Değerli bilim insanı Prof. Dr. Çetin Yetkin, değerli yapıtlarıyla beni besledi bu yıl. Geçtiğimiz günlerde bir değerli armağan daha geldi Yetkin Hoca’dan. Bildiğim kadarıyla kurucusu olduğu “Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Yayınları” arasından çıkan, Ziya Gökalp’in Küçük Mecmuası’nın tüm sayılarının yeni yazıya aktarılmış baskısını yolladı (3 cilt halinde). Gökalp bu mecmuayı Kurtuluş Savaşı yıllarında memleketi Diyarbakır’da çıkarmıştır. Dergilerin eski yazıdan çevirisini de bir başka değerli isim yapmış, İlahiyat Profesörü Şahin Filiz.
Bu dergilerde Türklüğe, Türk Tarihi ve kültürüne ve Kurtuluş Savaşına ilişkin son derece değerli yazılar var, edebiyat da unutulmamış elbette. İşte ben bu yazımda size o edebi ürünlerden birini bir güzel aşk öyküsünü sunacağım. Öykünün adı: Baharda Çoban. Hamid Zülfü imzasıyla çıkmış Küçük Mecmua-10. Sayı Temmuz 1922 tarihinde.
Hadi okuyalım:
“Güneş iki saat oluyor ki etrafı yaldızlamıştı. Uykudan kalktığım zaman işçi kadınları manda ve inek sağmakla meşgul buldum. Buzağılar bağırıyor, süt istiyorlardı. Horozlar çitler arasında gübre yığınları üzerinde ötüyor. Hoş sadalarıyla sabaha başka letafet veriyorlardı. Geceden uzaklarda otlayan koyunlar sütlerini vermek için harmanlara gelmiş işçi kadınlara intizar ediyorlar. Küçük taylar harmanlar üzerinde annelerinin arka sıra atlaya atlaya koşuyor, bazen duruyor, sonra bir şeyden ürkmüş gibi annelerinin etrafında dönüyorlardı. Bu mini mini tayların biraz ötesinde renkli çiçeklerle süslenmiş yeşil çimen üzerinde uzanan çoban, kavalını aşk nağmeleriyle inletiyordu. Lâkin bu âşıkâne iniltiler çok devam etmedi. Genç çoban birden kavalını atarak silkindi, doğrulup yerden kalktı. Koşa koşa köyün güneyindeki zümrüt ağaçlar, gül fidanları, yeni açmış meyve ağaçlarının tatlı renkleri arasına karışarak kayboldu… Ben olduğum yerde çobanın bu garip hâline şaşakalıyor, hayalini bahçenin gölgelikleri arasında süzüyor, tekrar geleceğini kavalına kavuşacağını ümit ediyordum. Fakat o şimdi görünmez olmuş, sık dutların, uzun kavakların yeşil gür yaprakları arasına karışmıştı. Yirmi dakika kadar onu gözlerimle aradım. Sonuçta ne çobandan, ne de hayalinden iz var… Tam o sırada yeni sağılan manda ve inekler böğüre böğüre kapılardan çıkıyor, büyük sürü oluşturarak aşağıdaki ovada çakıl taşlarına çarpıp da aheste aheste akan nağmeli parlak ırmağa doğru yollanıyorlardı… Çitler arasında yeni doğan yavrular kapılardan kaçmak, kendilerini terk eden ananelerine kavuşmak için öteye beriye koşuşuyor, fakat kadınların ellerinden kurtulamıyorlardı. İşçiler akşama yoğurt, peynir hazırlamak için kerpiçten yaptıkları yarı harap bir süthanede süt ısıtıyor. Bazıları en ağır görevleri olan odun toplamak için ellerinde sepet dışarıda çalışıyor, kış için baharın en güzel ve gülücüklü günlerinde bin zahmet ve zorlukla onları hazırlıyorlardı. Ben bu çalışmaların seyircisi olmakla birlikte yarım saat önce bahçenin kuytu köşesinde kaybolan çobanı düşünüyordum.
Aradan saatler geçmiş güneş tepemize gelmişti. Semada bazen birkaç handeli bulut titriyor, kış günlerindeki kısmen kararmış yas bulutlarını unutturuyorlardı.
Koyunlar bu latif bulut kümeleri altında karşıki yardan yavaş yavaş iniyor, yeşil tarlalar arasına karışarak otluyorlardı.
Ben bu göksel görüntüleri seyrederken hafif hafif esen rüzgâr ruhunu, bahçede biten pembe, kırmızı, sarı güllerin kokularıyla dolduruyordu.
