Hiç şüphe yoktur ki kalbin manevi ilacı zikirdir. Madem öyle, Allah adını sıkça zikretmek gerek ki kalp huzura erebilsin. Şayet kalbimizi tüm günah kirlerinden temizlemek diye bir derdimiz varsa buna mecburuz da. Mecburiyetimiz Allah adına ihtiyacımız olduğu içindir elbet. Yeter ki ihtiyaç sayısınca (vukufi adedince) Lafzai Celal zikrini kalbte analım bak o zaman ruhi susuzluğumuzun giderileceği muhakkak. Aksi takdirde kalb zikirsizlikten ışık göremez hale gelip ruh penceremiz ise ayna olamayacaktır..

Düşünsenize zikirsiz kalbin halini, üzeri adeta siyah ziftle kaplanmış halde olması kaçınılmazdır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) ''Kul günah işlediği zaman onun kalbinde siyah bir nokta olur'' buyurmuşlardır. Şu halde Lafzai Celal zikri ile kalbimizin üzerini kaplayan o siyah lekelerden oluşmuş zifiri tabakayı dağıtmak gerekir. Nitekim zikreden bir derviş kendi iradesiyle Allah’ın zikrine devam ettiğe sürece zikrin buharı kalbin üzerini kaplayan zifiri tabakayı tarumar edip en nihayetinde Yüce Allah’ın beyan buyurduğu ''Kalpler ancak Allah'ın zikriyle huzura erer'' müjdesine mazhar olacaktır.

Malumunuz beşer olmamız hasebiyle her an düşüp kalkan bir yapıya bürünebiliyoruz. Sadece düşüp kalkmayan Yüce Allah’tır. Dolayısıyla her düşüş kalkışımızda imdadımıza yetişecek tek ilaç zikirdir. Bu demektir ki kul ancak Allah'ı çokça zikrederek kalbini diri tutabilmekte. Derken iri ve diri olanın dünyaya bakışı dünyalık değil, uhrevi sermaye olarak değişiverecektir. O kişi nasıl uhrevi sermaye edinmesin ki, bikere ta baştan dünyalığa aldanmayıp kalbini Allah’ın zikriyle pirupak eylemiş konumdadır. İşte böylesi bir kalbe sahip bir insan artık etrafının kirlenmişliğinden kolay kolay etkilenmez de. Yeter ki Allah adını anmaya devam edilsin istikametten şaşmayacağı muhakkak. Hele böylesi bir insanın Allah adıyla kalbi zikirle dolup taştıkça gözünde tüten o tutku seli çağlayıp dilinden inci sözler dökülürde. Öyle anlaşılıyor ki Allah adını anmak insanı sultan edecek bir sermayedir. Resûlullah (s.a.v.)’in ''Kıyamet gününde kulların en büyük derecesi Allah'ı çokça ananlardır'' diye beyan buyurması bunun bir teyididir zaten. Kaldı ki, kâinatta canlı, cansız hemen her şey, kendi hal lisanıyla Allah'ı zikretmektedir. Madem öyle, insan neden bu âlemde zikir senfonisinden mahrum kalsın ki? Evliyaullah'ın da belirttiği üzere kâinatta her lafza zikir senfonisinde Allah adını anmakta en çok sırayla:

Birinci derecede cemadat (toprak, taş, cansız maddeler), ikinci derecede nebatat (Bitki âlemi), üçüncü derecede hayvanat, dördüncü derecede insan gelmektedir. Yani evrende cansızlıktan canlılığa, basit yapıdan daha mükemmel yapıya doğru gidildikçe o nisbette zikir derecesi sıralamasında düşüş eğilimi gösterebiliyor. Bilhassa her yaratılmış varlığın büyüme meyli ve gelişme seyri yükseldikçe kendini Allah’tan alıkoyan her ne engel varsa beraberinde gelebiliyor. İşte bu noktada insanın diğer yaratılan varlıkların ardından dördüncü sırada zikreden bir konumda geride kalması bu yüzdendir. Fakat insan şayet zikr etmek isterse bu dezavantajını avantaja çevirebilir. Şöyle ki; insan her şeyden önce ömür boyu yakasını bırakmayacak üç büyük düşmana (nefis, şeytan ve kötü arkadaşa)  karşı adeta göğsünü siper edip Allah’ı zikretmekte gayret gösterirse bir anda yaratılmışların üstünde bir mevkie sıçrayabiliyor. Ki; bu mertebe  ''Alayı İlliyyin''  makamı olarak karşılık bulur. Yok, eğer kul nefsin hevasına kapılıp, şeytanın oyunlarına alet olmuş ve kötü insanların kuşatması altına girmişse hayvandan da aşağı mertebeye inip bu durum ''Esfelin safilin'' olarak karşılık bulur. Anlaşılan insanın eşref-i mahlûkat (Yaratılmışların en üstünü)  olarak değer kazanması için Allah’ı sıkça anması şarttır. 

