Zikir tesbihat türü bir ameldir. Bakın, Rabbül âlemin bu hususta ne buyuruyor: “Yedi kat gök, yer ve bunların içindekilerin hepsi Allah’ı tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların zikrini anlamazsınız. O çok halimdir, çok bağışlayıcıdır (İsra 44), Her varlığın kendine ait bir dua ve tesbihi vardır, O’nu bilir ve yerine getirir” (Nur 41).

İşte ayeti kerimelerden de anlaşıldığı üzere kâinatta yaratılan her ne mahlûkat varsa mutlak her şartta ve ahvalde kendi hal lisanıyla Allah’ı tesbih etmektedir. Öyle ya, madem kâinatta her mahlûkat kendi hal lisanıyla Allah’ı zikretmekte, o halde eşrefi mahlûkat olarak yaratılmış insanın haydi haydi zikretmesi gerekir. Her ne kadar insanın kalbi kendiliğinden  ‘Allah’ diyerekten zikredip atsa da bu atış insanın kendi cüzi iradesi dışında bir atıştır. Daha doğrusu bu atış Allah tarafından insan kalbine kodlanmış Lafza-i Celal zikrin ta kendisi bir atıştır. Ancak insanoğlu kalbin bu zikri atışına kayıtsız kalıp eşlik etmezse biliniz ki bu atışın hiçbir yararı olmayacaktır. Yok, eğer kalbin bu atışı karşısında insanoğlu dilini damağına yapıştırıp kalbe bağlı işaret parmağıyla da teşbih tanelerine dokunaraktan eşlik ederse işte ayeti celilede beyan buyrulan kalb asıl o zaman huzura erecektir. Böylece huzura ermiş kalbin zikriyatı önce letaiflere daha sonrada tüm vücuda yayılacaktır. Yeter ki insan kalbin dakikada 124 kez ‘Allah’ deyiş ritmine kendi cüzi iradesini katıversin o kalb bir anda Sultani özellik kazanır da. Hatta böylesi bir kalb kendi kabını da aşıp kâinatta zikreden tüm zikri ilahi senfonilerin ritim şefi olur bile.  Hatta Yüce Allah böylesi zikreden kalbe sahip kulunu diğer yarattıklarına karşı övüp huzura erdiğini müjdelerde diyebiliriz.

Evet,  sakın ola ki zikri pas geçip hafife almayalım. Hem nasıl hafife alınsın ki, bikere zikir sonradan kazanılmış bir keyfiyet değil ki, bilakis ezelde kazanılmış ve bilhassa bezm-i elest’te kazanılmış fıtri bir keyfiyettir. Dolayısıyla zikir benim neyime diğer ibadetler bana yeter deyip de zikri boşlamak kendimizi kandırmak olur. Oysa zikir kâlũ belâda söz verdiğimiz günden bugüne, ahiret ve ahiret sonrası ebediyen devam edecek asla hafife alınamayacak deryai umman bir süreçtir. Şimdi gel de böylesi bir derya-i ummanı pas geç, ne mümkün. Düşünsenize kıyamet günü geldiğinde cennetlikler dünyadayken eda ettiği zikrine hamd-ü sena eyleyerekten şükredip zikrini devam ettirirken cehennemlikler de kıyametin dehşetinden ‘Yandım Allah’ demek suretiyle korku belasına da olsa zikretmekten kendilerini alıkoyamayacaklardır. Bu demektir ki ‘Allah’ adı hayatın her safhasında bir kez olsun zikretmeyenlerin bile sığınacak liman ve tutunacak bir dalı olabiliyor. Amma velâkin can boğaza gelip iş işten geçtikten sonra Allah demişsin neye yarar ki. Malum Hannâs adlı şeytan işini anında yapanlara değil de sürekli işini yokuşa sürüp erteleyenleri gafil avlayabiliyor. Hiç kuşkusuz şeytan her daim Allah’ı zikredenleri gafil avlayamayıp adeta çılgına dönmektedir.  Nasıl çılgına dönmesin ki, ha bugün ha yarın deyipte Allah’ın zikrini boşlayanların kalplerine şeytan için dalmak kolay olurken zikreden kalplere dalmak pekte onun için öyle kolay değil elbet. İşte bu yüzden şeytan zikredenler karşısında yelkenleri indirmek zorunda kalıp adeta için içini yiyerekten çıldırmakta. Anlaşılan o ki zikreden kalpleri nefsin hevasından,  şeytanın hile ve vesveselerinden koruyan tek kalkan Lafza-i Celal, yani Allah adını zikretmektir.  Yeter ki zikreden derviş kalpte Lafza-i Celal zikrini gafletle çekmesin bir bakmışsın o kalbi zikir sahibine huzur getirip hele şükür dedirttirir de.

