İyi ki de Türkler Orta Asya’dan yola çıkmışlar. Zira yollara meftun Türk boyları, İslam’la buluştuktan sonra Alpliklerine erenlik katıp alperen kimliğine bürünmüşlerdir. Belli ki; Türkler üzerinde Horasan erenlerinin çok büyük etkisi olmuş. Öyle bir etki oluşmuş ki; içlerinden bir Türk veli; yani Ahmet Yesevi gün yüzüne çıkacaktır.

İyi ki de Türkler Orta Asya’dan yola çıkmışlar. Zira yollara meftun Türk boyları, İslam’la buluştuktan sonra Alpliklerine erenlik katıp alperen kimliğine bürünmüşlerdir. Belli ki; Türkler üzerinde Horasan erenlerinin çok büyük etkisi olmuş. Öyle bir etki oluşmuş ki; içlerinden bir Türk veli; yani Ahmet Yesevi gün yüzüne çıkacaktır.

Malum Ahmet Yesevi Yusuf Hemedânî’den el almış büyük bir zat. O, şeyhinden icazet alır almaz tasavvufi aşkı Türk boylarına aşılamaya başlar bile. Tabii bu sıradan bir aşk değildir, bu öyle bir aşk ki; ilahi aşkın ateşiyle irşat olan Türk boyları Bizans sahalarına kadar uzanıp ileride Büyük Selçuklu Devleti'nin kuruluşu gerçekleşecektir. Tabii Selçuklu kuruluşla kalmaz, Malazgirt zaferiyle gücüne güç katıp Horasan erenlerinin himmet ve bereketiyle Anadolu kutlu bir vatana dönüşür. Böylece Anadolu baştanbaşa medreselerle, camilerle, kervansaraylarla, çeşmelerle vs. donatılır da. Kelimenin tam anlamıyla Anadolu medeniyet merkezi konumuna bürünür. Tâ ki bu medeniyet Moğol ordusunun bir kara bulut misali ufku kaplayıncaya kadar sürecektir. Bu yüzden XIII. yüzyıl denilince Selçuklu'nun son demleri akla gelir. Kolay değil elbet, Moğol kasırgası medeniyet adına her ne var varsa yerle bir etmişti. Neyse ki; Moğol tahribatının Anadolu güneşini batırma noktasında bizim Yunus doğa gelir. Artık Anadolu kiliminin bir ucundan Yunus, diğer ucundan Mevlana tutacaktır. Derken diriliş muştusu yeniden Anadolu kiliminin üzerine işlenir. İşlenen bu kilime Moğol zulmünden kaçıp Anadolu’nun sınır uçlarına sığınan âlimler, şeyhler, dervişler, müderrisler de eklenince Anadolu tam bir renk cümbüşüne dönüşür. Yunus bu medreselerin birinde bir nebzede olsa soluklanmıştı. Fakat Yunus’un iç susuzluğunu giderecek aşk bu medreselerden geçmiyordu. Sadece öğrendikleri ilim açlığını doyurmaktan ibaretti, ötesi buralarda yok gibiydi. Sonunda o da dayanamadı, yerinden doğrulup ayağa kalktı ve içindeki özleyişe kapılıp köyüne döndü. Artık köy ahalisi Yunus’u bundan böyle, kâh bir su kıyısında, kâh kuru bir ağacın altında, kâh saatlerce dökük mezar taşlarının altında kendi kendine konuşan ve gezinen bir divane gönül olarak görecektir. Zaten bu halini kimsede kınamazdı. Hele bir söylenmeye dursun bülbül misali şakırdardı. Zira dilinden dökülen her bir kelam ömre bedeldi, lezzetine doyum olmazdı.