Uzun bir zaman geçtiği halde çobandan haber yoktu. Kuşlar, ağaçlar üzerinde ötüyor, daldan dala sıçrayarak oynaşıyorlardı. Saatler geçmiş artık akşam olmuştu. Hayvanlar çitlerden, ağıllardan içeri giriyor, sabahtan beri topladıkları sütleri kadınların ellerindeki çanaklara boşaltıyorlardı. Güneş sabahtan beri yorulmuş gibi aheste aheste ufka yanaşıyor, etrafa pembe ışıklar saçarak köyceğize veda ediyordu. O şimdi burayı terk etmiş, başka bir kıtayı aydınlatıyordu. Ufukta bir iki bulut pıhtısı yavaş yavaş çözülüyor, guruba başka bir güzellik veriyordu.
Hadi okuyalım:
“Güneş iki saat oluyor ki etrafı yaldızlamıştı. Uykudan kalktığım zaman işçi kadınları manda ve inek sağmakla meşgul buldum. Buzağılar bağırıyor, süt istiyorlardı. Horozlar çitler arasında gübre yığınları üzerinde ötüyor. Hoş sadalarıyla sabaha başka letafet veriyorlardı. Geceden uzaklarda otlayan koyunlar sütlerini vermek için harmanlara gelmiş işçi kadınlara intizar ediyorlar. Küçük taylar harmanlar üzerinde annelerinin arka sıra atlaya atlaya koşuyor, bazen duruyor, sonra bir şeyden ürkmüş gibi annelerinin etrafında dönüyorlardı. Bu mini mini tayların biraz ötesinde renkli çiçeklerle süslenmiş yeşil çimen üzerinde uzanan çoban, kavalını aşk nağmeleriyle inletiyordu. Lâkin bu âşıkâne iniltiler çok devam etmedi. Genç çoban birden kavalını atarak silkindi, doğrulup yerden kalktı. Koşa koşa köyün güneyindeki zümrüt ağaçlar, gül fidanları, yeni açmış meyve ağaçlarının tatlı renkleri arasına karışarak kayboldu… Ben olduğum yerde çobanın bu garip hâline şaşakalıyor, hayalini bahçenin gölgelikleri arasında süzüyor, tekrar geleceğini kavalına kavuşacağını ümit ediyordum. Fakat o şimdi görünmez olmuş, sık dutların, uzun kavakların yeşil gür yaprakları arasına karışmıştı. Yirmi dakika kadar onu gözlerimle aradım. Sonuçta ne çobandan, ne de hayalinden iz var… Tam o sırada yeni sağılan manda ve inekler böğüre böğüre kapılardan çıkıyor, büyük sürü oluşturarak aşağıdaki ovada çakıl taşlarına çarpıp da aheste aheste akan nağmeli parlak ırmağa doğru yollanıyorlardı… Çitler arasında yeni doğan yavrular kapılardan kaçmak, kendilerini terk eden ananelerine kavuşmak için öteye beriye koşuşuyor, fakat kadınların ellerinden kurtulamıyorlardı. İşçiler akşama yoğurt, peynir hazırlamak için kerpiçten yaptıkları yarı harap bir süthanede süt ısıtıyor. Bazıları en ağır görevleri olan odun toplamak için ellerinde sepet dışarıda çalışıyor, kış için baharın en güzel ve gülücüklü günlerinde bin zahmet ve zorlukla onları hazırlıyorlardı. Ben bu çalışmaların seyircisi olmakla birlikte yarım saat önce bahçenin kuytu köşesinde kaybolan çobanı düşünüyordum.
Aradan saatler geçmiş güneş tepemize gelmişti. Semada bazen birkaç handeli bulut titriyor, kış günlerindeki kısmen kararmış yas bulutlarını unutturuyorlardı.
Koyunlar bu latif bulut kümeleri altında karşıki yardan yavaş yavaş iniyor, yeşil tarlalar arasına karışarak otluyorlardı.
Ben bu göksel görüntüleri seyrederken hafif hafif esen rüzgâr ruhunu, bahçede biten pembe, kırmızı, sarı güllerin kokularıyla dolduruyordu.