Bakın, Hadisi Kudsi de ''Dikkat ediniz, cesette bir kalp vardır. Kalbin içinde de bir fuad vardır. Fuadda dahi sır vardır. Sırda da hafi vardır. Hafide dahi ahfa vardır'' beyan buyrularak insan göğsüne kodlanmış âlem-i emirle bağlantılı letaiflere dikkatimiz çekilmektedir. Zira insan göğsünde kodlanmış kalp, ruh, sır, ehfa ve hafi denen nurani letaifler mevcuttur. Keza iki kaşı arası alnında ise nefs-i natıka vardır. Şüphesiz her insanda mevcut olan bu nurani letaifleri asıllarına kavuşturmak insanın gayretine bağlı bir durumdur. Yeter ki salik Allah'ı vukufi adedince sıkça ansın nurani letaifleri aslına rücu edecektir elbet. Aksi takdirde zikir girmeyen vücudu kasvet bürüyecektir. Dolayısıyla ruhu nefse galip kılıp aydınlatmak için:
- Salih insan-ı kâmilden faydalanmak, 
- Amel etmek (Helal-haramı bilmek),
- Zikretmek şarttır. İşte bu sıraladığımız bu üç öğenin aksine bir yol izlediğimizde biliniz ki ruh penceremiz asla ışık vermeyecektir. Nasıl ki hastalandığımızda derhal doktora koşuyor ve doktorun telkinleri doğrultusunda şifa bulmaya çalışıyorsak, aynen öyle de, insan da körelmiş letaiflerini canlandırıp aslına kavuşturmak için, kalp alanında uzman Salih amel sahibi insanları (evliyaullah)  bulup onlardan istifade etmesi gerekiyor. Evliyaullah bu alanda uzman olup letaiflerin özelliklerinden hep bahsetmişlerde. Bakın Muhammed Şemseddin (k.s.)  'Miftahül Kulüb' adlı eserinde uzmanlığını nasıl konuşturuyor. Ve özetle şöyle bahseder:

''Zikreden kalbin akik renginde ve sol memenin altında, zikreden ruhun açık sarı ve sağ memenin altında, zikreden sırrın beyaz renkte ve sol memenin üstünde, zikreden hafinin zümrüt yeşili ve sağ memenin üstünde, zikreden ahfanın ya çok beyaz ya da çok siyah ve iki meme ortasında, nefsi natıka ise; turuncu sarı ve iki kaş ortasındadır.'' 

İşte uzmanlık budur. Düşünsenize bu uzmanlık dalında letaiflerin renkleri belirlenmiş bile. Böylece bu gerçekler ışığında insan göğsüne kodlanmış âlem-i emirle bağlantılı nurani letaiflerin tamamının değişik renklerde ışıldayan nur şuleleri olduğunu akıcı üslubundan idrak etmiş oluruz. Eğer bir salik Hak yolunda mesafe kat edip letaiflerin tamamını bitirdiyse,  biliniz ki bu kez o salike Nefy-ü isbat zikri, yani Kelime-i Tevhid zikri verilecektir. Yeter ki; letaifleri asli yerlerine kavuşsun gerisi gelir elbet. Bir başka ifadeyle Nefy-i isbata geçmek için, letaiflerin çalıştığına dair tüm emarelerin zuhur etmesi gerekiyor. Derken bu hal üzere olan bir salikin üzerinde küllü letaiflerden sonra ruhun tezkiyesi gerçekleşip (Hak yolunda ilerleyen, sülûk eden kişi) alnına sadakat mührü vurulur bile. Şu da bir gerçek; o söz konusu salik seyr-i süluk yolunda bütün bu aşamalardan geçmiş olsa bile her kat ettiği mertebede mürşid-i kâmilden istifade etmek zorundadır. Ancak salikin bu noktada bile kalbi şeytanın vesvesesinden tam arınmış sayılmaz. Ama evliyaullah öyle değildir, onların kalbi cin ve şeytandan etkilenmeyecek konumdadır.

