Âlemin nizamı manevi kanaldan ‘Kutbu’l Gavsu’l Azam’ vasıtasıyla sağlanırken, dünyevi kanaldan da Müslümanların tasvib ettiği Halife (İmam-başkan-lider) ya da saltanat yoluyla (Sultan veya padişah) yürütülmektedir.
Evet, kâinat bu iki kanaldan idare ediliyor dersek yeridir. Bunlardan birincisi görünmeyen âlemle alakalı, diğeri de görünen âlemle alakalıdır. Her ne kadar biz görünmeyen âlemin kutbu’l aktabını fark edemesek de böylesi bir manevi önderin varlığı irşad yapıp yapmadığı ölçüsünce anlaşılması mümkündür diyebiliriz. Şayet bir yerde irşat yoksa anlayın ki orada şarlatanlar kol geziyordur, irşat varsa anlayın ki orada mürşidi kâmillerin feyzi ve bereketi vardır. Zaten Mevlana Hz.leri, Hacı Bayramı Veli Hz.leri ve Akşemseddin Hz.leri gibi irşat edici zatlar bunun en bariz göstergesi. Nitekim onlar bugün bile beşeriyetin ilgi odağı olmaya devam ediyor da. Şu bir gerçek; dünyevi liderliğe gelmiş bir insanda Resulullah’ın ruhani ve manevi yönüne halef olma özelliğinin bulunması istisnai bir durumdur. Bu durum ancak tarihi süreç içerisinde sadece Sultan Abdülhamit Han'da görülmüştür. Bilhassa o; bir yandan liyakat ve kabiliyetiyle diplomatik deha sahibi bir şahsiyet örneği sergilerken, öte yandan da halim ve selim tabiatı gereği düşmanlarının idam cezasını bile sürgüne çevirecek kadar merhamet timsali bir Ulu Hakan Velidir. Nitekim Seyyid Abdülhakim el Hüseyni'nin (k.s) “Sohbetler” adlı kitabında Şeyh Abdurrahman Tâhî (k.s)’in Ulu Hakan için sarf ettiği sözleri şöyle aktarır; ''Müceddidlik bize geldiğinde kabul etmedim. Çünkü biz ancak birkaç köye etkili olurduk. Bu nedenle müceddidliği Abdülhamit’e tebdil ettik.'' Ki; Şeyh Abdurrahman Tâhî (k.s) çok büyük bir zattı. Hatta Said Nursi Hazretleri o'nu şöyle över: ''Ben Seydayı Tahi'yi dokuz yaşımda tanıdım. O velilere makam aldıran zattır.'' Düşünebiliyor musunuz, velilere makam aldıran zat, kim bilir kendi makamı nedir? Besbelli ki veliliğin ötesini aşan bir makam söz konusudur. Bakınız Molla Derviş şöyle bir hatırayı dile getirir: “Bediüzzaman Hz.leri henüz küçük bir talebi iken Nurşin köyüne birkaç kez geldiği gibi bir defasında yine Nurşin’e gelmekte iken Seyda Hz.lerinin dergâhından aniden kalkarak Nurşin köprüsüne doğru yürüdüğünü görürler. Bazı halifeleri de Seyda’nın arkasına düşerler Görürler ki uzaktan çocuk geliyor. Seyda Hz.leri o küçük çocuğa doğru yürüdüğünü görürler. Sonra Seyda o çocuğun yanına gidip elinden tutup köye getirir. Beraber divana gelirler. Ve Seyda emreder: ”Divanda kimse kalmasın.” Seyda Hz.leri küçük Said ile uzun müddet yalnız kalırlar. Bazıları anahtar deliğinden bakmaya cesaret eder, görürler ki; Seyda Hz.leri diz çökmüş, gözleri yumuk, murakabe halinde… Küçük Said ise ayakta sapsarı kesilmiş elpençe durur vaziyettedir. Sonra Seyda Hz.leri kapıları açar, talebeler divana gelirler. Seyda Hz.leri cemaate der ki; Merak ettiğinizi biliyorum Meseleyi anlatayım: Cenabı Hak bu çocuğa ilim merhalelerini tayyettirdiği gibi maneviyatı da öyle tayy buyurmuştur” der (Bkz.Abdulkadir Badıllı’nın Ulemanın Gözüyle Bediüzzaman makalesi). Kaldı ki Yazar, bu hatırayı Hazret namıyla ma’ruf Şeyh Abrrahmanı Taği’nin oğlu Muhammed Ziyauddin Efendinin yeğeni Şeyh Masum’dan da işitmiş biridir. .Zira İsmail Çetin Hoca Özleşme Yolu adlı eserinde ”İşte Seyda-i Taği’nin hizmeti ve sadakatı sayesinde Cenab-ı Hak Teâlâ Cella celaluhu birçok insanları dalaletten çıkarıp hidayete erdirmiştir. Hamdolsun şimdide Türkiye’de bulunan ulema onun zamanında yetişenlerin semeresidir. Ez cümle Bediüzzzman o medresenin nisbetinin örneğidir” diyerek hakkını teslim etmiştir.