Bu arada Moğol istilası yaklaşınca Anadolu’nun her bir yanı kıtlık hüküm sürüp, yokluk ve acı içten içten hissettirmeye başlayacaktır. Öyle ki; bu coğrafyada yaşayan herkes gelecekten ümidini kesecektir. Nasıl kesmesin ki; kimi açlıktan,  kimi hastalıktan, kimi asılaraktan, kimi vurularaktan onlarca insan can vermişti. Tabii Yunus bu hüzün verici manzara karşısında irkiliyor,  peş peşe gelen haberler karşısında ruhen sarsılıp içini hüzün kaplıyordu. İşte ruhunda oluşan dalgalanmalar sonucu o an kendi kendine karar verir; bir kapıya varmak gerek diye. Elbette ki kapıdan maksat Anadolu’da yaraları saran dergâhlardı. Yunusta duymuştu ki; buralarda insana kol kanat geren gönülleri sulayan ulu evliyalar vardı. Hakeza; Anadolu insanı akın akın bu dergâhlara akıyordu. Madem öyle Yunusta buna kayıtsız kalmamalıydı,  hiç olmazsa bu gidişe dur demek için varmalıydı, ya da inzivaya çekildiği köyünden kendini dışarı atmalıydı. O da öyle yaptı zaten. Derken uzun bir yürüyüşe koyuldu. Sanki bir gizli el onu çekiyordu içten içe. Yunus yorgunluğa meydan okurcasına yürüyordu habire. Sordu soruşturdu, sonunda Tekkenin yolunu bulur da. Dergâhın kapısına vardığında ilk iş omzundan heybesini indirir indirmez şeyhin huzuruna çıkmak olur. Rivayetlere göre bu şeyh, Hünkâr Hacı Bektaşi Veliden başkası değildir. Yunus hemen beraberinde getirdiği alıçlardan o yüce zata ikram edecektir, akabinde dergâhta misafir edilir. Malum misafirin hakkı üç gündür. O üç gün boyunca yedirilir,  içirilir ve en iyi şekilde misafir edilir, ama Yunus üç gün boyunca ara sıra da olsa seyre daldığı gözlerden kaçmaz. Hala aklı uzaklarda kala kalmıştı, en çokta köyünü ve aç insanların halini düşünüyordu. İşte bu düşünceler eşliğinde dayanamayıp müritler vasıtasıyla Şeyh’ten müşkülünün halledilmesini ve çoluk çocuğun gözleri yolda kaldığını arz eyledi. Tabiî ki Şeyh’ten cevap gecikmedi.

Şeyh:
- Söyleyin ona gönlü buğdaydan mı yana, yoksa himmet mi ister?

Yunus cevaben:
- Ben himmeti nideyim, bana buğday gerek. Evde çoluk çocuk açken nefes ne çare…

Tabii Yunus’un cevabı Şeyh’e bildirilir, ama Şeyh nefeste kararlıydı:

- Varın Yunus’a deyin beraberinde getirdiği alıçların her bir tanesi için bir nefes vereyim.

Yunus:
- Nefes karın doyurmaz ki, lütf edip buğday versinler, der.

Şeyh tekrar:
- Varın söyleyin her alıç çekirdeğine on nefes vereyim.

Yunus gelen mesajlardan bir türlü gönül yolunda olduğunu anlayamaz. Bir kere o köyün o içler acı halini kafasına takmıştı, hala ısrarla:
- Ben nefesi nideyim, bana buğday gerek diyecektir.

En sonunda, peki denilip bineğine buğday yüklenir. Zaten Yunus’un istediği de buğdaydı. Bir türlü nefesin soluğu aklını çelememişti. Derken yola koyulur.

Yollar uzun, yollar sessizdir. Sanki bu fırtınadan önce bir sessizlikti. İşte bu sessizlik içerisinde yorgun ve bitap bir halde bir dağ yamacına tırmandığında kendisiyle baş başa kalacaktır. Şimdi tam kendi kendine muhasebesi yapma zamanıydı, nefis muhasebesine girer de. Neyse ki nefsiyle olan savaşı kazanmasını bilecektir. Böylece buğday kaygısını yener yenmez, Şeyhin eteğine yapışmak için geri dönmeye karar verir o an.  Kapıya vardığında Şeyh’e pişmanlık dileklerini ilettiğinde Şeyh onun için;

- Himmet vermek bizden geçmiştir artık. Onun nasibi Sakarya illerinde Tabduk Emre elindedir, varsın ona gitsin, der.

Yunus’un gönlüne bu sefer başka bir aşk yangını düşmüştü. Hakikat derdiyle içindeki tufanı dindirme adına yine yollara revan olur. Yol arayan için vardır zaten, yeter ki ara. Gerçekten bu arayışın neticesinde bir mürşit bulur da. Böylece Yunus’un ilk eğitimi dağda başlar. Haddimize mi? Tabduk bu, tasarrufuna karışılmaz elbet.  İlk görev ona dağda odun toplatmak olur. Öyle bir görev yüklenir ki sabahtan akşama kadar tek başına dağda odun seçip kesecek, yığacak ve topladıkları odunları dergâha getirecekti. Nitekim Yunus bu hizmetin semeresini kısa zamanda görmeye başlarda. Artık nefsinin her geçen gün dağda aşkın gözyaşına yenik düşüp ıslah olduğunu idrak eder, gözyaşı döktükçe gönlü yumuşar da. Dağ tıpkı Musa’nın Tur-i Sina’sında olduğu gibi onu an be an Allah’a yaklaştırır. Yunus bu nefis terbiyesiyle birlikte aşkın tadını,  kokusunu buram buram hisseder. Gönlü öyle bir sevgiye erişir ki; “Senin dergâhına eğri odun yaraşamaz” diyecek kadar yüreği çağlar da.