Zikreden bir insanın iç dünyasına daha çok melekler hâkimdir.  Şöyle ki, melek belirli bir aşamaya ulaşmış bir salikin ruh letaifine sürekli ilahi idrak nurunu aktarır, hatta bu nur ruhla da sınırlı kalmayıp letaifler üzerinde devri daim eyledikten sonra tüm vücudu kuşatır, derken zikir insanı sultan konumuna getirir. Her şeyden önce kulun vuslata ulaşmada iki güzel haslete ihtiyacı vardır. Bunlardan biri sağlam itikat sahibi olmak, diğeri kalb-i zikir yapmaktır. Hiç kuşkusuz cehri zikirle de vuslata ulaşılır, ama birçok meşayih-i kiram kalbi zikirle vuslata ulaşmanın en kestirme yol olduğunu beyan etmişlerdir. Yani Allah’a ulaşmada daha pek çok yolların varlığı bir vaka. Bu yüzden Kutsi Hadiste ''Allah'a ulaştıran yollar, yaratılmışların nefisleri sayısı kadardır'' diye beyan edilmiştir. Ancak genel anlamda zikir yolu iki kanaldan beslenmekte.  Ve bu iki kanal:
-Lisan-ı zikir denen cehr-i zikir yolu,
-Kalb-i zikir denen haf-i zikir yolu diye kategorize edilir.

İşte bu iki kanal üzerinden ehlisünnet üzere olan tüm tarikat-ı aliyyeler dallanıp budaklanıp günümüze kadar gelebilmiştir. Zaten Allah dostları var olduğu müddetçe ehlisünnet istikameti üzere olan tüm seyri süluk yolları kıyamete dek devam edecekte. Malumunuz cehr-i zikir, sesli eda edilip Hz. Ali (k.v.)'in uyguladığı zikirdir. Hafi zikir ise sessiz yapılan bir zikir olup, Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a.)’ın takip ettiği metottur. Madem öyle, Allah'a ulaştıran yollar yaratılmışların nefisleri sayısı kadardır ölçüsünce, her iki yol da haktır diyebiliriz. Nitekim her iki yolun yolcuları da Allah'a ulaşmak için zikrediyorlar. Farklılık sadece izlenilen metotta, dahası usul farklılığından kaynaklanan bir durumdur. Zira Bediüzzaman Said Nursi Hz.leri bu konuda; ''Nakşibendîler gizli zikir sayesinde nefsi emmarenin başını kırmaya muvaffak olurlar. Kadiriler ise zikri cehri ile tabiat tağutlarını tarumar eylemişlerdir'' deyip konuya açıklık getirmiştir. 

Şurası muhakkak; zikirden maksat çokluk değil, saflıktır. Önemli olan, İlâhi ente maksudu ve rıdaike matlubu (Ya Rabbi maksadım sen, isteğim senin rızanı kazanmaktır) ölçüsüdür. Resulullah (s.a.v.) ''Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza değil, kalbinize ve amellerinize bakar'' buyuruyor. Nitekim Allah (c.c.) ''Gerçek müminler, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer (Enfal /2) '' beyan buyurarak zikreden gönülleri övmüştür.

İnsan hayatını mutluluğa çevirmek istiyorsa şu hadisi şerifi ölçü almalıdır: ''Zikredici bir dil, şükredici bir kalp, imanımızda size yardımcı olacak bir kadın bulundurun.''

Hz. Peygamber (s.a.v.) sahabeler arasında, zikri hafiyi Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’a has kılmış,  ama bir gün komşular Resulullah'ın huzuruna çıkıp:
''- Ya Resulullah, Ebû Bekir-i Sıddîk et pişirip, hatta kokusu dışarıya kadar nüksettiği halde, kimseye ikram etmez'' diye sitem ederler. 
Peygamberimiz (s.a.v.) duruma vakıf olur ve şu cevabı verir:
''- O sizin sandığınız et kokusu pişirilen et kokusu değildir. O koku zikreden kalbin yanan kokusudur'' 

İşte, Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a) öyle can-ı gönülden kalp zikri çekiyordu ki, ciğeri yanıyor ve kokusu etrafı bile sarabiliyordu. Dolayısıyla Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’ı ''Sıddık-ı Ekber'' yapan, bu durumdur. Bazıları belki “Efendim, nasıl oluyor da bir insanın kalbi yanıyor” diyebilir. Bunu ancak yaşayan idrak eder, yaşamayan bilmez. Realite sadece ateşin yaktığını bildiriyor bize. Ama hangi ateş? Elbette ki bizim ve herkesin bildiği o ateş; ne var ne yok yakıp kül ediyor. Fakat bilmediğimiz bir ateş daha var ki, o da ''nur'' olup yakıyor gibi gözükse de kül bırakmaz. Yani nurda alevimsi yakıcılık yoktur. Nur için illa da bir teşbihte bulunacaksak nur için sadece ışıltı demekle yetiniriz.  İşte, ateşle nurun farkı bu ışıltıda gizli.