Resulullah (s.a.v.) ''Allah bu ümmet için her yüzyılın başında dini ihtiyaç için müceddid gönderir'' diye beyan buyurmuştur. Hz. Mevlana’da: ''Her asırda bir söz söyleyici, halkı irşad edici vardır. Fakat evvelkilerinin sözü o zata yardım eder. Kendisinden önceki kâmil insanların sözü nebilerde olabilir, velilerde olabilir. O kâmil zatın (insanın) zatına yardım eder'' der.
''Gönüller Açan Kitap''
Muhammed Nuri Şemseddin (k.s.) Miftahül Kulûb (Gönüller açan kitap) eserinde:
''Kamil Mürşidin en belirgin üç nişanesi:
- Her işi, sözü, amelleri, tavrı Resulullah'ın gidişatı üzerine olması.
- Onu gördüğünüzde elem ve kederlerin bir anda yok olması.
- Devlet büyüğü de olsa onu gördüğünde elini öpmesidir'' der.
İşte bu müthiş tespitten anlaşılan o ki; Evliyaullah üzerinde tecelli eden pek çok güzellikler var olmasına var ama bu güzelliklerin en çarpıcısını fark etmek içinde o üç alâmetin varlığını idrak etmekten geçiyor. Yeter ki o üç nişaneyi görmesini bilelim, Yüce Allah bir şekilde o zatla bizi buluşturacak vesile kapısını halk edecektir elbet. Zaten beşeriyet ilmi ile amil olmuş zatları gördüğünde, onun saadet meclisinden hiç ayrılmak istememesi bunu teyit eden bir durum. Ayrıca o’nu görenler sürekli hal ve tavırlarına mest olup kendinden geçer bile.
Bakın, Allah (c.c) ''Bir kulu sevdiğim zaman onun tutan eli, gören gözü, işiten kulağı ve konuşan dili olurum'' diye beyan buyurmakta. Tabiî ki bu kutsi hadiste geçen; el, göz, kulak ve dil mecazî manada kelamdır. Burada kast edilen el, ya da gözün irşad fonksiyonu üstlenmesidir. Kaldı ki irşad edicilerin, aynı zamanda zahiri ilme de vakıf olmaları gerekiyor. Zira Resulullah (s.a.v.)’in talimatları doğrultusunda hareket edemeyen sözde irşad edicilerin taliplilerini dalalet bataklığına sürükledikleri malum. Bu yüzden Gavs-ı Bilvanisi (k.s.) ''Bir mürşid-i kâmil manevi âlemde en azından günde Peygamberle (s.a.v) 25 kez görüşmüyorsa, o insan Mürşid-i Kâmil değildir, çıksın dağda eşkıyalık yapsa daha iyi, boş yere milletin imanına girmesin'' buyurmuşlardır. Ki; bu tarif edilen özellik mürşidi kâmilde bulunması gerekenin en asgarisidir, gerisini artık siz düşünün. Bu demektir ki irşâd etmek, her yiğidin harcı değil. Nasıl ki şeriatın (İslam’ın zahiri kaide ve kuralları) en ince detaylarına kadar vakıf molla mertebesinde âlimler varsa, Allah’a giden yolda da tarikat (Şeriatın uygulama yolu) rehberi ve ışık feneri konumunda mürşid-i kâmiller vardır. Nitekim şeriat ilmi zahire hükmeder, tarikat ise batına hükmeden bir ilimdir. Her kim ki her ikisini birleştirmesini bilir, işte o insan marifetullah kapılarını aralayıp en nihai noktada vuslata ermesi anbeandır diyebiliriz. Bu yüzden bir irşat edici irşada koyulmadan önce zahir ilmi mollalardan (şeriat ilmine vakıf uzmanlar, icazet ehli), batın ilmini de bağlı olduğu şeyhinden alması gerekir ki irşad postuna oturabilsin.
