Seyda Hazretleri (k.s.), Allah'a giden yolda Sadat-ı Kiram'ın metodunu manevi tasarruflarıyla insanların yüreğine işleyen gönül sultanıdır. O, aynı zamanda alışılmışın dışında bir uygulamayla vaazsız, nasihatsiz ve hiçbir kelam etmeksizin etrafında halka oluşturan bir Allah dostudur.

Seyda Hazretleri (k.s.), Allah'a giden yolda Sadat-ı Kiram'ın metodunu manevi tasarruflarıyla insanların yüreğine işleyen gönül sultanıdır. O, aynı zamanda alışılmışın dışında bir uygulamayla vaazsız, nasihatsiz ve hiçbir kelam etmeksizin etrafında halka oluşturan bir Allah dostudur.

Gerçekten de binlerce insanın kafileler halinde Menzil'e gidip Seyda Hazretleri'nin manevi tasarruf şemsiyesi altında halka oluşturması akıllara durgunluk veren bir hadisedir. Elbette ki bu durumu ne akılla, ne ilimle izah edilebilir, ancak ve ancak bunu; “Allah bir kulunu sevdi mi, isterse bütün dünyayı ayağına getirir” tarzında izah edebiliriz. Nitekim her şey sevgi ve sevilmek denen iksir içinde gizlidir. Bu yüzden insanlar akın akın dergâhını ziyaret etmiştir. Zira Seyda Hazretleri etrafında kümelenen kalabalığın sayısına bakmaksızın, Allah'a giden yolda Sadat-ı Kiramın ortaya koyduğu düsturları hem yaşayarak hem de yaşatarak hayırhah daire çizen bir gönül sultanıdır. Meğer bütün gizem yaşamak ve yaşatmaktaymış.

Tövbe; bu yolda günahlarla esaret zincirine mahkûm kalan insanın hürriyete giden yolda ilk kapıdır. Sadat-ı Kiram'ın kapısında; gelene gelme denilmediği gibi, gidene de gitme denilmez. Kapıda engelleyen hiç bir durum gözükmez, bilhassa burada: 'Ne olursan ol yine gel' sözünün tatbikatı tüm açıklığıyla gözler önüne serilir.

İşte bu kapıyı aralamanın ilk adımı tevbeyle başlar. Bir başka ifadeyle tövbe, esaretten hürriyete kavuşmanın ilk kurtuluş reçetesidir. Hatta Hâcegân yolunda; "Her hayrın başında ve sonunda tevbe ediniz" düsturu esastır. Belli ki, Saadat-ı Kiram daha ilk iş olarak sünnete uygun bir uygulamayı başlatıyorlar. Nasıl başlatmasınlar ki, bu yolda tövbe huzura varışın ilk adımıdır. Tarikat-ı Aliye’nin bütün amellerinin başında ve sonunda 25 defa estağfurullah denmesi bunun içindir. Gerek Hatme-i Hâcegân eda ederken, gerek Rabıtada tefekkür ederken ve gerekse günlük virdini çeken bir sofi, huzura varmak için  'Estağfurullah' deyip öyle amele başlar. Hakeza huzurdan ayrılırken de yine 25 kez 'Estağfurullah' deyip işlediği amelleri layık-ı veçhiyle yapamadığının kaygısıyla içten içe nedamet duyar. İşte bütün bu yolun usul ve adabını uygulayan sofi, mürşidine olan muhabbeti daha da bir mana kazanır. Bu yüzden Şeyh Ahmed El Haznevi (k.s.): "Muhabbet sofilerin bineğidir" demiştir.

Gerçekten de muhabbet gül’ün şavkıdır. Zaten aşk ve muhabbet olmadan gül’ün nübüvvet kokusu nasıl hissedilebilir ki. Bakın kâinat bile aşk üzerine yaratılmış. Dahası her şeyin özünde muhabbet ve sevgi vardır. Dolayısıyla Mürşid-i Kâmilden feyiz ve muhabbet almanın en temel kaidesi Allah Resulü'nün (s.a.v.) yoluna sımsıkı sarılmaktan geçer. Bakın Seyda Hz.lerinin oğlu Seyyid Fevzeddin Hz.leri ne diyor.  Diyor ki; "Kalbim çalışmıyor, ya da beynim çalışmıyor diyorsanız, elbette çalışmaz. Nefsin hevasına kapıldığı sürece Allah'ın muhabbetini gönle yerleştirmek çok zor. Ancak nefsi ıslah ederek muhabbet kapılarını açabiliriz. Böylece kalpte çalışır, kafa da çalışır (akl-ı selim)." Anlaşılan bu cümlelerle, sofilerin muhabbet erleri olmasını ve kuru kalabalık olmaktan sakınmalarını telkin etmişlerdir. Hatta sözlerine şöyle devam etmiştir: "Sofi daima nefsinin zıddını yapmalı. Nefsin hevesine kapılmamalı. Bu yüzden bu hale  'nefse muhalefet' denmiştir. O halde nefsi başıboş bırakmamak gerekir. Şayet insan nefsini kontrol altında tutmazsa o insan kulluk idrakine varamaz. Unutmayın ki, Allah ile kul arasında en büyük perde nefsidir. Dolayısıyla nefs perdesini kaldırmak lazımdır." Bu sözlerden de anlaşıldığı üzere insan nefsin esiri olmamalıdır.

