Analar çok değerli, onun için de güzeldir.
Benim anam da çok değerli ve güzeldi. Ama sadece benim için değil, tüm mahalle ve tanıdıklar içinde “ana”ydı… Ona adıyla, konumuyla seslenen yoktu; teyze, abla, hala… değildi; O “Afatana”ydı… Ama özellikle “mahallenin anası”ydı.
Anam, kalabalık bir ailenin kızıydı. O ailenin, kasabamız ve köylerinde çok önemli bir yeri vardı. Sadece kendi ailesi değil, onların çeşitli bağlarla bağlı olduğu aileler de yörenin sayılan, sevilen, sözü geçen aileleriydi. Bunlar, güç ve varlıklarını paylaşmalarıyla bilinirdi. Ailesinin bu özelliklerini, eksiksiz olarak anam da taşırdı.
Tombiş bir kadındı. Kısa boyluydu. Ama çok hareketliydi. Sallanarak yürür, yürürken çoğu kez ellerini arkasında birleştirirdi. Omuzları hafif düşüktü. Yüzünde her zaman bir tebessüm vardı. Hafif basık burnunun altında incecik dudakları ve alt dudağının ucunda da koyu kahverengi bir ben vardı. Bu benin, “aile nişanı” olduğunu söylerdi.
Anam çocuklarının arasında ayrım yapmadığı için, herkes kendisini daha çok sevdiği konusunda iddialıydılar. Ama çok iyi biliyorum ki anam beni daha çok severdi(!) Ona evdeki her işte yardım etmeye çalışırdım. Bir işe gönderir, gider gelirim; daha terim soğumadan başka bir işe gönderirdi. Hiç yüksünmez hemen giderdim. Yer yataklarının katlanarak yüklüklere götürülmesi de benim görevimdi. Elbette gücümün yettiklerini götürürdüm ve onları üst üste anam ya da ablam dizerdi. Kasabanın sırtını verdiği bir dağın yamaçlarına kurulmuş olan karşı mahallede, teyzemler otururdu. Her hafta, yaz-kış demeden en az bir kez onlara gider gelirdim. Çünkü anamın onlarla sık sık alaveresi olurdu. O dik yamacı da benden başkası yüksünmeden tırmanmazdı.
Anamı o yörede tanıtan bir özelliği daha vardı; cumartesi günleri, tam okulların dağıldığı saatte öğrencilere taze lavaş dağıtması… O gün özellikle evimizin yakınındaki ilkokulun öğrencilerinin bizim tandır evinin önünde sıraya girmek için yarışı vardı. “Afatana”nın tandırdan yeni çıkardığı bir ağız tandır ekmeğinden –ki yaklaşık 15-20 lavaş- alabilmek… Bu olay, okulun öğrencileri için o denli çekiciydi ki ben bile koşarak sıraya girmek, lavaş almak için yarışa katılırdım. Anam, o yarışçıların tümünün “Afatana”sıydı…
Evimizle duvar duvara olan ortaokulun tüm çalışanlarının, öğretmenlerinin ve öğrencilerinin de “ana”sıydı. Susayan, karnı acıkan, özellikle kış günlerinde okula erken geldiği için kapıda kalıp üşüyenlerin sığındığı yer “anamız”dı. Okulun öğretmenlerinden bir bölümü yakından tanıdıklarımızdı, bir bölümü ise kasabamızdandı ve anamızı çok iyi tanırlardı. Yabancı öğretmenlerse zaman içinde “anamız”ın özelliklerini öğrenir, yavaş yavaş ona alışırlardı. Bu öğretmenlerden kimileri “anamızın” çok ünlü sarma hanımeli sigaralarına tutkundu. Ondan bu incecik sigaralardan alabilmek için nedenler yaratırlardı. Okulun öğretmenlerine her yıl en az bir kez mantı sunulurdu. Kazan tipi büyük bir tencerede yapılan mantı ve yanında sarmısaklı yoğurtla birlikte Asaf Amca’ya teslim edilirdi. Öğretmenler odasında mantı çabucak tüketilirdi. Bu tüketime katılamayan öğretmenlerin “anamız”a sitemlerini çok dinlemiştim. Elbette onların gönlünü edecek bir yol bulunurdu. Çünkü o tüm ortaokulun “Afatana”sıydı…
Tüm mahalleliyle komşuluk bağları ötesinde bağları vardı. Bu nedenle de onların mutluluklarını da paylaşırdı, acılarını da. Bu paylaşımlarda da çoğu kez ortak yemek verilirdi. İşte mahallede ortak bir yemek verilmesi söz konusu olduğun da, anamız “baş keyveni”dir. Çünkü kasabamızda yemek yapma ve şölen yönetme özellikleriyle tanınan kişilere “keyveni” denirdi.