İrşad Kutbu odur ki; müridi dünyanın bir ucunda bile olsa oturduğu yerde taliplisini irşad edebilendir. Elbette ki bu tespit; gerçek manada mürşide ait bir hususiyettir. Yeter ki; o mürşidin müridi vızıldasın balda beraberinde gelecektir. Ki, kâmil mürşitler hali olmayanı hal sahibi olmasına yardımcı oldukları gibi icabında hali ziyade olanında halini dengeleyen zatlardır. Bu arada şunu da belirtmekte yarar var; cümle meşâyih arasında zahir ilmi olmayan velilerde bulunabilir, ama mürşidin her iki ilme de (zahir ve batın ilmine) vakıf olanı makbuldür. Çünkü bir mürşidi kâmilde hem batın (manevi) ilim, hem de zahir (şeri) ilim bir bütün halde olmalı ki irşat gerçekleşebilsin.
Bu arada zahir ve batını ilmini iyi idrak edebilmek için şu kıssaya bakmakta fayda var deriz:
Bir gün İmam-ı Azam talebeleriyle otururken İbrahim Ethem’in geçtiğini görür. Tabii, İmam-ı Azam onu görünce derhal ayağa kalkıp ona hürmet ve tazimde bulunur. Fakat bu tutumu etrafındaki talebelerinin taaccübüne gider. Talebeler sonunda dayanamaz İmam-ı Azam’a şöyle hitap da bulunurlar:
-Aman Efendim sizin gibi bir âlim zat nasıl olur da böyle meczup dervişe Efendim der.
İmam-ı Azam şöyle cevap verir:
-O Allah'ın zatıyla meşgul, biz ise zahiri ilimlerin dedikodusuyla meşgulüz. İşte aramızdaki fark budur.
Anlaşılan zahir ve batın ilmin arasında ki fark bu tipik misalde gizli.
Yine bir başka dikkat çeken misalde Süfyan-ı Sevri ile Ebu Haşim Es-Sofi arasında görülür. Her ikisi de aynı çağda yaşamış büyük zatlardandır. Ancak Süfyan-ı Sevri çağdaşı için bakın ne diyor: ''Şayet Ebu Haşim Es-Sofi olmasaydı ben Rabbani incelikleri anlayamazdım'' buyuruyor. Hatta İmam-ı Azam gibi bir fıkıh âlimi Cafer-i Sadık Hz.lerine koşup ondan iki yıl ders almış ve şu tarihi sözü dile getirmekten kendini alamamıştır: ''Şu ahir ömrümün son iki yılında onu görmeseydim Numan helak olurdu.'' (Bkz. İslam’da Fıkhı Mezhepler, Tarihi Muhammed Ebu Zehra Cilt 2 sahife:95)
Bilindiği üzere Marifetullah ilimi mukaşefe ilmin (Ledün ilmi-batın ilmi) ta kendisidir. Bu nedenle mukaşefe ilmi irşad ilmi kapsamında değerlendirilir. Bir başka ifadeyle seyru suluk yolunda nurani Rabbaniye ile hemhal olmanın neticesinde insanı ahlakı hamidiye sahibi kılan bir ilimdir. Marifetullah ilminden maksad ise:
- Tezkiye-i nefs,
- Tasfiye-i kalb’tir.
