Çocukluk çağımda Şingâh camisinin devamlı müdavim namaz arkadaşım, gençlik çağımda Selçuklu mimarisi Ulu camiinde hatme halkası vekilim olmanın yanı sıra gerek baba mesleği tenekecilik ve sobacılık yaptığı kendi Işık atölyelerinde gerekse Ahmet Kırcoğlu’nun fırınında sofilerle birlikte hasbıhal ettiğimiz yarenbaşımızdır Bilhassa fiziki olarak da inci tanesi dişleriyle gülümseyen nurani bir yüz ve genç yaşta sünnet-i seniyye üzere olan siyah sakalı ve mütevazi duruşuyla etrafını kendine cezb edebilecek bir mizaçta ağabeyimizdi. Ancak gün gelir kendisinde birtakım hallerin zuhur etmesi hasebiyle onun bu haline anlam veremeyip aklını yitirdi diyenler olacaktır. O yine de bu tür söylentilere kulak asmayıp bu hal üzere olacaktır. Hiç kuşkusuz onun bu haini ancak sofiler anlayabilirdi. Nitekim sofiler çok iyi biliyordu ki tasavvuf kal değil haldir. Dolayısıyla halden ancak hal meclisinde bulunanlar anlayabilirdi. Ama bu demek değildir ki hal meclisinde bulunan her sofi hal sahibiydi. Hal sahibi olmak binlerce sofiden belki bir kişide zuhur edecek istisnai bir durumdur. İşte sözünü ettiğimiz istisnai hal ehlinin kim olduğunu belki merak etmişsinizdir. O isim Abdulvehhab Işık ağabeyimizden başkası değil elbet. Her ne kadar onu kaybedeli epey yıl geçse de yinede hemşerilerimizin o ismi kolay kolay unutacaklarını sanmıyorum.

Evet, O genç yaşta Bayburt’ta vekillik görevini yüklendi yüklenmesine ama hala içinde bir şeylerin eksik olduğunu hissediyordu. Doğrusu neyin eksik neyin fazla olması gerektiğini kendisi de bilmiyordu. İşte bu haletiruhiye içerisinde birde bunun üstüne bir takım yaşadığı sıkıntılarda eklenince memleketinden uzaklaşmak arzusu bürür. Konaklayacağı şehir İstanbul’dur artık. Ancak burada da rahat olamayacaktır,  öyle ki kendisi büyük bir okyanusa sürüklendiğini hissedecektir. Her şeye rağmen yine de bir şeyler yapmak gerekiyordu. Nitekim Tahtakale’de Selamet’ işhanında Zeki Karapınar’la birlikte ortak duvar saati işine koyulur da. Fakat bu işe koyuluşta ruhunda kopan fırtınayı durdurmaya yetmeyecektir. Zira İstanbul’da ilk memuriyet hayatına başladığım yıllarda içinde kopan fırtınayı benimle paylaştığında fark ettim. İşte bu paylaşımının vesilesiyle hem kendi işyerimde hem de işhanında kendisine iğne vurmak nasip oldu. Hiç unutmam bir gün yine işyerim Sultanahmet Sağlık Eğitim Merkezinde çalıştığım odamda kendi ellerimle pişirdiğim kuru fasulyeyi ikram edip yemeğimizi yedikten sonra bana derdini açtığında geçirdiği hal durumunu şöyle dile getirmişti:  “Bak Selim’im iyi dinle beni, şayet bu iğneyi belli araklarla vurulmazsam kendimde garip haller oluyor. Öyle ki çoluk çocuğumdan uzaklaşacak derecede deli divane bir halde kendimi dışarılara atıyorum. Dahası kendimden geçip zapt edilemeyecek duruma düşüyorum. Hatta bir seferinde Çengelköy’deki evine beni misafir ettiğinde meramını şöyle dile getirmişti: Bak Selim’im, yine aynı haller Menzilde de zuhur ettiğinde sofiler beni ancak sırt üstü yatırarak zar zor zapturapt altına alabilmişler. Neyse ki sabaha doğru sırtüstü bir halde Seyda Hz.leri yanıma vardığında üç kez “Abdulvehhab, Abdulvehhab, Abdulvehhab kalk evladım” dediğinde ancak kendime gelebilmişim. Tabii Seyda Hz.lerinin dilinden ‘Evladım’ kelimesini duymuştu ya, hemen sözlerinin devamında “Vallahi Seyda’mın bana evladım demesine değil bir iğne yemeği bin iğne yemeğe razıyım” demekten kendini alamazda. Ne zaman ki meslek hayatımın ilk iki yılını İstanbul’da geçirip akabinde Balıkesir’e tayin oldum,  işte o zaman kendisiyle İstanbul’da geçirdiğim tüm hatıralar artık son anılarım olur. Gerçekten de Balıkesir’e tayin olduktan çok sonraları duymuştum ki doktorların kendisine tavsiye edip vurulması gereken iğnelerini ihmal ettiği bir anında kriz nöbetine tutulup ansızın ortadan kaybolduğudur. Bana gelen değişik rivayetler eşliğinde edindiğim en son bilgilere göre ardına düşmeyi deneyenler olmuş ama o bir türlü bulunamamış. Meğer soyadına uygun davranıp ışık hızıyla yedi kat göklerden yıldız misali karışıp Ebuzer El Gıfari misali ebediyete çoktan uğurlanmış bile. O biliyordu ki; hak yolcuları yolculuğun başında ve sonunda "Sefer der vatan" için vardır. Zaten insan her an Allah’ın gurbetindedir. Bu yüzden tüm aramalar, tüm çabalar boşa çıkacaktır, kulağıma en son gelen bir habere göre de Adana’da kimsesizler mezarına defnolduğu yönünde bir yerde vuslata erdiğidir. Dahası o “hamdım, piştim, yandım” evrelerini aşma aşama kaydetmenin heyecanıyla kalıcı dostlarının yanındadır.  Şimdi ondan geriye kalan tek teselli kaynağım saatçi dükkânına gidip gelmelerimde bana hediye ettiği İbrahim İnan’ın sohbet kasetidir. Kaseti evde dinlediğimde tamda onun hal mizacıyla özdeş diyebileceğim bir sohbet bandını dinlemiş olduğumu fark ettim. Bana düşense İbrahim İnan’ın o hal dili anlatımını yazı diline çevirmek oldu. Madem öyle o hal dili sohbeti gelin hep birlikte seyri âlem eylemiş olalım:

SONSUZ KAYNAK SİLSİLE-İ ŞERİFE

Gerçekten de ulvi bir kaynak. Yeter ki kaynağın kıymetini bilelim.  Kıymet bilirsek o kaynağın gönül erleri bizden usanmaz da. Malumunuz Peygamberimiz (s.a.v)’den itibaren Ümmet-i Muhammed’in büyük çoğunluğu bu kaynaktan beslenmektedir. Onların isimleri bile gönüllerimizi sulamaya yeter artar da. Madem öyle beslenilen kaynağın bugüne kadar gelen gönül sultanlarının isimlerini zikretmekle sohbeti koyulalım:

ALTIN SİLSİLE:
1- Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)
2- Selman-ı Fârisî (r.a)
3- Ebû Muhammed Kasım(r.a)
4- İmam Ca’fer-i Sâdık (r.a)
5- Bayezîd-ı Bistâmî (k.s)
6- Ebü’l Hasan-ı Harakânî (k.s)
7- Ebû Ali-i Fârmedi (k.s)
8- Hâce Yusuf-i Hemedânî (k.s)
9- Abdülhâlik-ı Gücdüvânî (k.s)
10- Hâce Ârif-i Rîvegeri (k.s)
11- Mahmud İncîrî Fağnevî (k.s)
12- Ali Râmîtenî (k.s)
13- Muhammed Baba Semmâsî (k.s)
14- Seyyid Emir Külâl (k.s)
15- Şah-ı Nakşibend (k.s)
16- Alâeddin Attâr (k.s)
17- Ya’kub-i Çerhî (k.s)
18- Ubeydullah Ahrâr (k.s)
19- Mevlânâ Muhammed Zahid (k.s)
20- Derviş Muhammed Semerkandî (k.s)
21- Hace Muhammed Emkenekî (k.s)
22- Hace Muhammed Bâkî-billâh (k.s)
23- İmam-ı Rabbânî (k.s)
24- Muhammed Ma’sum (k.s)
25- Mevlânâ Muhammed Seyfeddin (k.s)
26- Şeyh Seyyid Nur Muhammed Bedâûnî (k.s)
27- Mirza Mazhar Cân-ı Cânân (k.s)
28- Şeyh Abdullah-ı Dihlevî (k.s)
29- Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (k.s)
30- Seyyid Abdullah Hakkârî (k.s)
31- Seyyid Taha Hakkârî (k.s)
32- Seyyid Sıbgatullah Arvâsî (k.s) (Gavs-ı Hizanî) 
33- Şeyh Abdurrahman Tâhî (k.s)
34- Şeyh Fethullah Verkânisî (k.s)
35- Şeyh Muhammed Diyâeddin Nurşînî (k.s)
36- Şeyh Ahmed Haznevî (k.s)
37- Şeyh Seyyid Abdülhakim el Hüseyni (k.s) (Gavsi Bilvânisî)
38- Seyyid Muhammed Raşid (k.s) 
39- Gavs-ı Sânî Seyyid Abdulbâki (k.s)