Hiç kuşku yoktur ki zikirden maksat Allah’a ulaşmak olmalıdır. Zikir sonrası yüce makamlardan talep edilecek muradımız ise sadece Allah’ın rızalığını kazanmak olmalıdır. Hani derler ya, dervişin fikri neyse zikri de odur. Gerçektende dervişin fikri Allah’tan gayri bir şey istemekse bunun adı masiva talep olur.  Yok, eğer dervişin fikri ‘ilâhi ente maksûdi ve rıdâike matlûbì-Allah’ım maksadım sen, isteğim senin rızanı kazanmak’ ise hiç kuşkusuz bu talep huzurda kabul görür. Diğeri ise huzurda asla kabul görmez.  Zaten Allah’tan gayri her istek ve arzu dünyalık olduğundan (masiva olduğundan)  kulun dünyada yüzüne çarpılmasa da ahirette mutlaka yüzüne çarpılacaktır.  O halde kul olarak bizlere dünyalık talep ve arzuların peşine koşmak yerine ömürde bir kez de olsa canı gönülden ‘Lailahe illallah’ diyebilmenin peşine koşmak düşer. Düşünsenize böyle bir anı yakaladığımızda Peygamberimiz (s.a.v)’in ebedülebed cehennem azabıyla ateşte kalmak yerine eninde sonunda müjdelediği cennete gireceğiz demektir.

Evet, zikir ebediyet kazandıran bir güçtür. Nitekim zikirle ilgili ayetlere şöyle göz attığımızda Allah’ı zikretmenin ne büyük bir güç ve nimet olduğu görülecektir. Öyle ki Rabbul âlemin ayetlerinde zikrin büyük bir nimet olduğunu kullarına şöyle bildirmekte;
“-Beni zikretmek için namaz kıl (Taha/14).
-Namaz kıl. Muhakkak ki namaz insanı kötülüklerden alıkoyar (Ankebut/459).
-Siz beni zikredin ki bende sizi zikredeyim (Bakara/152).
-Allah’ı çokça zikredin ki, kurtuluşa eresiniz (Enfal/45.)
-Ey İman Edenler! Allah’ı çokça zikredin O’nu sabah akşam tesbih edin (Ahzab/41–42).
-Allah’ı çokça zikreden erkekler ve kadınlar var ya, Allah onlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır (Ahzab/35).
-Onlar ayakta otururken ve yanları üzerine yatarken zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler (Al-i İmran/161).
-Duanız olmazsa Rabbiniz sizin neyinize kıymet versin?” (Furkan/77)

İşte yukarıda geçen ayetlerden de anlaşıldığı üzere kalbi huzura erdirecek tek ilaç zikirdir. Zira kalp merkezi karargâh olması hasebiyle ilk zikir alevi bu karargâhta kıvılcım almaktadır. Derken kapte ki bu kıvılcım sırasıyla letaiflere sirayet edip tüm vücuda yayılır da.

Peki, kalbi zikir buysa ya namaz nasıl bir zikirdir derseniz,  cevab olarak namaz her ne kadar ibadet gibi gözükse de özüne baktığımızda tüm rükünleriyle birlikte zikretmenin adıdır deriz. Nitekim dinin temel direği olarak ilan edilmesi bunun bariz göstergesi diyebiliriz de

Sadece namaz ibadeti mi?  Hiç kuşkusuz diğer ibadetlerinde kendine has zikir rükünleri vardır. Peki, madem öyle zikirlerin hangisi daha makbuldür sorusu karşısında ne diyebiliriz? Bu soru karşısında hiçte telaşlanmaya gerek yoktur, sadece Ariflerin dilinden  “kalbin en çok uyanık olduğu andaki zikirdir” diye cevaplandırmak kâfidir. Yani her şey kalbi uyanık ve diri tutmakta gizlidir. İşte kalbi uyanıklık kazanan bir salik eriştiği ‘Sultan-ı zikir’ sayesinde tüm ibadetleri hakkıyla zikre dönüştürmüş olur. Malum, Sultan-ı zikir kalbin fenafillâhtan bekabillaha yol almak manasına bir zikirdir.