Tüm bunlardan öte bu kutsi yolda eşyanın hakikatini kavrayabilmek esastır. Bakınız Muhyiddin Arabî (k.s) eşyanın hakikatinden bahsederken Allah adını zikretme yönünden cansız görünen taş, toprak ve mineral cinsi maddelerin başı çektiğini, ardından nebatat âleminin (Bitki âlemi) geldiğini, en nihayetinde de insanın geldiğini beyan etmiştir. Başka bir ifadeyle Allah (c.c.) adını zikretme de sırasıyla:
-Cemadat (Taş, toprak, eşya, cansız madde),
-Nebatat (Bitki âlemi),
-Hayvanat (Hayvan âlemi),
-Nevi Beşer (İnsanat) gelmektedir.
İşte Muhyiddin Arabî (k.s) bu sıralamayı yaptıktan sonra Füsûsul Hikem adlı eserinde, en çok Allah adını zikredenin ''Cemadat'' olduğunu belirtir. Çünkü ikinci sıradaki nebatatta büyüme istidadı vardır. Mesela bitkilerde görülen ışığa yönelme (tropizm) işlevi bir anlamda meşguliyeti tetikleyebiliyor. Keza üçüncü sırada ki hayvanatta bitkiye nazaran daha çok meşguldür. İnsanda ise akıl, his, fikir gibi melekelerin yanı sıra birde bunların üstüne vesvese, şüphe, nefsanî ve gazap gibi unsurlar eklendiğinde ister istemez meşguliyeti daha da tavan yapıp marifetullah ve hakikat yolunda perde olabiliyor, dolayısıyla insan zikir yönünden dördüncü derece bir konumda bir duruş sergiler. Kelimenin tam anlamıyla yaratılan mahlûkat içerisinde alt katmandan üst katmana doğru zikirde azalmalar olduğu gözlemlenmektedir. Yani dünyanın alt tabakalarında mineraller, onun üstünde bitki, onun üstünde hayvan ve en nihayetinde insan yer alacak şekilde konumlanmıştır. Bir başka gerçek ise; yaşanılan hayatın gerisinde ''madde'', üstünde “ruh” âleminin varlığı söz konusudur. Her yaratılan ister alt katmanda, isterse üst katmanda bulunsun sonuçta her yaratılan bir noktadan sonra geriye doğru intibakla birlikte ölümlü olmaya mahkûmdur. Anlaşılan hayatta var olma isteği ve yaşama savaşı ileri doğru atılım gerektiriyor. Derken insanoğlunun bu ileriye doğru atılım isteği Allah adını anmakta eşyanın gerisinde kalmasına neden olabiliyor.
Görüldüğü üzere evrende cereyan her hadise belli bir seyir içerisinde devran olmaktadır. İşte bu döngü içerisinde cansızlıktan canlılığa doğru artış kaydeden her bir meşguliyet mutlak sevgiliden alı koyabiliyor. Dahası meşguliyet çoğaldıkça Allah'ı anmakta gafil kalınabiliyor. Üstelik dünyevi meşguliyetlerin çoğu gaflet türünden şeyler olarak karşımıza çıkmakta. Yine de bu demek değildir ki yaratılmışlar arasında eşrefi mahlûkat olarak ilan edilen insan zikri boş versin. Tam aksine insanoğlu tüm bu dünya telaşı ve uğraşılara aldırış etmeksizin Allah’ın ipine sımsıkı sarılıp zikreder ve şükrederse, ahseni takvim üzere bir konuma yükseleceği muhakkak. Nitekim Gavs-ı Sani (k.s) zaman zaman virdini artırmak isteyip de seyru süluk idmanının bir adım ötesine geçemeyen sofilerine ‘Gafletle çekme’ demesi bu hususu doğrular niteliktedir.
Bilindiği üzere insanoğlunun diğer yaratılmışlardan en bariz farkı hem ''melekiyet'' hem de ''hayvaniyet'' özelliğine sahip mahlûk olmasıdır. Şayet insanoğlu ruhunu sürekli Allah’a ayna kılarsa ancak o zaman hakiki manada melekiyet kesb edecektir, yok eğer nefsinin havasına kapılıp dediğim dedik derse hayvaniyet özelliğinin galebe çalması kaçınılmazdır. Hele bir insan nefsinin kölesi olmaya dursun, maazallah hayvandan da aşağı ''Esfeli Safiline'' mertebesine düşmesi an meselesi diyebiliriz. Eşrefi mahlûkat insan odur ki ruhunun sesine kulak verip marifetullaha vasıl olandır. Yani insan öz cevheriyle buluşmalı ki melekiyet kazanıp meleklerden üstün makama gelebilsin. Derken böyle bir insan Ahsen-i Takvim mertebesinde seyreyleyip kâmil insan hüviyetine bürünecektir. Madem öyle bize düşen tez elden üstünlüğü takvada aramak olmalı. Çünkü Resulûllah (s.a.v.) ''Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza değil, kalbinize ve amellerinize bakar'' (Et-taci/53) buyurarak bu gerçeğe işaret etmiştir.
