Bizim çocukluğumuzda yılbaşı Muharrem’de olurdu. Muharrem’in niye yılbaşı olduğunu bilmezdik. Yakından bildiğimiz, pek ağlamış suratlı olmasıydı. Asırlar önce Kerbelâ çöllerinde susuz bırakılarak şehit edilen din şahsiyetlerinin hatıralarına hürmet olmak üzere Muharrem’in ilk on günü matem tutulurdu. Billur bardakla su içmeyip toprak çanaktan su içenler, tekkelerde ve hatta bütün evlerde 'Düştü Hüseyn atından sahrayı Kerbelâ’ya!' diye mersiyeler söylenildiği zaman hıçkıra hıçkıra ağlayanlar; İranlı Kardeşlerimizin aynı hatırayı tazeleyerek ellerinde muharebe silahları döğünedöğüne geçişlerini, göğüslerinden ve başlarından zırıl zırıl kanların aktığı seyre seyre gidenler az değildi. Bizde eski yılbaşının, aşureden başka tatlı hatırası yoktur.

Bilmem bilir misiniz? Müslümanlıkta Muharrem’in yılbaşı olmasının sebebi nedir? İkinci Halife Hazreti Ömer zamanında Yemen hâkimliğinden Şaban tarihli bir mektup gelmiş. Acaba bu senenin mi, geçen senenin Şaban’ı mı diye tereddüte düşmüşler. İşi halletmek için meşveret meclisi kurulmuş. Bunda, Mekke’den Medine’ye hicretin vuku bulduğu Muharrem aynı başlangıç kabul etmişler. Böylece Kameri hicret tarihi meydana gelmiş ve Muharrem, Müslümanlarca yılbaşı olmuş. Fakat merasim yapmak, yılbaşını kutlamak âdeti yokmuş. Muharrem’im matem ayı sayılması, Müslüman ortodoksluğunun değil, İslam heterodoksisinin eseridir. Çünkü şeriatta böyle şey yoktur, Şiilikten gelme bir âdettir. 

Her ne ise… Biz Muharrem’de yılbaşını anlattığım şekilde gözyaşları ve feryad ü figanlarla karşılarken Hıristiyan vatandaşların kendi yılbaşlarını içerek, eğlenerek, gülerek, bağırarak kutladıklarını görünce şaşar kalırdık. Bu tezad, mahalle çocuklarının Müslüman ve Hıristiyan gruplarına ayrılıp birbirlerini taşlamasından başlayıp Müslüman ve Hıristiyan peygamberlerinin aralarında ezeli bir ihtilaf olduğu kanaatine kadar bizim masum muhayyilemizi sürükler götürürdü. Kumkapı, Langa, Fener, Beyoğlu sokakları neşe ile dolar, lâterna sesleri sıkı sıkı kapalı pencerelerden bile içeri girer, çan sesleri bu şetaretin zevkini kaçıracak kadar insanı rahatsız eden bir saygısızlıkla öter, çınlar ve gümbürderdi. Hasılı, şehrin Hıristiyan mahalleleri çılgın bir hale gelir, çoşar taşardı.

Vak’aidilzuziKerbelâ’ya mukabil Miladi İsa yortuları!..

Musevi yurttaşların yılbaşları bu kadar gürültülü olmazdı. Hem onların yılbaşları diğerleri gibi her yılın belli bir gününde değildi. Museviler bunu çok derin hesaplarla tayin etmişlerdir. Onlar dünyanın yaradılışını tarih başı olarak alırlar ki bu muazzam hadise onlara göre miladdan 3761 sene önce olmuştur. Buna göre müstakil bir bütün addettikleri her yılda 12 yılı 12 aydan, 7 yılda 13 aydan ibaret sayarlar. Onun için bu dolambaçlı hesaplar neticesinde Yahudilerin yılbaşı, Ağustosla Eylül arasında oynar. Onlar da eğlenceden hazzederler ve yılbaşlarını neşe ile karşılarlar. Yerler, içerler, zevk ederler. Dikkat ettikleri nokta, bu eğlencelerin mümkün olduğu kadar az masrafla yapılmasıdır, o kadar…

Biz de son on beş yirmi sene içinde Muharrem hatıraları hafızalardan siline silineİslamî yılbaşı unutuldu, gitti. Hemen bütün dünyanın kullandığı Miladi tarih, bundan birkaç yıl önce tamamıyle pratik hayat bakımından kabul edildikten sonra kânunusaninin biri hafızalarımızda iz tutan bir gün olmaya başladı. Şehirlerimizde birçok aileler yeni yılı kutlamak için evlerde, dışarıda güzel toplanmalar yapıyorlar. Yiyerek, içerek, gülerek, eğlenerek hayatlarının bir senesini bitirip yeni yıla giriyorlar.

