Bu yolun ilk başında arayışa koyulmak vardır, ardından bulmak, en nihayetinde ise vuslata ermek vardır. Bakınız Yunus arayınca kendini Tabduk Emre’de buldu. Mevlana’da arayınca Şems’i Tebrizî’de buldu kendini. Malumunuz Hükümdar İbrahim Ethem ise bir Arabî’nin damda deve aramasından yola çıkarak, o’da kendini bir şeyhin kapısında bulur. Yüce Allah (c.c) bir sebep halk edecek ya, aslında deve arama işin bahanesiydi. Nitekim İbrahim Ethem haremiyle sarayında cennet hayaline dalmış bir halde kuş tüyü yatağında sohbet ederken damdaki adamın ayak sesleri o an tüm süslü hayallerini altüst etmeye yeter artar da. Öyle ki, sinirinden damda ki adama da şöyle çıkışır:
-Ey Arabî, nedir gecenin bu vaktinde patırtı gürültü, hem dam da senin ne işin olabilir ki?
Bunun üzerine Arabî adam cevaben:
-Kaybettiğim develerimi arıyorum der..
Tabii İbrahim Ethem bu cevap karşısında ‘La havle… bu ne söz, git işine’ dercesine sinirinden küplere binip şöyle karşılık verir:
-Bire adam, damda deve mi aranır?
Adamcağız İbrahim Ethem’in öfke halinin tam aksine gayet sakin bir halde şöyle mukabelede bulunur:
-Peki, damda deve aranmaz da, bir hükümdar olarak sarayda kuş tüyü yatağında cennet nasıl aranır ki?
İşte nereden gelindiği bilinmeyen bu can alıcı sözler, İbrahim Ethem’in aklını baştan çoktan alır bile. Öyle ki, ertesi gün kendini derin düşüncelerden sıyırmak adına vezirleriyle günlük meseleleri istişare etmek ihtiyacı duyacaktır. Ancak istişare de çare olmayacaktır. Nasıl çare olsun ki, tamda vezirleriyle istişare havasına dalmışken, padişahı bu kez sarayın bahçesinden bir takım bağırtı çığırtı sesleri derin düşüncelere daldıracaktır. Zira şöyle dışarıyı göz ucuyla etrafı kolaçan ettiğinde birde ne görsün bahçede genç bir delikanlı yaka paça muhafızlarıyla tartışmakta. Derhal o genci huzuruna çağırdığında:
-Hey delikanlı, söyle bakalım seninle muhafızlarım arasında ne alıp vereceğiniz vardı ki habire bahçede itişip kalkışıyordunuz, hayırdır bir derdiniz mi var? diye sual eyler.
Genç:
-Efendim, bu adamlar benim Han’a girmeme mani oluyorlardı, dert davam budur.
İbrahim Ethem:
-Bilmem ne söylediğinin farkında mısın, bikere her şeyden önce ağzından çıkan lafı kulağın duysun, bakın burası Han değil, Saraydır. Ve de bu sarayın hükümdarı da benim.
Genç inatla:
-Hayır, sen öyle san, burası basbayağı Han’dır der.
Hayda, şimdi İbrahim Ethem’in yerinde kim olsa bu sözler karşısında çıldırmamak ne mümkün. Baksanıza neyin nesi bilinmez ama dün damda ki adam, bugünse genç delikanlı bir adam bir anda karşısına çıkıverdiler. Padişahta olsa o’da nihayetinde bizim gibi bir insan, ister istemez öfkesine yenik düşüp şöyle mukabelede bulunması kaçınılmazdır:
-Hey delikanlı, yoksa sen aklını mı yitirdin, şöyle sağına soluna baksan iyi olur, bak sana son kez söylüyorum, gözünü iyice aç bulunduğun yer ‘Han’ değil, Saraydır, şunu iyi bilesin ki bu sarayın hükümdarı da benim.
Genç:
-Asla düşündüğün gibi ben aklımı yitirmiş değilim, hem madem ısrarla ‘Han’ değildir diyorsunuz, şimdi sorarım size, acaba sizden önce burada kim vardı?
İbrahim Ethem:
-Daha öncesinden burada babam vardı elbet. Ve bu dünyadan göç eyledi.
Genç:
-Peki, babandan önce kim vardı?