Tabduk:
- Yunus dağda hiç eğri odun yok muydu ki; yıllardır getirdiğin odunların hepsi dosdoğru.

Yunus cevaben:

- Bu dergâha bırakın yamuk yumuk insanı, odunun eğrisi bile yaraşamaz deyip bir ince ruh ortaya koyar. Müritler ilk etapta Yunus’un bu halini anlayamaz. Zaten anlayamadıkları için dedikodu kazanı kısa zamanda kaynayıp, “Yunus olsa olsa Tabduk’un kızını almak, ya da posta oturmak için bunları yapıyordur” dediler. Tabii dergâhta fitne kazanı kaynamaya dursun ister istemez dedikodular Tabduk’un kulağına da gelir. Neyse ki Şeyh soğukkanlılığını bozmadan fitne fücura son vermek adına kızını Yunus’a vereceğini duyurdu. Dervişler bu duyuru karşısında  ‘Tam dediğimiz çıktı’ diyecekleri sırada bu seferde Yunus’un bir başka tavrı oyunlarını bozmaya yetecektir. Şöyle ki:

- Ben Şeyhimin kızına layık değilim sözleri dedikoducuların hevesini kursağında bırakan cinstendi.

Belli ki Yunus bütün benliğini aşka boyamak istiyordu. Ancak onun aradığı aşk zahiri aşk değil, ilahi aşktı.

Yunus’un bu sefer ki düşüncesi gurbete düşmektir. Kendinden ve şeyhinden uzaklaşmak istiyordu. Tabduk’un gösterdiği ufka bir türlü varamamıştı. Şeyhine söylemeye kalkışsa nefesi tutulacaktı. İlginçtir 30–40 yıl bu kapıda tam en üst doruğa çıkacakken kendi kendine dergâhı terk etmek kararı alır. Malum, Yunus yıllar önceden vatanını ve sevdiklerini terk-i diyar eylemişti. Medreseye girdiğinde ise okuduklarını, öğrendiklerini, bildiklerini terk etmişti. Şimdi de dergâhta tam zirve noktasına çıkmak üzereyken seyr-i süluku terk.  Ve akabinde dergâhı terk... Elbette ki; bu ruh tufanını anlamak mümkün değildi. Kaldı ki; Selçuklu çökme sürecinde bile dergâhın kapısı dip diriydi. Tabduk haklıydı, gürültüsüz irşadı metot edinmişti, sessiz çalışıp gönülleri feth etmek için vardı. Yunus tam aksine ruhen coşmak, kendi kabını aşmak istiyordu, bu da yetmez ten kafesinden ötelere kanatlanmayı arzuluyordu. Hatta Yunus arzunun ötesinde yıllarca hizmet ettiği bu küçük tekkeden terki diyar eyleyip yapayalnız kendince bir dünya oluşturmanın derdindedir. Yine uzaklara doğru yürüyecekti. Öyle ki Yunus yürüye yürüye bir hal olur, derken bir deryanın karşısında bulur kendini. Bu deryadan haberi olmayan yoktu zaten. Hiç şüphesiz o deryayı ummanın adı Mevlana’dır. İyi ki de karşılaşmışlar. Yunus sordu:

- Mesnevi sana mı ait?

Mevlana:
- Evet der.

Yunus:

- Çok uzun yazmışsın,  senin yerinde olsam “Ete kemiğe bürünürdüm, Yunus gibi görünürdüm der olur biterdi” diye karşılık verir. Mevlana hemen bu gönül dolu sohbetten etkilenir de. Dahası Mevlana Yunus’u uğurlarken ardından; “Manevi mertebelerden hangisine yükseldiysem, şu Türkmen hocası Yunus’un izini önümde buldum onu geçemedim” deyip Yunus’un nasıl paha biçilmez bir değer olduğunu ortaya koymuştur. Zaten Yunus’un fikirleri Mevlana’nın ruh dünyasıyla hep örtüşmüştür. Nasıl örtüşmesin ki; her ikisinin de açtığı aşk meşalesi kısa zamanda Anadolu’yu aydınlatmaya yetmiştir.