Evet,  Allah ile kul arasında yetmiş bin hicap perdesi vardır. Bu perdelerin açılması da ancak zikirle mümkün olabiliyor. Burada yetmiş bin perde benzetmesinden maksat Allah’ın isim ve sıfatlarının tecelli daireleri manasınadır. Yani tezahür dereceleri anlamındadır. Rabbûl Âlemin zikreden kullar için; ''Rabbini tazarru ile gizli olarak dua ediniz (Araf/55)'' ve ''Rabbini tazarruyla (titreyerek) ve korkarak zikret (Araf/205)'' beyan buyuruyor. Resulullah (s.a.v.) ise ''Zikrin hayırlısı hafi olanı, rızkın hayırlısı da kâfi olanıdır'' ve ''Benim ve benden önceki enbiyanın söyledikleri en hayırlı kelime Lâ ilahe illallah’tır. Bilesiniz ki yedi kat gök ve yedi kat yer terazinin bir kefesine konsa, diğer kefesine de kelimeyi tevhit konsa bu kelime ağır gelir'' beyan buyurmuşlardır. Yine Peygamberimiz (s.a.v.) ''Yeryüzünde Allah, Allah diyen bulundukça kıyamet kopmaz'' beyanıyla zikrin ehemmiyetini ortaya koymuştur. 

İşte görüyorsunuz zikirlerin bile kendi içinde üstünlük dereceleri söz konusudur. Hatta Hz. Ayşe (r.a.)'dan rivayet edilen bir  hadisi şerifte Resulullah (s.a.v.) ''Bazı zikirler diğer zikirlerden yetmiş kat daha efdaldır'' buyurmuşlardır. Bir başka hadisi şerifte de; ''Kanın dolaştığı yerlerde muhakkak şeytan da dolaşır. Onun dolaşmaması için en kuvvetli silah Lailaheillahul-fealu'' buyurarak şeytana karşı korunmamızı sağlayacak tedbire dikkatimiz çekilmiştir.

Malumunz İmam-ı Rabbânî (k.s)  çok büyük bir zattır. Bakın Müceddid-i el Fisani (k.s)  zikrin en efdali Kelime-i Tevhid zikrinden hareketle Tevhidi iki başlık altında: 
- Tevhid-i Şuhud,  
- Tevhid-i Vücud diye tasnif etmiştir.

Gerek Ayet-i Celile’de beyan olunan hakikatler,  gerekse hadis-i şeriflerde geçen sözler, zikri teşvik edip insanlığın bunalımdan çıkış yolunun ancak zikir çekmekle mümkün olduğu vurgulanmaktadır. Elbette ki eşyanın sırrına vakıf olmak her babayiğidin harcı değil, ama bu vukufiyet sırrını insan diline çevirmekte gayret göstermek buna mani teşkil etmez. Ancak eşyanın hakikatlerini çözmeye çalışırken Allah adını unutmamak icab eder. İşte bu gerçeklerden hareketle diyebiliriz ki insanlık geçmişte ki edindiği bir takım bilgi ve becerilerinde olduğu gibi gelecekte de kendisini esir etmek isteyen teknolojik cihaz ve donanımlara karşı hazırlıklı olmalıdır. Şayet insanlık eşyanın esaretinden kurtulup Allah'ı hatırladığında, işte o an gerçek aydınlığa kendini kavuşmuş hissedecektir. Nasıl öyle hissetmesin ki,  eşyaya mahkûmiyet, vahdet-i vücud veya vahdet-i şuhuda susamış insanlığı perişanlığa itmekte habire. Anlaşılan Vahdet’e giden yol, Allah'ı anmaktan geçiyor.

Düşünsenize zikreden bir insanın kalbi dakikada ortalama 124 kez ‘Allah’ diyerek atıyor. Herhalde iş olsun diye atmıyordur. O halde bu noktada kalbin bu sesine kayıtsız kalamayız.  Bizim de haydi, haydi bu sese iştirak etmemiz gerekir. Ki; zikreden dervişin aydınlık kalbi gibi bir kalbe sahib olabilelim. Hele zikreden bir derviş tespih tanelerine dokundukça dakikada 124 kez ‘Allah’ diye atan o kalpteki zikir bir anda âlemi emirle bağlantılı nurani letaifleri harekete geçirebiliyor. Madem öyle, kalbin her atışta ki zikir ritmine bizimde eşlik edip Allah dememiz icab eder. İcab ettiğimizde bilniz ki kalben huzura ereceğiz demektir. O halde daha ne duruyoruz,  vakit çok geçmeden şimdi tamda Allah adını sıkca zikretme vaktidir. Aksi takdirde  “kalpler ancak Allah'ı zikretmekle huzura erer” hükmün dışında huzuru başka yerlerde aramak zorunda kalırız. Allah korusun bu da hiç arzu etmediğimiz ömrü boşa zayi etmek demektir. 

Velhasıl; zikir her daim en güzel sermaye kaynağıdır.  Zikirle   daha çok tefarruttlı bilgi edinmek okuyucularım KDY yayınlarından çıkan kitap.yurdu.com adresi üzerinden Medine’den Buharaya adlı eseri aşağıdaki linkten temin edebilir;

https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+g%C3%BCrb%C3%BCzer

Vesselam.