İbrahim Ethem:
-Tabii ki babamdan öncede dedem vardı, herkes gibi vakti saati geldiğinde o‘da göçtü göç eyledi.
Genç:
-İşte sizde kendi ağzınızdan itiraf ettiğiniz gibi burası saray değilmiş, basbayağı Han’mış. Şimdi tekrar sorarım size: birilerinin mesken tutup diğerlerinin göç eylediği mekâna Han denmez de, peki ne denir ona?
Evet, bir insan böylesi can alıcı sözler karşısında padişahta olsa nereye kadar itiraz edebilirdi ki, sus pus olacağı muhakkak. Deminde dedik ya, hiç hesapta yokken durduk yere dün bir adam sarayın damında develerini aramaya kalkışıyor, bu günde bir genç ‘Han’ sandığı saraya girmeye uğraşıyor. Ortada garip bir şeylerin döndüğü besbelli, ama acaba ne? Şimdi gel de işin içinden çık çıkabilirsen. Hele birde tüm bu olup bitenler ikide bir padişahın etrafında dönüp dolaşıyorsa, meseleye sıradan bir mesele ya da tesadüfen gelişen hadiseler gözüyle bakamayız da elbet. En iyisi mi biz Yüce Allah (c.c) bir kulu için bir şey murad etmişse, mutlak bir sebep halk eder diye düşünmek en doğrusu, fazla kurcalamaya gelmez. Zaten bundan ötesi bizi aşan durumdur. Kaldı ki Yaradanın hikmetinden sual olunmaz da. Zira maksat hâsıl olduğunda o iki adam sırra kadem basar bile. Artık bu noktadan sonra İbrahim Ethem kendisiyle baş başadır. Şimdi o’nun için tam da olan biteni muhasebe etme zamanıdır. Çünkü adamların söylediği sözler öyle yenilir yutulur cinsten sözler değildi, öyle ki insanın nevrini döndürecek bir söylenip bin düşündüren sözlerdi. Yine de İbrahim Ehem’in padişah olması hasebiyle memleketin ahvalini düşünerekten bir şekilde gönlüne dokunan bu sözlerin tesirinden kurtulması gerekirdi, takdir edersiniz ki bu kafayla ahaliyi idare etmesi zor olacaktır. İbrahim Ethem neyse ki o an içinden gelen sese kulak verip kafasını dağıtmak adına kendini kırlara bayırlara atacaktır. Derken av elbiselerini tam takır giyinik bir halde dağın vadisine doğru yol alır da. Yol boyunca ilerlerken ilk etapta karşısına bir ceylan çıkıverecektir. Ancak gözüne kestirdiği ceylanı avlamak pek kolay olmayacaktır, epey kendisini yoracaktır. Ceylanın ardı sıra nefes nefese koşturur da. En nihayetinde avını kıskıvrak köşeye sıkıştırdığında kendi kendine şöyle teselli olur:
- Hadi şimdi kaçta bir göreyim. Beni bir hayli ardından koşturup yordun da ne oldu, sonunda seni yakaladım ya,
Oysa İbrahim Ethem kendi kendini teselli etmekle şimdiye kadar başına gelenlerin hiçbirinden ders almamış gözüküyor. Anlaşılan kendisine gelmesi için iyi bir ders daha verilmesi gerekiyormuş. Ve verilmesi gereken bu ders bu kez köşeye sıkıştırdığı ceylandan gelecektir. Allah’ın izniyle ceylan ceylanlığını gösterip hal lisanıyla şöyle dile gelir de:
-Görüyorum ki, ne de pek heveslisin beni avlamaya, hadi beni öldürdün varsayalım, başın göğe mi erecek sanki. Allah aşkına, hem sen bu işler için mi (av avlamak için mi) dünyaya geldin, ben senin yerinde olsam yaradılış gayene yönelik işleri yapmak için heves ederdim.
İşte bu sözler İbrahim Ethem’e bu dünyada öyle rahatlık yüzü yoktur demenin başka bir ifade ediliş türüdür. Belli ki Yüce Mevla, ceylanı İbrahim kuluna vesile kılıp inceden inceye yaradılış gayesi doğrultusunda arayışa koyul denmekte. Zaten tüm bu yaşananlardan ders çıkardığında hem de padişahlığı, sarayı, tacı tahtı bırakacak derecede araya araya soluğu bir mürşidin kapısında alacaktır. Fakat dergâhın kapısına dayandığında mürşid hemen el vermez, İbrahim Ethem’e der ki:
-Bak evlat, olur ya maiyetinde idare ettiğin onca ahaliye zulmetmiş ya da zorla ellerinden mallarını almış olabilirsin, bizim yolumuzun düsturu gereği tüm bunların iadesi gerekir.
