini koparmasını bilmiştir. Üstelik o günkü şartlarda hem AB içindeki Truva atlarının hem de AB karşıtlarının hevesini kursağında bırakacak bir oyun bozucu rolde ortaya koydu. Hatta Türkiye bunla da kalmaz, tarihler Haziran 2006’yı gösterdiğinde, Rumların Kıbrıs meselesini bahane ederekten ortaya koyduğu veto tehdidine karşı pabuç bırakmayıp soğukkanlı bir şekilde oyunlarını savar da.

İşte böylesi dikleşmeden dik durabilmek dediğimiz vakur ve kararlı adımlar takip edildiği sürece kazanan biz, kaybedense ön yargılı kumpas kesimler olacaktır. Avrupa yolculuğumuzun başından bugüne her ne kadar içte ve dışta birtakım zinde mihraklar takoz rol üstlenseler de bilhassa Türkiye’nin önünü tıkayan vesayet odaklarının cirit attığı dönemlerde Avrupa kartının işe yaradığı da bir sır değil artık. Nasıl mı? Malumunuz vesayetin kol gezdiği eski Türkiye dönemlerinde insanımızın kendi öz yurdunda özgürce yaşaması için gereken normlar Brüksel’in koridorlarında ancak elde edilebiliyordu. Düşünsenize bir zamanlar insanca yaşamayı tüm dünyaya öğreten durumda iken maalesef yakayı vesayet odaklarına kaptırdığımız dönemlerde öğrenen duruma düşüverdik. Maalesef 28 Şubat zihniyeti ve buna bağlı bir takım derin iç klikler Avrupa kriterlerini insanımıza çok gördükleri için, bu noktada AB bizim için koz olarak kullanacağımız kart oldu. Nitekim 2002 sonrası hükümetin akıl dolu hamleyle Kopenhag kriterlerini ileri sürerekten pek çok kanunları değiştirmek suretiyle vesayet odaklarının adeta canına ot tıkamıştır. Derken Türkiye’nin üzerindeki baskı alanları bir bir ortadan kalktıkça artık Avrupa’ya pek göbek bağımız kalmaz, bu kez Ankara kriterleri devreye girecektir. Böylece gelinen noktada bizim Avrupa Birliğinin akıl hocalığına ihtiyacımız kalmadığı gibi şimdi tam tersi biz onlara akıl hocalığı yapar konuma geldik. Baksanıza artık uluslararası görüşmelerde ajandamıza bile almıyoruz. Dedik ya, artık kabak tadı veriyorlar, kriter miriter hak getire, terör örgütlerine destek vermekle ajandamıza almayı bile zul addediyoruz. Nasıl zul addetmeyelim ki, baksanıza nerede bir terör örgütü varsa sığınacak liman Avrupa olmakta.

Velhasıl; uzun ince bir yoldayız, oldu ya Avrupa yolunda mücadelemiz fiyaskoyla neticelense bile insanımızın insanca yaşama standardının aracı olan AB normları Ankara kriterlerine dönüştürme hamlelerimizle artık 2023 Türkiye hedefine ilerlemekteyiz. Gün ola harman ola, bakalım daha neler göreceğiz.

Vesselam.