Arkadaşlarımın çoğu, birçok sorununu anamla çözüme ulaştırırdı. Sokakta oynarken karnı mı acıktı; koş anaya; düşüp pantolonun dizini mi yırttı; “anamız” var, gideriz hemen diker; biz birini çok sıkıştırdık mı, baş vuracağı yer yine “anamız”dır. Okulun bahçesinde top oynayanlar, toplarının komşu bahçelere gitmesinden çok korkarlar. Çünkü bahçe sahipleri, bahçeye zarar verildiği gerekçesiyle topu alır, bir daha da vermezler. Aracılar, ısrarlar, tehditler fayda etmezdi; topun üstüne “soğuk su içmek” gerekirdi. Bu kurala uymayan tek bahçe sahibi “anamız”dı. O, ya topu almalarına izin verir ya da kendisi atardı okulun bahçesine. Elbette öğüt vermeyi de unutmazdı: “Olur mu canım? Azıcık dikkat edin daha!” Ardından da hiç tutmadığı tehdidi savururdu “Bakın bir daha size top verirsem gâvur uşağı olayım!” Öğrenciler de Afatana’nın bahçesine top kaçırmamak için daha çok özen gösterirlerdi. Öyle ya, evlatları da onu korumalıydı!
Anam, mahallenin üniversitede okuyan gençlerine de çok önem verirdi. Onlarla kendi çocukları gibi övünç duyar, bize örnek gösterirdi. O dönemde, kasabamızda lise bile yoktu. Bu nedenle kasabamızın yüksek okullarda okuyan gençleri, özellikle aileleri için, giderek mahallesi ve kasabamız için övünç kaynağı olurdu. Anam da onları sever ve mahallenin tüm çocuklarına örnek olmasını isterdi.
O, mahalledeki çocuklarla tek tek ilgilenirdi. Bunu mahallenin büyükleri de böylece bilir ve benimserdi. Bilirlerdi ki çocuklarının kendilerine açamadıkları sorunlara O, bir çözüm üretecektir. Hele çocuklarının arkadaşları için “ana”mız, kendi “ana”larıdır da. Onların ikinci evi gibidir evimiz… Canlarının istediği zaman –gece ya da gündüz- evimize gelebilirlerdi. Soframız onlara da açıktı. Birçoğu askere giderken, evlenirken kesinlikle “anamız”a uğrardı. Anamız da onları gerektiği gibi ağırlar, askere gidenlerin ceplerini görürdü.