Malumunuz, Peygamber (s.a.v.) bu yolun esaslarını Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’a devretmiştir. İşte bu Tarikat-ı Aliye’nin ilk esasları mağaradayken şöyle verilmeye başlandı. Hicret yolculuğunda mağaraya sığınıldığında Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’ın ayağını yılan soktuğunda canı çok yanmıştı, öyle ki; gözyaşları Rasulullah (s.a.v.)’in üzerine damlar da.

Tabii Allah Resulünün dikkatinden kaçmaz, der ki: 
"- Ebu Bekir niye böyle oluyor?" 
Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a):
"-Ya Resulullah size malumdur, yılan lisanî hal ile: 
"-Sen niye deliğin önünü kapatırsın, çek ayağını oradan, oysa senelerdir bu anı bekliyordum"   dedi.
Resulullah (s.a.v.), Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a) canının yandığını bildiği için şöyle buyurur:
"-Ya Ebu Bekir! Gönlünü benim gönlüme bağla ve rahat ol."
İşte bu söz, Rabıtanın tarifidir ve bu tarikatın esası da Rabıta esası üzerine kuruludur. Nitekim Yunus Emre de bu yolu: “Bir gönlün içine girmek" diye tarif etmiştir. Bakın yılan bile Peygamberimizi (s.a.v.)  görmek için senelerce beklemiş, yetmemiş o an geldiğinde Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a)’ın canını acıtarak muradına ermiştir. Düşünsenize yılan yılanlığıyla muradına ererken, biz ne güne duruyoruz ki.  Öyle ya,  yol yakınken bizde sevgimizi artırıp muhabbete koşmalı.

Seyda (k.s)'ın dediği gibi bu Tarikat-ı Nakşibendiye’nin zikir ve amelleri nefsin üzerine basmak içindir. Amelleri ve ibadetleri yerine getiren bir insan, bu tarikatta ne kazandığını bilmez.  Hatta insanın kendisinden bile kazandığı gizlidir. Hatta bir insan herhangi bir evliyaullaha sorsa ki;

"-Allah'a ulaşmak nasıl bir şeydir?" Hiç kuşkusuz o evliyaullah’ın vereceği cevap:
"-Allah'a ulaşmak iki adımdan ibarettir. Birinci adım nefsin tepesine basmak, ikinci adımda Allah’a ulaşmak"  olacaktır.

Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.anh)’dan şecere, Selman-ı Fârisî (r.a)’a devr olunur. Selman-ı Fârisî (r.a)’da Ebû Muhammed Kasım(r.a)’a devreder. Ondan da İmam Ca’fer-i Sâdık (r.a)’a intikal eder. İmam Ca’fer-i Sâdık (r.a) ilk kez bu yolu Hz. Ebû Bekir-i Sıddîk (r.a) ve Hz. Ali (k.v)’in nisbetlerini kendinde toplayan zattır. Ve aynı zamanda İmam-ı Azam'ın üstadıdır. İmam-ı Azam onun hakkında şöyle der: "Hayatımın son iki-üç senesinde İmam-ı Ca’fer-i Sâdık (r.a)’la görüşebildim ve onu tanımasaydım Numan helak olurdu."