Her ne kadar Kur’an’da ve sünnette zikrin ne şekilde, ne miktarda, hangi vakit çekileceği açık belirtilmemişse de pekâlâ bunu işin ehlinden sorup öğrenip talim etmek mümkün. Yine her ne kadar dinimizde üzerimize farz olan ibadetlerde birer zikir olarak addedilmişse de şu da var ki,  Kuran’da bir kısım ayetlerde geçen: 

“Namazı bitirince ayakta, otururken ve yanınız üzerinde yatarken Allah’ı zikredin (Nisa/103), Hac ibadetlerinizi bitirdiğinizde Allah’ı zikredin (Bakara/200), Düşmanla karşılaştığınız vakit sabredin ve Allah’ı çoksa zikredin ki kurtuluşa eresiniz (Enfal/45)’’ türünden zikriyatı da görmezden gelemeyiz. Ki bu söz konusu ayetler bizim ayrıca Rabbü’l âlemini özel olarak anmamız gerektiğinin bir teyididir. Hatta bu ayetleri kurtuluş reçetemiz olarak görmemiz faydamızadır.Evet,  ibadetlerde bir anlamda zikirdir ama bunun yanı sıra Yüce Allah’ı özel olarak tesbih etmekle de kalbimizi iri ve diri olarak uyanık tutacağımız muhakkak. Kur’an’da zikredilen ayetlerden öyle anlaşılıyor ki;  hem İslam’ın beş şartını yerine getirip ibadet yapmak var, hem de Allah’ı özel olarak anıp zikretmek gerektiğinin işareti vardır. Kaldı ki Peygamber Efendimiz (s.a.v) bütün zikir çeşitlerini tatbik ettiği gibi her bir ashabının meşrebine uygun zikir telkin etmiş bile.  İyi ki de telkin etmiş, bu sayede Allah’tan gayrı tüm sahte putların boyunduruğu altından kurtaracak gerçek hürriyete kavuşmanın reçetesini öğrenmiş olduk. Derken Ashab ve Tabiun’dan sonra emaneti devr alan Rabbani âlimlerin açtıkları dergâhlara koşup bu sayede zikir meclislerinde soluklanmayı keşfettik. Nasıl soluklanmayalım ki, bikere Resulü Ekrem (s.a.v) ta baştan zikir meclislerini cennet bahçelerinden bir bahçe olarak övmüş, elbette ki dergâhlara koşmak gerekir.  Kaldı ki balık için su ne ifade ediyorsa bizim içinde dergâh o nisbette bir anlam ifade etmekte..

Peki, namaz sonrası tesbihatlar için ne denilebilir derseniz,  gayet bu hususta namaz sonrası yapılan tesbihata baktığımızda umuma şamil bir tesbihat olduğu çok açık net ortada zaten. Keza rükû, sücud ve tahiyyat oturuşun da okunan tesbihatlarda öyledir. Dolayısıyla namaz içi ve namaz sonrası tesbihatlar dışında yapılacak vukuf-i zaman ve vukuf-i adedi niteliğinde her tesbihat ise vird olarak isimlendirilir Ancak bu tür isimlendirilen tesbihatların işin ehline danışaraktan yapılması icab eder. Çünkü kendi kendine yapılan zikirlerde doz ayarı yapmak çoğu kez bir takım yanılgıları ve sıkıntıları da beraberinde getirebiliyor. En iyisi mi biz işi ehli bildiğimiz Mürşidi kâmillerin telkinleri doğrultusunda zikir dozu edinip öyle yola kolay koyulmalı. Aksi takdirde Allah korusun şeytanın maskarası durumuna düşebiliriz.

Tasavvuf yolunda; sırf kalb,  sırf dille yapılan zikir olduğu gibi hem kalp hem dil ikisi bir arada olmak üzere toplamda üç tür zikir metodu söz konusudur.  Ve her üç türde haktır.  Malumunuz cehri (sesli) zikirde nefsi ıslah etmek esas olduğundan işte bu noktada nefis terbiyesi bu yolun besmelesi gibi bir mahiyet kazanır. Hafi zikirde ise gizlilik esas olup bu metotda salik ruhi yoldan terbiye edilir. Dahası hafi zikri vird edinenler kendilerine Habib-i Ekrem Efendimiz (s.a.v)’in bir kısım ashabının yüksek sesle tekbir getirmesi karşısında beyan buyurduğu;

“-Böyle sesinizi yükseltip kendinizi yormayın. Siz kulağı sağır veya uzaktaki birisini çağırmıyorsunuz. Sizler, gizli açık her şeyinizi işiten, size çok yakın olan ve hep sizinle beraber bulunan Allah’ı zikrediyorsunuz (Buharı, Müslim, Ebu Davut)”  hadis-i şerifin yanı sıra Yüce Allah (c.c)’ın; beyan buyurduğu “Kulum beni gizlice içinden zikrederse bende onu zatımda zikrederim” hadis-i kudsiyi ölçüyü esas alarak zikretmekteler. Nitekim Nakşibendî tarikatı hafi zikrin icra edildiği tek kapı olma özelliği ile dikkat çekmektedir. Hatta Nakşîler zikir kavramından daha çok vird kavramını kullanırlar.