Dava
Evet, Dava nefsi ıslah etme davasıdır, asla tebligat (lafı güzaf) değildir. Bu yüzden nefsi ıslah etmek büyük cihad olarak nitelenir. Özümüzü arındırmak biricik davamız olmalıdır, Bakın, Yüce Allah (c.c.) kullarına hitaben ''Kalbin ihyası için Peygamberlerin kıssaları’ndan haberlerinden her çeşidini sana anlatıyoruz'' (Hud suresi 120 ayet) diye beyan buyurmakta. Zaten hangi Peygamberin hayat kıssasına bakarsak bakalım ''İrşad'' gerçeğiyle yüzleşiriz. Anlaşılan irşad Peygamberlerden beşeriyete miras kalan bir değerdir. İşte bu bilinçten hareketle hakiki âlimler hayatlarında hep irşad olayını esastan düstur edinmişlerdir. Bakın şeytanda büyük âlimdi, ama enaniyetinin kabarması sonucunda kendini huzurdan kovulmakta buldu. Zira dergâhı ilahi'den kovulmasının nedeni irşad olgusunun mana ve ruhundan yoksun halde ilmini sermaye bilmesinden ötürüdür. Maalesef İlahi buyruk karşısında, kendi kendine tebligatta bulunmayı tercih etti, kıyas yaptı ve sonunda lanetlenip helakine neden teşkil etti.
İrşad, aynı zamanda ''teslimiyeti'' de bağrında taşıyan bir değerdir. Zira mürşid-i kâmiller teslimiyeti ölü teneşirinde, yani Gassal’ın (ölü yıkayıcısı) elinde meyyit gibi olmak olarak tarif ederler. Şayet şeytan ilahi buyruk karşısında teslim olup tebligat (kıyas) yapmasaydı kovulmayacaktı. Bilakis o, taşkınlığını daha da ileri taşıyıp ''Âdem topraktan ben ise ateşten yaratıldım, onun için secde etmem'' deyince sonunu hazırlamış oldu. Derken ilahi huzurdan sonsuza kadar tard ediliverip kendisinin ebediyen narı cehennemde kalmasını sağlamıştır. Derler ya ne oldum dememeli, ne olacağım demeli.
İrşad edici hata yapsa bile ilmiyle hatasını çabucak telafi edebilir. İşte bundan dolayı İbrahim en-Nehai ''Âlimin hatasını insanlara anlatmayın. Çünkü ilim sahibi bir kere yanılırsa akabinde düzeltir'' buyurmakta. Asıl olan âlim hata yapsa da, yaptığı hatanın burukluğu ile boyun büküp teslimiyet içinde Allah'tan korkmasıdır. Demek ki İblisin büyük bir âlim olması veya meleklere hocalık yapması kurtuluşuna yetmiyor. Nasıl yetsin ki, kendi reyiyle Allah’a karşı kıyas yapıp bilgisine güvendi ve ilmini sermaye bildi, işte o an lanetlenenlerden oldu.