Yunus’un her geçtiği yer sevgi bulutuyla kaplanıyordu. Yunus bu aşkla yürüdükçe yürüyordu. Bir gün birkaç dervişle yolu çakışmıştı. Dervişler onu görünce birlikte yola devam etmeyi teklif ettiler. Akşam olduğunda dervişin biri ellerini açıp dua ettiğinde Allah’ın izniyle önlerine taam geliyordu. Ertesi akşam diğer dervişte elini açıp dua edince yine birbirinden güzel taamlarla sofra kurulur, derken üçüncü günü geldiğinde dervişler Yunus’a;  artık bu işin kaçışı yok, sıra sende derler. Yunus, yapamam diyemezdi, dergâhtan kaçmıştı, bari bunda kaçma dercesine üzerine sinen suçluluk duygusuyla mağaranın bir köşesine çekildiğinde ellerini açıp: “Ya Rabbi! Yüzümü kara çıkarma, onlar kimin hürmetine dua ediyorlarsa,  onun hürmetine beni de utandırma” niyazında bulunur.  Üstelik o akşam diğer günlerin iki katı sofra kurulur. Yol arkadaşları farkı görünce: Allah aşkına nasıl dua ettin ki böyle bir sofra geldi önümüze, hadi tez elden anlat bizlere.

Yunus:
- Madem öyle, önce siz söyleyin.

Dervişler:
- Biz Tabduk Emre’nin dergâhında 30 sene hizmet eden Yunus’un hürmetine dua ederek böyle bir nimete kavuştuk dediler.

Yunus bu sözleri duyunca kendinden geçer, aldığı işaret ona yetmişti. Tabduk’un dergâhına varmalıydı,  affını dilemeliydi... Öylede yaptı... Sonunda o ilahi iradeye teslim olur.

Yunus kimseye görünmeden durumunu Şeyhin hanımına arz etti.

Kadıncağız:
- Ey Yunus! Şeyhinin gözleri görmüyor artık. Sadece onun kalp gözü açıktır.  Sen yine de üzülme,  bir ümit, bir çare vardır elbet. Bak sen iyisi mi Tabduk namaz için evden çıkacağı sıra sen eşiğe yatmış bulun ve kapıyı açıp çıkacağı anda ayağı sana dokunduğunda, mutlaka:

- Bu kimdir diye soracaktır. Ben de cevaben;
- Yunus dediğim de,

Tabduk:
- Bizim Yunus mu derse anla ki gönlünden çıkmamışsın. Yok, eğer; hangi Yunus derse vay haline. Artık kendine derman ara.

Tabii Yunus’u büyük bir heyecan sarmıştı, öyle ki kalbi sıkışaraktan başını eşiğe koydu. Yunus’ta tıpkı İbrahim’in bıçağına İsmail’in boynunu uzatışı gibi başını eşiğe uzatmış bekliyordu. İşte o an gelmişti ki; Tabduk adımını attığında Yunus’a dokundu, bu kim dedi.

Yaşlı kadın;
- Yunus der.

Tabduk:
- Bizim Yunus mu? Deyince

Kadıncağız;
- Evet.

Yunus’un gönlü ferahlamıştı artık, derin bir nefes çekip şükreyledi.

Evet;  bu yol “bir gönlün içine girmektir” zaten.  Nitekim gönle girer de.

Artık Tabduk’a kavuşmuştu... Fakat Tabduk’ta Rabbine kavuşmak üzereydi.

Tabduk:
- Yunus artık vaktin erişmiştir. İşte ben,  işte asa. Şuan elimdeki asayı uzaklara atıyorum. Haydi, asanın peşinden koş ve yürü. Öyle yürü ki; ötelere yol alabilesin. Vakta ki asa her nereye düşerse ruhunu orada Allah’a ada,  yokluk içinde bir ol. Ey oğul! Hadi selametle der.

Aslında Şeyh ruhunu teslim etmeden önceki vasiyetiyle Yunus’a bambaşka bir yol açmıştı. Şeyhinin emri ve izniyle açılmış bir yoldu bu. O güne deyin Yunus sıradan bir dervişti.  Artık Yunus’un yolunu abidler, zahitler, fakihler, müftüler, mollalar vs. kesecektir. Bu yüzden Tabduk ölmeden önce Yunus’a direnme ruhu aşılamıştı.

