Semerkand hem gözümüzün nuru, hem de Türkistan’ın ışık kaynağıdır. Timur kapısını geçenler; karşılarında tüm heybetiyle önce Taşkent daha sonra medeniyetlere beşiklik etmiş Semerkand’ın büyüsüne kapıldıklarını anlatıyorlar.
Semerkand hem gözümüzün nuru, hem de Türkistan’ın ışık kaynağıdır. Timur kapısını geçenler; karşılarında tüm heybetiyle önce Taşkent daha sonra medeniyetlere beşiklik etmiş Semerkand’ın büyüsüne kapıldıklarını anlatıyorlar.
Anlatılanlardan ve yazılanlardan öyle anlaşılıyor ki; Semerkand hislerimizin tercümanı, sanki onu görmek bir ilim olmuş adeta. Böylece tarih boyunca başlı başına bir üniversite olduğu kanaatine varıyoruz. Bu yüzden Timur Semerkand’a değer vermekle kalmamış başkentte yapmıştır. O duruşuyla tüm dünyaya meydan okuyor hala. Hele meşhur Registan Meydanına renk katan şu adından söz ettiren üç medrese (bugünkü manada üniversite) var ya, işte Semerkand’a eşsiz güzellik kazandıran üç tuğumuz sanki. Üç tuğların birine Uluğ Bey adı verilmiş, niye verilmesin ki. Baksanıza Uluğ Bey kurduğu rasathane ile insanlığa soluk aldırmış bir keremimiz. Bu üç medrese kurulmakla kalmamış, Selçuklu Nizamiye Medresesi'ne ilham olmuş, oradan da bugün adından söz ettiren Paris, Qxford, Montpelier ve Cambridge ve diğer üniversitelerin oluşumuna dayanak teşkil etmiş. Nice şairlerimiz, nice ulemalarımız ve daha nice gönül erenleri bu medreselerde hem eğitilmişler hem de eğitmişler, buralarda yetişen binlerce düşünce insanı dünyayı aydınlatan ışık kandilleri olmuşlar böylece.
Buhara da öyledir. İmam Buhari’nin ismi bile onu anlatmaya yetiyor. O kadar hoş bir isim ki ne hikmetse her adını duyduğumuzda ruhumuza esintiler oluşur. Buhara’nın tatlı bir gülümsemesi var bu yüzden. Belki de Buhara’ya hayat veren Tabiin mezarları, Sadat-ı Kiramın ervahları, ya da İmam Buhari’nin tılsımından kaynaklanan bir durum olsa gerek ki bu ruh bizi ötelere taşımış hep. Yavuz Bahadıroğlu bir romanına ‘Elveda Buhara’ demiş, hatta hüzünle Buhara yanıyor diye çığlık atar romanında. Yine de ona elveda içimizden gelmiyor, diyemeyiz de. Tarihi süreç içerisinde Moğol kasırgasının tahribatı sonucu, o beldeler defalarca harabelere dönmüş olsa da hele şükür dimdik ayaktalar, gönüllerde hala taptaze. Bundan dolayı Buhara’yı anladık onu gül’e yazdık bile. Onu her defasında Menzile yazdık bile, dem bu dem.
Nasıl ki Semerkand da Uluğ Bey medresesi insanda bir anlam ifade ediyorsa Buhara’da yer alan Mir-i Arab medresesi de o ölçüde anlamlıdır. Malum, Mir-i Arab Allah Resulünün on birinci göbekten torunu. Bir rivayete göre gördüğü rüya üzerine buralara gelmiş ve Buhara’da tasavvufla tanışmış, derken onun isteği doğrultusunda birde medrese inşa edilip bu ad verilmiş. Dolayısıyla nice hükümdarlar külliye içerisinde medfun olan Mir-i Arab’ın ayakucunda yatmak için can atıyorlar habire, buna tıpkı Timur’un Semerkand’taki hocasının merkatının ayakucunda yattığı duyguya benzeyen bir haleti ruhiye dersek yeridir. Hâsılı Mir-i Arab bugün Özbeklerin rehber kabul ettikleri Arap kökenli olmasına rağmen en büyük imamı sayılır. Buhara bize taze bir nefes, bu yüzden batılılar Buhara’ya Müslümanların Roması demişler. Bundan da öte Gavs-ı Sani’ye (k.s) gelen şecerede Abdühalik-ıl Gucdevani, Mahmut İnciri Fağnevi, Hoca Ali Ramiteni, Muhammed Babasemmasi, Hace Muhammed Parse, Seyyid Emir Külal, Şah-ı Nakşibendî gibi saadetler Buhara’da medfunlar. Ziyarete gelenler onların merkatlarına yönelip gönüllerini suluyorlar, sevdaları bir çiçek cümbüşüne dönmüş bir halde tüm merkatın etrafı sevgiyle örülmüş pare pare. Sevgi seli sevenlerin bu yönelişine yetişemiyor, ata ocağında madde manalaşmış çünkü.