Sakın ola ki, kıt aklımıza güvenip aldananlardan olmayalım, kıt akıl insanı her an yarı yolda yaya bırakabilir. Sırf kuru akılla ancak beyinde mevcut bulunan bilgileri yorumlayabiliriz. Üstelik yorumladığımız bilgilerde bize ait değil, zaten tüm bilgiler kalpte kodlanmış da. Kalp merkez hükmünde olduğu içindir doğrudan doğruya bilgi üreten karargâh konumundadır. İşte bu karargâhtan üretilene duygu seli denildiği gibi ''önsezi'' de denmekte. Mesela gözyaşı bezi bunun en tipik misali. Asla aklın önderliğinde gözyaşı salgılanmaz, tam aksine kalbin kumandasında salgı salınmakta. Toparlayacak olursak kalbin beyinde ki yazılmamış olanları hissetmesine önsezi veya basiret dersek maksadımızı aşmış sayılmayız. Çünkü kalbe ait en önemli sezi hissi melekedir. Nitekim iç sıkıntı, sevinç gibi sübjektif vasıflar bu gerçeği doğrular nitelikte öğelerdir. Kaldı ki Peygamberimiz (s.a.v)’in “Müminin ferasetinden sakınınız” sözü her şeyi açıklamaya yeter artar da.
Yüce Allah’ı tek başına akla yükleyerek kavranması imkânsız gibi bir şeydir. Akıl, burada sadece beş duyumuzdan gelen verileri beynin kaydetmesi neticesinde doğan bilgileri yorumlamakla vazifelidir.
Evet, Yaradanı sadece kalp sezebilir. Bundan dolayı Kur'an doğrudan doğruya kalbe hitap etmektedir. Bakın, Yüce Mevla’mız Kur’an’da katılaşmış kalpler için ne beyan buyuruyor: ''Allah kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş ve gözlerini perdelemiştir.'' Nitekim Dr. Haluk Nurbaki “Allah kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş ve gözlerine bir perde inmiştir ve bunların hakkı azim bir azaptır” (Bakara suresi ayet:17) ayetini; Kalbin sol orikulası (Auricula) üzerinde ''Lafzai Celal'' yazılıdır. Dolayısıyla Allah Teâlâ; “Sanat şah eserim olan bu kalbe imza attım. Onu imanla ve sevgiyle doldurmazsanız mühürlerim” şeklinde yorumlamıştır. Keza Rabbül Âleminin; Yere göğe sığmam mümin kulumun kalbine sığarım beyanı bu manaya işarettir.
Peygamberler, Sahabeler, ilmi ile amil ulemalar ve evliyalar irşadı kalb ilmiyle gerçekleştirmişlerdir. Onlar akıl melekiyetini vahye teslim etmişlerdir. Böylece vahye teslim olan akıl, “Akl-ı selim” özellik kazanınca Peygamber kavlince “Bir elime ayı, diğer elime güneşi de verseniz bu davadan asla vazgeçmem” diyecek seviyede meydan okuyabiliyor.
Mürşid'i kâmiller, kapısını çalan insanlara zikir telkin edip kalpte ilahi zikrin kıvılcım almasına vesile olmak için varlar. Böylece taliplilerine talim ettirdikleri zikirle irşat eri yetiştirirler habire. İşte irşat budur.
Atomun keşfi üzerine Einstein'e şu âlemin ötesindeki sırlarda artık anlaşılacak mı sorusu yöneltildiğinde, cevaben şöyle demiştir;
''-Biz ancak maddenin sırlarını keşifle meşgulüz. Onun ötesi ilmin ebediyen meçhulünde kalacaktır.''
İşte Albert Einstein'in ilmin ebediyen meçhulünde kalacak dediği asıl ilim; fizik ötesi ilimdir. Çünkü pozitif ilimler, makro (görünürde) veya mikro alanla ilgili eşyaları kavramaya yöneliktir. Fizik ötesi âlem ise kalp ilmi gerektiriyor. Ki; bu konuda Mürşid-i kâmiller fizik ötesi âlemle bağ kurma lütfüne erişmiş âlimlerdir.
Velhasıl-ı kelam akıl bir yere kadar dost. Aklın da giremeyeceği sahalar var elbet. Her şeyi kuşatan şüphesiz vahiy’dir. Bu yüzden İmam-ı Gazali; ''Gördüm ki akılla hiç bir şey olmaz! Her şey ruhta... Her şey Peygamber kokusunda.. O'na sarıldım kurtuldum!'' der. Gazali, aklın rehberliğini bir yere kadar kabul etmekle beraber, aklın da giremeyeceği alanların varlığına işaret edip insanlığa ufuk açmıştır. Demek oluyor ki aklın kavrayamadığı sahalara kalp ilmiyle (Ledün ilmi) erişilmekte.
Vesselam.