Arkadaşlarımla olan çekişmelerimizde anam, hiçbir zaman benim yanımda yer almazdı. Hep onları haklı bulur, “haklı bulmak”tan çok, onları savunurdu. Benim daha dikkatli olmam gerektiğini söylerdi. Onlardan da arkadaşlığa önem vermesini isterdi ama beni açıkça eleştirirdi. Hele arkadaşım yetim ise işte o zaman yandım! O yetim arkadaşımın haksız olmasına olanak yoktu. Ona söz söylenemezdi. Mahallenin yoksulları, yaşlıları da onun koruyucu kanadı altındaydı. Komşumuz, yaşlı Seher Nenemiz vardı. Bir ayağı sakat olduğu için aksayarak yürürdü. O, her sabah, yaz-kış evimize gelip taze yağlı -tereyağına yöremizde bu ad verilirdi- kahvaltısını yapmadan günümüz başlamazdı. Ola ki nenemiz gelmezse beni koşturur, evine gönderirlerdi. Nenemi alıp gelirdim. Bu, anamız için çok önemliydi. O nene, evimizin, daha doğrusu anamızın uğuruydu. Yaşlı komşumuzun ölümü anamı nasıl üzmüştü anlatamam. Elbette bu olaydan sonra birkaç kez bayıldığını da belirtmem gerekiyor.
Afatana, bizi onlarca kardeşi olan insanlara çevirmişti! Evimizin her çocuğunun, mahallede en az bir sütkardeşi vardı. Bizimle birlikte mahallede emzirme çağındaki komşu çocuklarını da emzirmek Afatana için kaçınılmaz bir görevdi. Sonra emzirmeyi de çok seviyordu. Sütü boldu. İlkokula çok küçük yaşta başlamıştım ve beni ilkokul birinci sınıfın ilk yarısında bile emzirdiğini anımsıyorum. Benim de bir süt bacım vardı. Kaldı ki “sütkardeşlik” yöremizde çok önemliydi. Sütkardeşler birbiriyle evlenemezdi, aralarında kaç-göç olmazdı. Birbirlerine her konuda yardımcı ve destek olurlar; acılarını, sevinçlerini paylaşırlardı. Birbirlerinin dert ortağıdırlar. İşte “sütkardeşliği” bu denli önemsenirdi, yöremizde olduğu kadar, ailemizde de.
Gerçeği şuydu ki anam, sadece benim değil, herkesin anasıydı… Peki, niye herkesin anası, benim anam değildi? Bu soruyu o günlerde yanıtlayamadığımdan anamı herkesten, ama herkesten kıskanırdım. Haydi, siz olun da kıskanmayın bakayım!
Benim anam da çok değerli ve güzeldi. Ama sadece benim için değil, tüm mahalle ve tanıdıklar içinde “ana”ydı… Ona adıyla, konumuyla seslenen yoktu; teyze, abla, hala… değildi; O “Afatana”ydı… Ama özellikle “mahallenin anası”ydı.
Anam, kalabalık bir ailenin kızıydı. O ailenin, kasabamız ve köylerinde çok önemli bir yeri vardı. Sadece kendi ailesi değil, onların çeşitli bağlarla bağlı olduğu aileler de yörenin sayılan, sevilen, sözü geçen aileleriydi. Bunlar, güç ve varlıklarını paylaşmalarıyla bilinirdi. Ailesinin bu özelliklerini, eksiksiz olarak anam da taşırdı.
Tombiş bir kadındı. Kısa boyluydu. Ama çok hareketliydi. Sallanarak yürür, yürürken çoğu kez ellerini arkasında birleştirirdi. Omuzları hafif düşüktü. Yüzünde her zaman bir tebessüm vardı. Hafif basık burnunun altında incecik dudakları ve alt dudağının ucunda da koyu kahverengi bir ben vardı. Bu benin, “aile nişanı” olduğunu söylerdi.
Anam çocuklarının arasında ayrım yapmadığı için, herkes kendisini daha çok sevdiği konusunda iddialıydılar. Ama çok iyi biliyorum ki anam beni daha çok severdi(!) Ona evdeki her işte yardım etmeye çalışırdım. Bir işe gönderir, gider gelirim; daha terim soğumadan başka bir işe gönderirdi. Hiç yüksünmez hemen giderdim. Yer yataklarının katlanarak yüklüklere götürülmesi de benim görevimdi. Elbette gücümün yettiklerini götürürdüm ve onları üst üste anam ya da ablam dizerdi. Kasabanın sırtını verdiği bir dağın yamaçlarına kurulmuş olan karşı mahallede, teyzemler otururdu. Her hafta, yaz-kış demeden en az bir kez onlara gider gelirdim. Çünkü anamın onlarla sık sık alaveresi olurdu. O dik yamacı da benden başkası yüksünmeden tırmanmazdı.