Zaten yukarıda da belirttiğimiz üzere, vird her gün belli sayıda (vukuf-i adedince) yapılan zikre verilen bir isimdir. Ancak isimlenen her vird belli miktarda Lafza-i Celal zikri çekerek olabileceği gibi,  yine belli miktarda letaif zikri çekmekle ya da Nef-i isbat zikir şeklinde de olabilir. Fakat şu da var ki her hayrın başında ve sonunda istiğfar çekmek ya da her gün Kur’an’dan bir cüz veya Delâilü’l Hayrât okumak da vird kapsamında görülebiliyor. Tıpkı beş vakit namazı vaktinde eda ettiğimiz gibi günlük hayatta belirli adette çekilen her tesbihat,  her evrad ve her derste öyledir.  Yani, devamlılık arz eden dersler olduğu içindir vird olarak addedilmekte. Bu arada belirtmekte fayda var, devamlılık gerektiren her vird gafletle icra edilse de ihmal edilmeye gelmez,  mutlaka aksatmadan eda edilmeli ki taklitten tahkike geçilebilsin. Yeter ki Allah’a halisane niyetle hemen her gün belirli bir zaman diliminde yılmadan usanmadan vird çekmede gayret gösterilsin eninde sonunda kalp huzura ererde. Nitekim Allah Teâlâ bu hususta “Bütün zamanlar zikir için yaratılmıştır. Zikirden ancak münafıklar usanır” (Nisa/142) diye beyan buyurmuştur.

Peki ya dua’lar nasıl vird edinilir?  Her ne kadar dualar hakkında her şart ve ahvalde, her dil ve lahzada Allah’a münacatta bulunmak şeklinde bir niyaz olarak vird edinsek bile yine de ulemanın kahır ekseriyeti Kur’a’n ve Hadislerde zikredilen duaları vird edinmenin daha doğru olacağını dile getirmişlerdir. Aslında dua bir bakımada yapılan ibadetlerin,  yapılan Hatme-i Haceganların, okunan Kur’an tilavet ve evradların, çekilen virdlerin şükrünü ifaya yönelik de bir virddir. Zira her amelin ardından zikrimizi ve fikrimizi dua ile şükreyleyip hatimleriz de. Hakeza yemek yediğimizde de öyledir. Nitekim yemek yemeye başlarken besmele çekmek zikir,  yediğimiz gıdaların asıl kaynağının Allah olduğunu düşünmek fikir, yemeğin sonunda Yüce Mevla’ya nimetlerinden dolayı teşekkür edip şükretmek ise dua olarak karşılık bulur. Madem öyle bize, dilimiz üzerine ayırt edici reseptörler vasıtasıyla yediğimiz gıdaların acı mı, tatlı mı, yoksa ekşi mi olduğu fikriyatını hissettirip bizi bin bir lezzetleriyle gıdalandıran Yüce Allah’a şükretmek düşer.

Şu da var ki; Allah’a şükretmek sadece karın doyurmakta hatırlanan bir şey değil, bilhassa darda kaldığımız bir anımızda da başvurduğumuz bir virddir. Nitekim çoğu zaman sinirlendiğimizde ve başımıza bir şey geldiğinde hemen  ‘La havle ve la kuvvete illa billâhil aliyyil azim’ deriz,  herhangi bir sıkıntıya girdiğimizde de  ‘Hasbunellahu ve ni’mel vekil’ deriz, bir kusur işlediğimizde ise ‘Estağfurullah’ deriz. Sonuçta karşılaşacağımız ister nimet olsun isterse bir takım sıkıntılar olsun hiç fark etmez her halükarda bize Allah’ı hatırlatıcı zikir, fikir ve şükür gibi virdlerden alıkoymamalıdır. Yeter ki Allah’ı hatırlatan virdler Kur’an ve sünnet ışığında dilimizden sadır olsun her şükredişimizde nimetleriyle Allah’ın nimetleriyle bereketleneceğimiz gibi her tevekkül edişimizde de sıkıntılarımız giderilir de. Bu arada şunu belirtmekte fayda var,  ‘Estağfurullah’  çekmek sadece hata ve kusurlardan dolayı söylenilen bir vird değildir,  her ibadetin başında ve sonunda Allah’a karşı layığı veçhiyle amel yapamamanın kaygısıyla da söylenilmesi icap eden bir virddir. Keza her işin başında besmeleyle işe başlamak, işin sonunda hamdüsenada bulunmakta öyledir. Bilhassa camiye ve eve girerken besmele ile adım atıp çıkarken de yine besmele çekip mağfiret dilemek de öyledir. Ancak dikkat edilmesi gereken husus toplum içerisinde gösterişe kaçmadan Allah’a kalben dua ve niyazda bulunmak daha uygun olacaktır. Hatta bir mümin kardeşimizin yüzüne karşı değil de gıyabında dua yapmakta öyledir. Çünkü açıktan yapılan dua ve amellere her an riya karışabiliyor.