Gerçektende Yunus, Tabduk’un asayı fırlattığı öne doğru yürüyecektir. Böylece her gittiği yol üzerinde karşılaştığı o yörenin halkı Yunus’un şiirlerini duydukça ruhu aydınlanacaktır. Şiirlerini kana kana yudumlayan halk kendinden geçecektir. Yunus kendine miskin diyordu, ama ortada hiçte miskin bir hal gözükmüyordu, bu nasıl miskinlikse her söylediği her name halkın ruhunu tetikliyordu. Meğer kendine miskin demesi tevazu halinin icabıymış. Şiirleri sevgi içerikliydi hep. Fakihler, mollalar, müftüler önüne dikile dursun sevgi engel tanımayacaktır. Zaten insanlık bu sevgi içerikli şiirlerle çoktan fethedilmişti bile.

O sevgi uğruna Anadolu’yu karış karış taradı, dur durak bilmeden yorulmadan, usanmadan, yürüdü, yürüdü ve yürüdükçe yolunu yol bildi. Çünkü üstadı asanın peşinden koş demişti. Belli ki bu asa sıradan bir asa değilmiş, içerisinde bilmediğimiz nice hikmetler taşıyan bir asaymış. Asanın peşinden koştukça insanlara sevgiyi dostluğu aşıladı hep.

Yunus artık sevgiliye kavuşma günlerini sayıyordu. Son demlerini dua ve sohbetle geçirdi. Bu kez kendi ölümünün sözlerini söylüyordu:

Azrail alır canımız, kurur damarda kanımız
Yuyıcağız kefenimiz, saranlara selam olsun
Biz dünyadan gider olduk, kalanlara selam olsun
Bizim için hayır dua edenlere selam olsun

Bu arada Yunus miras bıraktığı şiirleriyle tüm insanlığı selamlarken Molla Kasımda şiirlerinden rahatsız oluyordu... Oysa Yunus ardından çağları aşan üç bin kadar Türkçe şiir bırakmıştı.  Dile kolay üç bin. Üstelik her bir şiiri dilden dile, gönüllerden gönüllere yayılan sevgi hazinesiydi. Tabii bitmedi, dahası var; onun Risaletü’n Nushiyye adında Mesnevi tarzında yazılmış eseri de kayda değerdir. Demek ki o sadece Türkçeye vakıf bir şair değil aruz veznine de aşina bir şairdir.

Her ne kadar Molla Kasım umursamasa da, bir gün üç bin sahifelik şiirleri eline aldığında işin rengi değişecektir.  Şöyle ki; sayfaları çevirdikçe o an okumaya karar verdi. Ancak inat bu ya, okuduğu her bir şiiri kendince şeriata aykırı değerlendirip buruşturup atıyor ve yakıyordu. Derken Molla Kasım’ın bir anda gözü bir şiire takılır. Son okuduğu mısralara odaklanır o an, okudukça hayreti artar, şaşkına dönmüştü adeta. Bu sefer elindeki şiiri kurda kuşa yem olsun diye atamazdı. Ve her ne oluyorsa orada oluyor ve bu son okuduğu şiir onu hizaya getiriyordu nihayet. Nasıl hizaya gelmesin ki:

“DERVİŞ YUNUS BU SÖZÜ EĞRİ BÜĞRÜ SÖYLEME/SENİ SİGAYA ÇEKEN BİR MOLLA KASIM GELİR” mısraları can evinden vurmaya yetmişti. Gerçekten de Molla Kasım hizaya getirilmiş yaramaz bir çocuk misali Yunus’un şiiri karşısında eriyip kala kaldı. Belli ki bir gizli el onun elinden şiirleri rüzgârlara, suya,  balıklara, kuşlara,  taksim ettiriyordu. Hatta taksim edilen sahifeleri balıklar ve melekler ezberledi dersek yeridir. Üstelik şiirlerden bütün varlıklar payını alır da. Zaten Kasım taksim eden demekti. O da tüm mahlûkata farkında olsun veya olmasın taksim etmişti. Böylece bütün varlıklar şiirlerden nasiplenmiş olur.

Yunus şimdi gönüllerde tap tazedir. Anadolu’nun on yerinde Yunus adına türbeler yapılması bunu teyit ediyor. Zira Yunusun hemen hemen Anadolu’da dolaşmadığı yer kalmamıştı. Bu yüzden herkes Yunus’un merkadı buradır deyip sahiplenmiştir. Sözün özü; Yunus tüm Anadolu’nun ve tüm insanlığın gönül tahtıdır. Madem öyle “Yaratılanı sev Yaratandan ötürü” diyen bir gönül abidesini kim sahiplenmez ki, vesselam.

Haziran 2013