Anamı o yörede tanıtan bir özelliği daha vardı; cumartesi günleri, tam okulların dağıldığı saatte öğrencilere taze lavaş dağıtması… O gün özellikle evimizin yakınındaki ilkokulun öğrencilerinin bizim tandır evinin önünde sıraya girmek için yarışı vardı. “Afatana”nın tandırdan yeni çıkardığı bir ağız tandır ekmeğinden –ki yaklaşık 15-20 lavaş- alabilmek… Bu olay, okulun öğrencileri için o denli çekiciydi ki ben bile koşarak sıraya girmek, lavaş almak için yarışa katılırdım. Anam, o yarışçıların tümünün “Afatana”sıydı…
Evimizle duvar duvara olan ortaokulun tüm çalışanlarının, öğretmenlerinin ve öğrencilerinin de “ana”sıydı. Susayan, karnı acıkan, özellikle kış günlerinde okula erken geldiği için kapıda kalıp üşüyenlerin sığındığı yer “anamız”dı. Okulun öğretmenlerinden bir bölümü yakından tanıdıklarımızdı, bir bölümü ise kasabamızdandı ve anamızı çok iyi tanırlardı. Yabancı öğretmenlerse zaman içinde “anamız”ın özelliklerini öğrenir, yavaş yavaş ona alışırlardı. Bu öğretmenlerden kimileri “anamızın” çok ünlü sarma hanımeli sigaralarına tutkundu. Ondan bu incecik sigaralardan alabilmek için nedenler yaratırlardı. Okulun öğretmenlerine her yıl en az bir kez mantı sunulurdu. Kazan tipi büyük bir tencerede yapılan mantı ve yanında sarmısaklı yoğurtla birlikte Asaf Amca’ya teslim edilirdi. Öğretmenler odasında mantı çabucak tüketilirdi. Bu tüketime katılamayan öğretmenlerin “anamız”a sitemlerini çok dinlemiştim. Elbette onların gönlünü edecek bir yol bulunurdu. Çünkü o tüm ortaokulun “Afatana”sıydı…
Tüm mahalleliyle komşuluk bağları ötesinde bağları vardı. Bu nedenle de onların mutluluklarını da paylaşırdı, acılarını da. Bu paylaşımlarda da çoğu kez ortak yemek verilirdi. İşte mahallede ortak bir yemek verilmesi söz konusu olduğun da, anamız “baş keyveni”dir. Çünkü kasabamızda yemek yapma ve şölen yönetme özellikleriyle tanınan kişilere “keyveni” denirdi.
Arkadaşlarımın çoğu, birçok sorununu anamla çözüme ulaştırırdı. Sokakta oynarken karnı mı acıktı; koş anaya; düşüp pantolonun dizini mi yırttı; “anamız” var, gideriz hemen diker; biz birini çok sıkıştırdık mı, baş vuracağı yer yine “anamız”dır. Okulun bahçesinde top oynayanlar, toplarının komşu bahçelere gitmesinden çok korkarlar. Çünkü bahçe sahipleri, bahçeye zarar verildiği gerekçesiyle topu alır, bir daha da vermezler. Aracılar, ısrarlar, tehditler fayda etmezdi; topun üstüne “soğuk su içmek” gerekirdi. Bu kurala uymayan tek bahçe sahibi “anamız”dı. O, ya topu almalarına izin verir ya da kendisi atardı okulun bahçesine. Elbette öğüt vermeyi de unutmazdı: “Olur mu canım? Azıcık dikkat edin daha!” Ardından da hiç tutmadığı tehdidi savururdu “Bakın bir daha size top verirsem gâvur uşağı olayım!” Öğrenciler de Afatana’nın bahçesine top kaçırmamak için daha çok özen gösterirlerdi. Öyle ya, evlatları da onu korumalıydı!