Bu eğlencelerin ne Hazreti İsa ile, onun doğuşu ile, ne de Noel Baba ile hiçbir alaka ve münasebeti yoktur. Bunlar sadece yeni yıla neşeli girme arzusuyla ve eski yılın aynı şekilde geçirilmesi dolayısıyla yapılmış birer eğlenceden başka bir şey değildir. Yılbaşı Türk’ün laik ruhunda kendi geçirdiği bir yılın geçireceği bir yıla girişinden başka hiçbir mânası olmaz. 

Gazetelerde, bazı müesseselerimizin yaptıkları çocuk müsamerelerinde Noel Baba’yı, başında kürklü külahı, sırtında gocuğu, elinde değneğiyle temsil ettiklerini gördüm. Bizim an’anelerimizde Noel Baba diye bir şahsiyet bilmiyorum. En eski bir tarihin sahibi olmakla beraber Türk’ün her yılı bir evvelkinden daha genç olarak Türk yavrusunun hayaline girmelidir. Kamburu çıkmış, soğuktan donamamak için deriden elbiseler giymiş, süpürge sakallı semboller bizde yoktur. Bizim Aydede’miz ne kadar güler yüzlüdür; neşesinden yanakları elma gibi tortop olmuş, onun kadar taze ve canlıdır. Biz böyle tanıdık çehreler isteriz ve çocuklarımızın böyle güler yüzler göremeye alıştırılmasını bekleriz.

Esasen Avrupalılar, Hıristiyanlaın peygamberi olan Hazreti İsa’nın doğumunu, doğduğundan dört asır sonra kutlamaya başladıkları zaman, mahiyeti tamamıyla dini olan bu törene kendi an’anelerini sokmak tan geri durmamışlardır. Noel Baba’nın giyişini soğuk ülkelerin karlı buzlu diyarların hatırasını taşır. Hıristiyanlığın çıktığı yerlerde kürke ihtiyaç olabilir miydi? Eğer dediğimiz gibi putperest an’aneler bu işe karışmasaydı, Noel Ağacı, zeytinden olmalı idi. Noel Baba ve onun telli pullu ağacı bir cenuplu hayalinin mahsulü değildir, ancak bir şimallinin yarattığı sembol olabilir.  

Halbuki Türk muhayyilesi böyle şeylere alışık değildir. Türk gerçekçidir. Hayallerinde bile hakikat gizlenir. Uydurma şeylere inanmak alışkanlığı onda yoktur. Her şeyi olduğu gibi görür ve öyle görmek ister. Onun bu itiyadını bozacak her şey yanlıştır, fenadır. Türk çocuğuna şeker, oyuncak ve yemiş getiren (Noel Baba) değil, kendi öz babasıdır. Onun doğru bildiği şeyi yanlış öğretmeye kalkmamalıyız.
22 Kânunuevvel 1936
Evet, anladınız sanırım, yukarıdaki satırlar bendenizin değildir. Peki kimin? Hasan Âli Yücel’indir efendim.

Tek parti döneminin ünlü ve efsanevi Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel… Köy Enstitülerini kuran, dünya edebiyat klasiklerini tercüme edip kütüphanelerimize sokan, böylece Türk çocuğunun ufkunu açan adam.

Bir Mevlevî o… Şair Can Yücel’in babası:
Hayatta ben en çok babamı sevdim.
Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk
Çarpı bacaklarıyla ha düştü, ha düşecek 
Nasıl koşarsa ardından bir devin,
O çapkın babamı ben öyle sevdim.
Bilmezdi ki oturduğumuz semti,
Geldi mi de gidici o hep, hepp acele işi! –
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi.
Atlastan bakardım nereye gitti,
Öyle öyle ezber ettim gurbeti.
Sevinçten uçardım hasta oldum mu,
40’ı geçerse ateş, çağırırlar İstanbul’a,
Bihelallaşmak ister elbet, diğmi, oğluyla!
Tifoyken başardım bu aşk oyununu,
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu.
En son teftişine çıkana değin
Koştururken ardından o uçmaktaki devin,
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için
Açıldı nefesim, fikrim, canevim.
Hayatta ben en çok babamı sevdim.

Ona yazılmış bu şiir… Komünistlik dâhil birçok suçlama ile karşı karşıya kalmıştır Hasan Âli Yücel. Bu suçlamalar ne derece doğrudur, onu, yukarıya aldığım yazısı göstermektedir sanırım.

Bendeniz “Kemalist-Türkçü” bir adamım, bu sebeple, Hasan Âli Beğ’e, hem de onunla 1944’te şiddetli bir kavgaya tutuşan Atsız Beğ’e(bu bir çelişki belki ama) yakın hissederim kendimi. 

Evet… Bir 31 Aralık günü bunları paylaşmak istedim…  İyi yıllar diliyorum….