Bunun üzerine İbrahim Ethem her kimde kul hakkı varsa helallik dileyip hepsini kuruşu kuruşuna sahiplerine iade eder de. Böylece dergâha kabulü bu şekilde gerçekleşir. Ama yine de her şey bitmiş sayılmazdı, bu kez şeyhi o’nu samimiyet testinden geçirecektir. İsterseniz kendi kendimize empati yapıp bir an padişahın yerinde kendimizin olduğunu varsayalım, acaba hangimiz sarayı, tacı, tahtı bırakırda gelip bir şeyhin kapısında derviş olurduk ki. Hatta bu adam delimidir nedir diye alay etmesinler diye dergâhın yanından bile geçmezdik. Dolayısıyla padişahın teste tabii tutulmasını çok görmemek gerekir. Kaldı ki bizim dünyalılık olarak kaybedeceğimiz hiç bir şeyde yok ortada, ama padişahın öyle değil, başta tacı tahtı olmak üzere dünyalık olarak kaybedeceği çok şey var. Bu yüzden bilhassa padişahın test edilmesi son derece yerinde bir uygulamadır. Öyle ya, bakalım adam padişah ama gerçekten sarayını tahtını tacını terk edecek derecede samimi mi? Gerçekten de İbrahim Ethem hak ve hakikat yolunda nefsine teslim olmaz şeyhine teslim olaraktan samimiyet testinden geçer de. Böylece Allah için dergâhta 10–15 sene aşk ve muhabbetle teslimiyet örneği göstermenin neticesinde zamanın en büyük evliyaların arasına adını yazdırır da.
Sanmayın ki teste tabi tutulmak sadece okullarda diploma almak ya da dünyalık bir işe girmek içindir. İşte anlatılardan görüyorsunuz maneviyat dünyasında da teste tabi tutulmak vardır elbet. Üstelik maneviyat dünyasında teste tabii tutulmak sadece İbrahim Ethem’e has bir durum da değil, dahası var elbet. Bakınız, Mevlana Halid ve Alaaddin Attar Hz.leri gibi zatlar gibi daha niceleri de buna dâhildir. Bir bakıyorsun hak ve hakikat yolunda Mevlana Halid Bağdadi (k.s) gibi bir âlim zat, Abdullah Dehlevì (k.s)’ın kapısında tuvalet temizliği imtihanından geçebiliyor. Yine bir bakıyorsun Alâeddìn Attâr Hz.leri, Şahı Nakşibend (k.s)’ın talimatıyla ahalinin gözü önünde elma satmakta. Sakın ola ki, verdiğimiz bu örneklerden hareketle teslimiyet derken körü körüne gidin birilerine teslim olun anlamı çıkmasın. Bilakis teslimiyetten maksadımız Sadatların kast ettiği şekliyle “ölü teneşirin de ölü yıkayıcısının elinde teslim olur gibi işin ehli maneviyat büyüklerine teslim olmak” manasına teslimiyettir bu. Asla böyle bir teslimiyet dünyanın kölesi bir teslimiyet değil, ahretimizi kurtarmaya yönelik Allah’a hakiki manada abd olma (köle olma) teslimiyetidir bu. Unutmayalım ki ‘abd’ olmadan ‘Abdullah-Allah’ın kulu’ olunmaz. Bakınız Yunus, Tabduk’un kapısında eşiğine yüz sürerekten teslim olduğunda ancak gerçek anlamda bizim Yunusumuz olabilmiştir. Hakeza Mevlana’da Şems’e teslim olduğunda ancak o zaman gerçek anlamda Mevlana’mız oluvermiştir. Nasıl Mevlana’mız oluvermesin ki, ilk kez Kalenderi Şeyhi Şems’i Tebrizî ile göz göze geldiğinde o’na ilk teslimiyet nasihati: ‘Dışarıya karşı sağır ol, içte keşfedilen sınırsız âleme yönelip gerçek aşkı yaşa’ şeklinde olacaktır. İşte bu ilk teslimiyet nasihati Mevlana’da “hamdım, yandım, piştim” şeklinde safha safha etkini gösterip her devirde “Ne olursan ol yine gel” mesajıyla tüm insanlığın ruh dünyasında aradığı bir nefes sıhhat soluk olur bile.