Peki, yatarken ne yapmalı? Elbette ki sünnet olan neyse onu yapmalıdır.  Nitekim uyku moduna geçmeden önce fatiha, ayete’l kürsi, kafirun, ihlâs ve felak sürelerini okumak sünnettir zaten. O halde uyku deyip geçiştirmemeli. Çünkü insan düşünde her an bir kâbus görme gibi bir takım risklerle karşı karşıya kalabiliyor. İşte bu tür riskleri gidermek için bilhassa Kureyş suresinin okunması tavsiye edilmektedir. Zaten ehlisünnet çerçevesinde tavsiye edilen her ne varsa ona uyduğumuzda hiç endişelenmeye gerek kalmaksızın ‘O’ndan geldik yine dönüşümüz O’nadır’ zikriyle uyanıp normal gündüz akışımıza devam edeceğiz demektir. Normal gündüz akışı derken sabah ev çıkışından eve dönüş arası akıştır elbet. Düşünsenize böylesi bir akışta bile boş durmak yok.  Nasıl mı? Yani, Gavs-ı Sani (k.s)’ın beyan buyurduğu “Şayet bir insan sabah uyandığında abdestini alsa sonra da;  Ya Rabbi!  Sen Rezzak-ı mutlaksın. Çalışsak da çalışmasak da rızkımızı verirsin. Lakin rızık için vacip kıldığın üzere rızkımızı kazanmaya gidiyoruz diye niyet edip işe başlarsa o insan bütün gün başını secdeden kaldırmayan kişinin sevabını alır” şekliyle boş durmak yoktur elbet. Sadece iş için mi, tabii ki mesai sonrası da boş durmak yok. Öyle ki evimizin yolunu tutup,   hatta evde hiç kimse olmasa bile yine boş durmayıp selam vererek eve girmemiz icap eder. Zira zikir, fikir ve şükür asla boşluk kabul etmez. Nitekim boş sandığımız her alan ister ev olsun ister başka bir mekân olsun hiç fark etmez şu bir gerçek bizi her daim gözetleyen melekler var,  bilmem bu örnek yetmez mi?  Şayet yetmedi diyorsanız, pekâlâ ehlisünnet kitaplarında geçen birkaç misali daha şöyle sıralayabiliriz:
- Mesela normal hayat akışı içerisinde bir ölüm haberi işittiğimizde sanmayın ki boş duracağız, tam aksine anında ‘İnna lillah ve inna ileyhi raciun’ diye zikrederek karşılık vermemiz icab eder.  
- Mesela amansız bir hastalığa tutulduğumuzda yine boş durmak yok. Bilakis Allah’tan “Ölüm benim için hayırlı ise benim canımı al, hayatta kalmak hayırlı ise sağlık ver” şeklinde niyazda bulunmamız icab eder. 
- Mesela yıldırım, sel ve deprem gibi doğal afetlerle karşılaştığımızda derhal “Allah’ım sana sığınırız bizleri helak etme afiyet ver” dememiz icab eder. 
- Mesela hayatın akışı içerisinde oldu ya bir takım maddi sıkıntılara bağlı olaraktan köşeye sıkıştığımızda yine derhal “Ya Rabbi! Acizlikten, miskinlikten ve cimrilikten sana sığınırım” diye yalvarmak gerekir.

Velhasıl kelam öyle anlaşılıyor ki, hayatın her safhası ve her alanı zikir, fikir ve şükür örgüsüyle örülü, burada önemli olan eşrefi mahlûkat olarak yaratılan insanın kâinatta icra edilen zikir senfonisine kayıtsız kalmayıp eşlik etmesidir. Eşlik ettiğinde biliniz ki hem kendisi hem de insanlık huzur bulacaktır.    

Vesselam.