Geyve Kokar Bütün Salatalıklar, Çanakkale Kokar, Seferberlik Kokar…

Demirözü’nde evin yakınındaki o bahçeye her yıl, ama her yıl, bir evlek salatalık ekermiş dedem. Olmaya başlayınca salatalıklar, her gün seher vaktinde varırmış bahçeye; bir salatalık koparır alırmış eline, koklarmış dakikalarca. Dalıp düşünerek, oyalanarak; özenle soyar, tuzlar; azar azar, yavaş yavaş, tadını çıkara çıkara yermiş.

Amcam da takip edermiş dedemi. Merak edermiş, ama bir türlü sormaya cesaret edemezmiş.

Takip edildiğinin farkındadır dedem. Bir sabah bahçeye yanına çağırır amcamı, anlatmaya başlar:

"Balkan Harbi'nden hasta, Sarıkamış'tan yaralı döndüm oğul. 1915 yılının bahar ayları geçti, yaralarım iyileşti. Savaş devam ediyor bütün hızıyla. Çoğu kötü olan değişik haberler geliyor cephelerden. Bekliyorum ki yeniden çağırsınlar, gideyim, kurtaralım ülkemizi.

Çağırdılar sonunda. Vardık Erzincan'a. Kırk bin asker toplanmış Erzincan Ovası'na. Ana-baba günü.

Hareket emri verildi iki gün sonra. Çanakkale'ye gidiyormuşuz. Sanma ki atla, ya da arabayla. At da yok, araba da. Yayan yani piyade gidilecek.

Git git bitmiyor yol. Birkaç gün sonra açlık ve kıtlık başladı. Güzergâh üzerindeki köyler ellerinden geleni yapıyorlar ama onlar da perişan ve yoksul. Böyle böyle, yürüye yürüye bir buçuk ay sonra vardık Sakarya-Geyve'ye. Geyve'de henüz sökülme mevsimi gelmemiş bir bostana düştü yolumuz. Asker, gördüğüm en şiddetli hücumu bu tarlaya yaptı. Komutanların uyarıları ve emirleri dinlenmedi bile. Serçavuştum ben, takım kumandanıydım. Takımıma 'yapmayın, etmeyin' diye yarım ağızla uyarıda bulundum. Görevimdi bu. Ama asker; aç, sefil ve perişandı. Bir yandan emir verirken, bir yandan da tarlaya girmeleri için kaş, göz ve elimle işaret ediyordum. Kendim girmedim tarlaya, ama istedim ki asker doyursun doyurabildiği kadar karnını. Beş dakika içinde o tarla, şu avucumun içi gibi dümdüz oldu. 'Açlık Hücumu' bittikten sonra girdim tarlaya; baktım, yerde ufacık bir salatalık duruyor. Kimseye sezdirmeden eğildim, almak istedim. Salatalık un-ufak oldu parmaklarımın arasında. Çoktandır koparıldığı için kupkuru olmuş yaz güneşinde. Önce uzun uzun kokladım un-ufak tozlarını, sonra hiç yoktansa deyip, o avucumu bile doldurmayan salatalık tozunu atıverdim ağzıma. İşte oğul, her seher vaktinde buraya gelişimin sebebi, Geyve'deki o kurumuş salatalıktır. O gün bugündür; Geyve kokar, Çanakkale kokar, seferberlik kokar bütün salatalıklar."

(Nikolay’ın Av Köşkü adlı öykü kitabımdan)

Bayburtlu Hacı Mecit Efendi’nin Laiklik Tanımı

Halkın kafasındaki laiklik tanımına dair güzel bir Bayburt fıkrası anlatalım, bakalım doğru mu anlamış halkımız laikliği?

Cumhuriyetin ilk yıllarında, Bayburt'un ileri gelenlerinden Hacı Mecit Efendi ile röportaj yapıyormuş bir gazeteci:

-Atatürk’ü nasıl bilirsin Mecit Efendi?

-Çoookböyük bir adamdır.

-Peki niye büyüktür?

-Layıkluhgetürdügü üçün.

-Mecit Efendi, laiklik denilince sen ne anlıyorsun?

-Vallahabegim, camiye layık olan camiye getsin, meyhaneye layık olan da meyhaneye. Benim bildügüm budur!

(Kartal Gözüyle Laiklik adlı kitabımdan)

Kör Değil Geleydi, İçeydi, Gideydi

Hâfızdı, kahveciydi, delidoluydu. Asıl adını biz yakınlarından başka kimse bilmezdi neredeyse, “Hafız Emi” olarak çağrılırdı bu köyde.

Hatırını kıramadığı evlere gider Ramazan’da, hatim okurdu kadınlara. Kadınlar da bilirdi onun delidoluluğunu, sözü cebindeliğini. Bayrama yakın günlerde varmıştı hatim okunacak bir eve ki, kadınlar ağlamakta. “Ne oldu, kim öldü?” diye sormuş “Ramazan” cevabını alınca “Vah vah! Bizim Çudulgilin Ramazan mı? Pek de gençti” demişti. Kadınlar gülmüşlerdi ağlarken: “Yok yok Hafız, kimse ölmedi, Ramazan gidiyor ya, ona ağlıyoruz”. Fena sinirlenmişti Hafız. Dedikleri hâlâ söylenir durur köyde: “Di gidin orospular! Oturmuş yalandan poşa yaşı döküyorlar... O kadar üzülüyorsanız, bayramdan sonra da oruca devam edin...”

Bir Ramazan’da da fena oyun etmişti kendisini dinlemeyen köylülere. Köyde imam yoktu o sene. Toplanmışlar köylüler teravih namazı kıldırması için yakın köylerden bir imama getirtilmesini tartışıyorlardı. İmama hak vermek istemeyen bazı cimriler, “Canım, ne lüzumu var, işte bizim Hafız Emi. Giyer cübbeyi, takar sarığı, kıldırır” demişlerdi. Hafız Emi uyarmıştı: “Yok yok komşular... Bana güman etmeyin, kahve var, açmak lazım geceleri. Hem ben hafızım, imamlığı gereğince yapamam...” Kim dinler, Ramazan’dan bir gün önce, zorla imam edip geçirmişlerdi önlerine. Hafız Emi, içinden “Durun hele, ben size gösteririm” demiş, birinci rekatta secdeye kadar gittikten sonra, sessizce kalkmış, sarığı ve cüppeyi atıp bir kenara, varmıştı kapının ağzına, oradan seslenmişti: “Haydi kalkın da göreyim... Bakalım kim kaldıracak sizi... Siz öylece durun isterseniz, ben yakın köylere haber salayım, bir imam gelip kaldırsın sizi.”

Altta kalır mı komşular, onlar da ona oyun etmişler. Hani kahvelerde veresiye çaylar, tebeşirle yazılır ya direklere, demişler ki Hafız Emi’ye: “Yahu sen, kahveye gelmeyenlerin yerine çay cezası yazıyormuşsun. ‘Kör değil geleydi, içeydi, gideydi’ deyip, beş çizgi birden çiziyormuşsun”. Çıldırmıştı Hafız Emi, “Vay öyle edenin de, diyenin de..” diyerek, bir yaş bezle, ne kadar çay çiziği varsa hepsini silmişti. Komşular yalvar yakar, daha sonra bu çizgileri tekrar kendileri çizmişlerdi.

(“Gelin Bizi Ayırt Edin Ulan”adlı gülmece öykü kitabından)