Peki ya, hakikat arayışında İmam-ı Gazali nasıl teslim oldu derseniz, tabii bunun bir öncesi var bir de sonrası söz konusudur. Nitekim Gazali, teslim olmadan önceki halini şöyle izah eder de: “Medreseye girişim sırf Allah rızası için ilim tahsil etmek olmayıp maişetimi temine yönelik olmasına mukabil, Allah’ın lütuf ve keremiyle beni yüce rızasını tahsile muvaffak kıldı.” Gazali, bir şeyhe teslim olduktan sonra ki halini ise şöyle ifade edecektir: “Ben eskiden kendisiyle mevki elde edilen ilmi yayıyordum. Kasıt ve niyetim bu idi. Fakat şimdi mevki ve rütbeyi terk ettiren ilme davet ediyorum. Şimdiki maksat ve arzum budur.” İşte görüyorsunuz öncesi sonrası derken bir anda hak ve hakikat arayışında tam teslim olduğunda aradan yüzyıllar geçmesine rağmen ardından Hüccetül İslam İmam-ı Gazali olarak adından söz ettirir de. Hatta o tasavvufi lezzeti tattıktan sonra sofilere toz kondurmaz da. Öyle ki sofiler hakkında kanaatini belirtirken de, onların Allah yolunda kimseler olduklarını, onların hayat tarzlarının en güzel yaşama tarzı olduğunu, takip ettikleri yollarının en doğru yol olduğunu, ahlaklarının en güzel ahlak olduğunu dile getirmekten kendini alamaz da. İcabında bilhassa anlamak istemeyenlere yetmedi sözlerinin devamında sofilerin dış ve içlerindeki hareket ve duygularının hepsi nübüvvet kandilinin nurundan almış olduğunu bir kez daha dile getirme sorumluluğunu ihmal etmez de. Öyle ya, ben diyeceğimi deyimde, sonradan bizim haberimiz yoktu demesinler babından bir hatırlatmadır bu. Çünkü hak ve hakikat yolunda herkes aydınlanmaya muhtaçtır. Yeter ki aydınlatmaktan gaye Allah’ın rızasını kazanmak olsun hiç kuşkusuz bunun karşılığı insanların hidayetine vesile olmak sevabı olacaktır. Zaten dün olduğu gibi bugünde evliyaullah gerektiğinde köy köy, ilçe ilçe, il il, bölge bölge gezip insanların hidayetlerine vesile olmak için bir an olsun hiç boş durmuyorlar. Buna mecburlarda. Çünkü Resulullah Efendimiz (s.a.v): ''Ameller niyete göredir'', yani, insan ne niyetle yaparsa o şekilde karşılık bulmakta diye beyan buyurmakta. Öyle ya, niyet dünyalıksa insanın eline geçen dünyalık olur, şayet niyet Allah içinse eline geçecek olan ahiret sermayesi olacaktır. İşte bu noktada niyet kontrolü çok mühimdir. Nitekim Mevlana Halid (k.s) vefat etmeden önce şöyle vasiyet etme ihtiyacı duymuş bile:
“-Zenginlerde hakkım var, her zengin kurban kessin. Fakirler de bana Kur'an okusun.
Tabii bu vasiyet karşısında halifelerinden hemen biri şaşa kalmış. Merak bu ya, sormadan edememiş:
- Efendim siz o kadar muhtaç mısınız ki?
Mevlana Halid (k.s) ise cevaben şöyle der:
-Vallahi ben bir Fatiha’nın okunmasına bile muhtacım, hem de azbuz değil, çok muhtacım.''
İşte görüyorsunuz, fazla söze ne hacet, hakikat arayışında Mevlana Halid Zülcenahayn (k.s) çift kanatlı büyük bir zat olmasına rağmen, o bile kendini muhtaç hissetmekte. O halde, daha ne duruyoruz, vakit hak ve hakikat arayışına koyulmak vaktidir. Çünkü bu manada arayan Mevla’sına kavuşur da.
Vesselam.