Uzun bir zaman geçtiği halde çobandan haber yoktu. Kuşlar, ağaçlar üzerinde ötüyor, daldan dala sıçrayarak oynaşıyorlardı. Saatler geçmiş artık akşam olmuştu. Hayvanlar çitlerden, ağıllardan içeri giriyor, sabahtan beri topladıkları sütleri kadınların ellerindeki çanaklara boşaltıyorlardı. Güneş sabahtan beri yorulmuş gibi aheste aheste ufka yanaşıyor, etrafa pembe ışıklar saçarak köyceğize veda ediyordu. O şimdi burayı terk etmiş, başka bir kıtayı aydınlatıyordu. Ufukta bir iki bulut pıhtısı yavaş yavaş çözülüyor, guruba başka bir güzellik veriyordu.
Yine çoban gelmemiş, sahipsiz sürüsüne kavuşmamıştı. Gökte birkaç sönük yıldız köyü seyrediyordu, sonra gittikçe kararıyorlardı.
(…) Aradan saatler geçiyor, çoban gelmiyordu. Nihayet uzun bir zamandan beri süregelen sessizlik… Azgın köpeklerin insana doğru koşarken çıkardıkları ulumalarla bozuldu. Köylüler bu ses üzerine kalkmış gelen adamla konuşuyorlardı. Lakin bu konuşmalar çok fazla devam etmedi. Onu ağlamalar, hüzünlü feryatlar izledi. Ben bu gözyaşlarının sebebini anlamak üzere yanlarına kadar koştum. Gelen adam altmışlık bir ihtiyardı. Ayın hafif ışıkları altında onun gözlerinde yas alametleri beliriyordu. O karanlıktan geçerken çobanın olduğunu görmüş ve bize haber vermek için gelmişti. Saatlerden beri düşündüğüm ve merak ettiğim çobanın bu elem verici, keder artırıcı vakasını işitir işitmez birkaç arkadaşla kabristana kadar gittik. Zavallıyı nişansız, selvisiz mezarlıkların ortasında güller, sümbüller, çimenlerle süslenmiş taze bir mezarın üzerinde bulduk. Ayın bu donuk ışığı onun bu esmer derisine, küçük pembe dudaklarına dökülmüş titriyordu. Gözlerinden daha yeni dökülen yaşlar altında kırmızı gülün yaprakları üzerinde parlıyordu.
O gecenin karanlık saatlerinde, sevgilisinin mezarına gelmiş, orayı sevgilisinin sinesini güzel kokulu çiçeklerle süslemişti. Bir aşkın son damlalarını döktükten sonra ölmüştü. Çoban, sevgilisinin mezarı üstünde hıçkıra hıçkıra ağlayıp ona kavuşmasında öyle derin bir aşkın mutluluğu vardı ki…”(1)
1) Hamid Zülfü-Küçük Mecmua-10.Sayı Temmuz 1922
(…) Aradan saatler geçiyor, çoban gelmiyordu. Nihayet uzun bir zamandan beri süregelen sessizlik… Azgın köpeklerin insana doğru koşarken çıkardıkları ulumalarla bozuldu. Köylüler bu ses üzerine kalkmış gelen adamla konuşuyorlardı. Lakin bu konuşmalar çok fazla devam etmedi. Onu ağlamalar, hüzünlü feryatlar izledi. Ben bu gözyaşlarının sebebini anlamak üzere yanlarına kadar koştum. Gelen adam altmışlık bir ihtiyardı. Ayın hafif ışıkları altında onun gözlerinde yas alametleri beliriyordu. O karanlıktan geçerken çobanın olduğunu görmüş ve bize haber vermek için gelmişti. Saatlerden beri düşündüğüm ve merak ettiğim çobanın bu elem verici, keder artırıcı vakasını işitir işitmez birkaç arkadaşla kabristana kadar gittik. Zavallıyı nişansız, selvisiz mezarlıkların ortasında güller, sümbüller, çimenlerle süslenmiş taze bir mezarın üzerinde bulduk. Ayın bu donuk ışığı onun bu esmer derisine, küçük pembe dudaklarına dökülmüş titriyordu. Gözlerinden daha yeni dökülen yaşlar altında kırmızı gülün yaprakları üzerinde parlıyordu.
O gecenin karanlık saatlerinde, sevgilisinin mezarına gelmiş, orayı sevgilisinin sinesini güzel kokulu çiçeklerle süslemişti. Bir aşkın son damlalarını döktükten sonra ölmüştü. Çoban, sevgilisinin mezarı üstünde hıçkıra hıçkıra ağlayıp ona kavuşmasında öyle derin bir aşkın mutluluğu vardı ki…”(1)
1) Hamid Zülfü-Küçük Mecmua-10.Sayı Temmuz 1922