Ya Taşkent, o da İpek yolunun süsü ve can damarı konumunda. Zerdüştler döneminde Çaçkent, Araplarda Şaşkent, Türkler tarafından ise Bilkent denilmiş olsa da şehrin taştan yapılması göz önüne alınarak Taşkent olarak günümüze kadar bu isimle anılmış. Buralara kimler gelmemiş ki. Kuteybe İbn Müslimin Zerdüştlerin saltanatına son veren fütuhatında tutunda Cengiz’in bir savaş esnasında buralarda attan düşüp yaralanmasına kadar bir dizi hadisenin yanı sıra Timur’un Taşkent’e altı kez gelip sonradan torunu Uluğ Bey’e emanet ettiği bu şehir birçok hatıralara tanıklık etmiş. Nitekim Uluğ Bey’in elinde artık Taşkent yeni bir veçheye kavuşacaktır. Böylece bu emanet birçok el değişse de tüm cazibesiyle günümüze kadar bir şekilde kendi mecrasında yoluna devam ede gelmiştir. Bugün dört buçuk milyon nüfusuyla Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte sörf yapıyor insanlığa. Zira 1917 yılında gerçekleşen Bolşevik devrimiyle Lenin heykellerin izleri kazınıp yerini Emir Timur heykellerine terk etmesiyle birlikte yeniden tarihle yüzleşebilmiştir. Derken kendi hal lisanıyla; işte karşınıza çıkıp yeniden döndüm aranıza, eğilmeden bükülmeden aynı yolda yürürüm diyor adeta. Artık bu şehir o Semerkand’tan sonra Özbekistan’a olarak layık görülmüş ikinci başkenttir. Öyle ki; bugün Taşkent artan nüfusuyla Ankara ile yarışır halde. Taşkent denilince Ali Şir Nevai hep akla gelir. Bu yüzden Özbekler hemen hemen her alana onun ismini vermişler. Zira onlar bahçeye bağ derler, bununla da yetinmemişler Nevai bağı demişler. Türkçenin mümtaz savunucusu Ali Şir Nevai bu kadarına da layık görülmemiş onun adına Taşkent’in göbeğinde büyük bir anıtta dikilmiş. O abide bir şahsiyettir çünkü. O, Dilde fikirde işte birlik ülküsünü gönüllerimize işleyen bülbülümüz, onun için birçok yerde Navoy Kütüphane, Navoy Opera vs. gibi isimler gözden kaçmıyor. Belli ki unutulmamış, unutulmazda.
Gelelim şimdide Hiva’ya. Bu şehir Allah dostlarının mekân tuttuğu, sevgi ocaklarının yeşerdiği bereket toprağıdır. Dahası İbni Batuta, Yakubi, İbni Faldanlar buralardan geçmişler. Hiva’nın ilk temel taşı Nuh’un üç oğlundan biri olan Sam’dır, bilmem daha ötesini anlatmaya gerek var mı? Âdemden sonra ikinci ata bilinen Nuh’un oğlu Sam temel harçtır buralarda. Ondan da öte Allah Resulünün akrabası bu temelin binası hükmünde Şahı Zinde’de burada medfun.
Velhasıl; bu altın şehirleri anlatmaya ne dil, ne kitap, ne bir kelamın gücü yetiyor, ne de onu hakkıyla dile getirecek bir şiirimiz var. Ancak dil bu kadar şadan... Vesselam...
Ekim 2012