Anam, mahallenin üniversitede okuyan gençlerine de çok önem verirdi. Onlarla kendi çocukları gibi övünç duyar, bize örnek gösterirdi. O dönemde, kasabamızda lise bile yoktu. Bu nedenle kasabamızın yüksek okullarda okuyan gençleri, özellikle aileleri için, giderek mahallesi ve kasabamız için övünç kaynağı olurdu. Anam da onları sever ve mahallenin tüm çocuklarına örnek olmasını isterdi.
O, mahalledeki çocuklarla tek tek ilgilenirdi. Bunu mahallenin büyükleri de böylece bilir ve benimserdi. Bilirlerdi ki çocuklarının kendilerine açamadıkları sorunlara O, bir çözüm üretecektir. Hele çocuklarının arkadaşları için “ana”mız, kendi “ana”larıdır da. Onların ikinci evi gibidir evimiz… Canlarının istediği zaman –gece ya da gündüz- evimize gelebilirlerdi. Soframız onlara da açıktı. Birçoğu askere giderken, evlenirken kesinlikle “anamız”a uğrardı. Anamız da onları gerektiği gibi ağırlar, askere gidenlerin ceplerini görürdü.
Arkadaşlarımla olan çekişmelerimizde anam, hiçbir zaman benim yanımda yer almazdı. Hep onları haklı bulur, “haklı bulmak”tan çok, onları savunurdu. Benim daha dikkatli olmam gerektiğini söylerdi. Onlardan da arkadaşlığa önem vermesini isterdi ama beni açıkça eleştirirdi. Hele arkadaşım yetim ise işte o zaman yandım! O yetim arkadaşımın haksız olmasına olanak yoktu. Ona söz söylenemezdi. Mahallenin yoksulları, yaşlıları da onun koruyucu kanadı altındaydı. Komşumuz, yaşlı Seher Nenemiz vardı. Bir ayağı sakat olduğu için aksayarak yürürdü. O, her sabah, yaz-kış evimize gelip taze yağlı -tereyağına yöremizde bu ad verilirdi- kahvaltısını yapmadan günümüz başlamazdı. Ola ki nenemiz gelmezse beni koşturur, evine gönderirlerdi. Nenemi alıp gelirdim. Bu, anamız için çok önemliydi. O nene, evimizin, daha doğrusu anamızın uğuruydu. Yaşlı komşumuzun ölümü anamı nasıl üzmüştü anlatamam. Elbette bu olaydan sonra birkaç kez bayıldığını da belirtmem gerekiyor.
Afatana, bizi onlarca kardeşi olan insanlara çevirmişti! Evimizin her çocuğunun, mahallede en az bir sütkardeşi vardı. Bizimle birlikte mahallede emzirme çağındaki komşu çocuklarını da emzirmek Afatana için kaçınılmaz bir görevdi. Sonra emzirmeyi de çok seviyordu. Sütü boldu. İlkokula çok küçük yaşta başlamıştım ve beni ilkokul birinci sınıfın ilk yarısında bile emzirdiğini anımsıyorum. Benim de bir süt bacım vardı. Kaldı ki “sütkardeşlik” yöremizde çok önemliydi. Sütkardeşler birbiriyle evlenemezdi, aralarında kaç-göç olmazdı. Birbirlerine her konuda yardımcı ve destek olurlar; acılarını, sevinçlerini paylaşırlardı. Birbirlerinin dert ortağıdırlar. İşte “sütkardeşliği” bu denli önemsenirdi, yöremizde olduğu kadar, ailemizde de.
Gerçeği şuydu ki anam, sadece benim değil, herkesin anasıydı… Peki, niye herkesin anası, benim anam değildi? Bu soruyu o günlerde yanıtlayamadığımdan anamı herkesten, ama herkesten kıskanırdım. Haydi, siz olun da kıskanmayın bakayım!