Gavs-ı Bilvanisi (k.s)  de bu anlamda şöyle der:

"-Ben Şah-ı Hazne'nin yanına gitmezden önce âlimdim ve Seyyiddim. Fakat Şah-ı Hazne'nin yanına gitmeseydim imansız gideceğimden korkardım." Ve sözlerini şöyle bağlar;

"-Biz her geleni tarikata alıyoruz. Aslında her gelen tarikata alınmaz. Fakat şimdi zaman o zamanki zaman değil. Zaman artık imanı kurtarma zamanı olmuş. Yeter ki insanlar gelsin, olur ya belki kurtulur. O halde Şah-ı Hazne'nin adını her tarafa yayın. Velev ki, o adam tarikata girmese bile o yolu anlatın, olur ya belki o sohbeti dinlediği için kurtulur."

Seyda (k.s) ise şöyle der:

"-Bu devirde insan köyünde oturduğu zaman, Müslümanların ne hale geldiğini pek göremiyor. İnsan şöyle bir dünyayı gezsin tozsun dolaşsın da İslam’ın ne hale geldiğini bir görsün. Bu devirde bir insan da bin insanın gücü olsa, o insanın bu zulmet bataklığına batmaması imkânsız gibi bir şey olmuş. Bir insan bu Saadat’ın elini tuttuğu zaman belki kurtulur.

"İmam Ca’fer-i Sâdık (r.a)'dan bu Tarikatı Aliye’nin nispeti Bayezîd-ı Bistâmî (k.s)’e devr olunur. Bayezîd-ı Bistâmî (k.s) aslında üveysdir. Yani Ruhaniyetle terbiye olmuştur. İmam Ca’fer-i Sâdık (r.a)'ı dünya gözüyle görmemiştir.

Beyazıd-ı Bestami (k.s), bir gün daracık yolda giderken bir köpekle karşılaşmış. Tam o sırada köpek silkinmiş. Tabii Bayezîd-ı Bistâmî (k.s) eteklerini toplamış, üzerine necis sıçramasın diye. Derken köpek hal lisanıyla dile gelmiş;

"-Ya Bayezîd-ı Bistâmî! Benim üzerimden sıçrayan kiri bir tutam suyla temizleyebilirdin. Peki, kendini benden üstün görmekle, gönlüne düşen kiri nasıl temizleyeceksin?"

Yine Bayezîd-ı Bistâmî (k.s), bir gün yolda giderken çocukları oyun oynarken görüyor. Çamurla oynuyorlarmış, ufacık ufacık heykel türü bir şeyler yapıyorlarmış. Merak etmiş, çocuklara sormuş;
"-Ne yapıyorsunuz" diye.

Çocuklar da:
"-Ayşe anamızla Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i evlendiriyoruz." demişler. Bayezîd-ı Bistâmî (k.s) bunun üzerine öfkelenir:

"-Hadi öyle şey mi olur" demiş, ardından bastonuyla oyunu dağıtmış. Tabii birazdan Bayezîd-ı Bistâmî (k.s)’yi şiddetli bir sıkıntı bastığında murakabeye dalar ve kendisine murakabe halde ruhaniyetten;

"-O çocukların derhal gönlünü al. Onların o oyunları, bize olan muhabbetlerinden dolayıdır. Çocukların o kadar halini de hoş gör"  uyarısı bir anda kendisini kendine getirmeye yeter artar bile.

İşte murakabe anında gelen bu söz öyle etkisini gösterir ki, millet bir bakıyor ki Bayezîd-ı Bistâmî (k.s) çocuklarla çamur oynamakta.

Sakın ola ki bir zatın Peygamber (s.a.v.) ile maneviyatta rabıta kurmasına şaşmayasınız. Şayet bir insan tarikattaysa, önce bir mürşidi kâmilin ne olduğunu, ne olması gerektiğini öğrenmeli. Nitekim Gavs-ı Bilvanis-î (k.s);

"-Bir mürşit, müridinin, kadın bile olsa günde en az yirmi beş kez kalbini yoklamıyorsa, o mürşid, mürşid-i kâmil değildir gitsin dağda eşkıyalık yapsın ama boş yere milletin imanıyla oynamasın. Yine bir mürşid, Peygamber (s.a.v.)'in ervahıyla günde en az yirmi beş kere irtibat kuramıyorsa, o mürşid, mürşidi kâmil değil boşuna milletin imanına girmesin"  diye buyurmuştur. Tabii buradaki sözler Allah bildirirse bilir manasına sözlerdir, dolayısıyla hiç kimse aklın alamayacağı bu hal ehlinin söylediği sözleri çarpıtmaya kalkışmamasında fayda var deriz. İşte bu yüzden İmam-ı Rabbani (k.s) şöyle der:

“-Ne mutlu kendisine murat bir mürşit bulana." Yani bu söz, Allah’ın murad ettiği doğrultuda sevileni bulmak manasınadır. Dikkat edin demiyor ki, ne mutlu muradı olana, "Ne mutlu murat bir mürşid bulana" diyor.

Kaldı ki Seyda (k.s)’ın dergâhına gelen sofiler, hep şu niyazda bulunurlar: 
"-Allah'a hamdı senalar olsun ki bu devirde Allah Teâlâ, bize öyle bir büyük nimet nasip etmiş ki ne kadar şükretsek azdır.” Hatta sofiler zaman zaman “Acaba biz ne amel ettik, ne hayır işledikte Allah bu nimeti bize bahşetti" demekten kendilerini alamazlar da.

Gerçekten de çok şükretmek gerekir. Nasıl şükredilmesin ki, bakın eskiden insanlar bir mürşit aramaya koyulduklarında kimi binekle kimi yaya olarak uzun seneler diyar diyar gezip her türlü meşakkati göğüsledikten sonra ancak murad ettiği mürşidine kavuşabiliyormuş. Tabii bu arada kavuşmakla da iş bitmiyor kaza namazın var mı, kul borcun var mı gibi bir dizi imtihan aşamalarını da geçtikten sonra ancak o zaman dergâha kabulü gerçekleşebiliyormuş. Peki, günümüzde öyle mi, elbette değil, aynısı uygulansa dergâhta bir kişi kalmayacağı malum. Şimdi gelinen noktada ise ümmetin kurtuluşu söz konusu olduğundan dergâhın kapıları artık herkese açılabiliyor.

Bayezîd-ı Bistâmî (k.s)’de bu Tarikat-ı Nakşibendiyye nisbetini Ebü’l Hasan-ı Harakânî (k.s)’ye devreder. O da zamanın Gavsı olmakla birlikte üveysdi. Yani, Bayezîd-ı Bistâmî (k.s)’ı dünya gözüyle görmemişti. Ruhaniyetinden terbiye olmuştur. O’nun büyük bir zat olduğu şundan belli ki;

Bayezîd-ı Bistâmî (k.s) dünyayı değiştirdiğinde, zamanın Sultanı ve Padişahı, Beyazıd-ı Bestami (k.s)’ın mezarını ziyarete gitmiş. O sırada mezarı başında Bayezîd-ı Bistâmî (k.s)’in dervişlerinden biri varmış. Padişah sofiye sormuş:

"-Sizin şeyhiniz, hayattayken ne derdi?"

Sofi cevap vermiş:
"-Bizim şeyhimiz derdi ki: Bizi gören kurtuldu." 

Padişah itiraz etmiş:
"-Hadi sende,  öyle şey mi olur. Madem öyle Ebu Cehil de Peygamberimiz (s.a.v)’i gördü. Şimdi o da mı cennetlik? Öyle şey olmaz."

Derviş murakabeye dalıp şöyle cevap vermiş: 
"-Ebu Cehil Allah'ın Habib-i ve Peygamberi olarak görmedi. O’nu Abdullah’ın yetimi Muhammed olarak gördü." 

Gerçektende şayet Peygamber olarak görseydi o da kurtulacaktı. Demek ki; bir insan da birisini veli olduğunu bilir veya ona inanırsa, o insanda veli kullardan sayılacaktı. Ve bu yüzden derler ki: "Veliyi görende veli gibidir." Zira katılırsınız veya katılmazsınız bir veliyi görmek bir noktada iman nurunun kemalatına işarettir.

(Konu: Daha bizim kapımızın hazinelerini çalan olmadı başlığıyla devam edecek.)