Seyda Hazretleri (k.s.), Peygamber soyundan gelen Evlad-ı Resuldür. Dahası soy ağacı bakımdan Resul-i Ekrem'in (s.a.v.) 30’ncu göbekten torunudurlar. Bu yüzden O; ehl-i beyt neslinden olmanın şuuruyla hayatını tanzim eden büyük bir zattı.  Yani O, Resulullah’ın (s.a.v.) geçirmiş olduğu hayat biçimini esas alıp yaşamaya gayret etmiştir. Böylece Seyda Hazretleri'nin Sünnet-i seniyye’ye ittiba etme gayretinin sonucunda Allah Resulü'nün geçirmiş olduğu hayat çizgileri üzerinde tecelli edip nurani bir gönül sultanı hüviyetine bürünmüştür. Şöyle ki; peygamberlik Allah Resulü'ne 40 yaşında gelmişti. Seyda Hazretleri'ne de 40 yaşında halifelik nasib olmuştur. Şöyle ki; Şeyh Ahmed el Haznevi’nin (k.s.) oğlu Şeyh Alâeddin’in işaretiyle Gavs-ı Bilvanisi (k.s.) Medine-i Münevvere'ye götürmesinin akabinde halifelik gerçekleşir. Böylece 40 yaş onun için hayatının dönüm noktası olur. Derken manevi veraset bakımından altın silsilede 38’nci basamakta yerini alır. Altın silsile Peygamberimizden (s.a.v.) günümüze kadar uzanan manevi halka olup, bu zincirin 38’nci durağında Seyda (k.s) yer alır. Seyda (k.s.), silsileyi şerife halkasında yerini aldıktan sonra ömrünün geriye kalan 21 yılını irşadla geçirmiştir. O zaten irşat postuna oturmadan hal ve hareketleriyle babası Gavs Hazretleri’nin dikkatini çekmiş olduğu şundan belli ki, Seyda Hazretleri için şöyle dua etmiştir; "İnşallah İmam-ı Rabbani Hazretleri'ni geçersin."

Gerçekten de Seyda (k.s.) 40 yaşında halifeliği aldıktan sonra ömrünü Ümmet-i Muhammed’in kurtuluşuna adamıştır. Zamanın iman kurtarma zamanı olma bilinciyle herkesi şemsiyesinin altına almıştır. O'nun dergâhına gelen ister Türk, ister Kürt, ister Laz, ister Çerkez vs. olsun aynı halkada "Bir" oluyordu. Böylece Menzil’in manevi atmosferinde herkes kardeşçe yaşama şuuruna ermiş oluyordu. Artık etnik kimlikler ayrılık sebebi olmaktan çıkıp gönüller Lafza-i Celal (Allah adında)  ikrarıyla birleşir de. Derken insanlar aşkların en güzeli İlây-ı kelimetullah tutkusunu ruhunda hissetmişlerdir. Elbette ki böyle bir aşk bütün ayrılıkları bertaraf etmeye yetmiş artmış ta. Kaldı ki değişik siyasi görüşe sahip insanlar bile eski husumet duygularını bir kenara bırakıp aynı kaba kaşık çalaraktan çorba içtikleri gibi, Seyda Hz.lerinin imamlığında birlikte omuz omuza aynı safta namaza durmanın yanı sıra Hatme-i Hâcegân halkasında dizler bitişik huşu işinde cem olmuşlardır. İlginçtir bu zamanda insanları bir araya getirmek mümkün olmazken nasıl oluyor da böyle bir atmosferde mevki, makam ve tüm dünyalıklar bir kenara atılıp aynı iklimde harman olunuyor doğrusu akılara durgunluk veren bir hadisedir.  Saadat-ı Kiramın manevi tasarrufatını tabii ki, akılla izah etmek çok zor. Bunu ancak yaşayanlar bilir ve hisseder. Allah Resulü'nün; "Ne Arabın Acem'e, ne de Acem'in Arab'a üstünlüğü var. Üstünlük takvadadır" sözlerinin tatbikatını her an Menzil’de görmek mümkün. Dahası tevhid yolunda birlikte yaşamanın bütün çizgileri Seyda Hazretleri’nin oluşturduğu manevi iklimde ziyadesiyle dikkat çeken bir durumdur.

Seyda Hazretlerinin hayatına bakıldığında köy köy gezip zahiri ve manevi ilim yüklendikten sonra bizatihi adına Buhara dediği Menzil köyünde konaklayıp orada irşad faaliyetlerini yürütmüştür. İlginçtir Seyda (k.s), kuş uçmaz kervan geçmez köyü şehre taşımadı, tam aksine şehir insanlarını Menzil köyüne gelmesini sağlayıp ziyaret edilir bir mekân haline getirmiştir. İşte o gün bugündür Menzil hala çekim merkezi olmaya devam etmektedir, bundan böyle de ziyaretin kesilmeyeceğine inancımız tam. Malum o’nun ilk dünyaya teşrif ettiği köy Siirt'in Kozluk ilçesine bağlı Siyanus köyüdür. 1930 yılında doğduğu bu köyde 2 yaşındayken Baykan ilçesine bağlı Taruni köyüne göç etmişlerdir. İyi ki buraya gelmişler. Zira 15 yaşına kadar bu köyde hem zahiri hem de manevi ilimler yönünde yetişmiş gencecik bir delikanlı olacaktır. Ancak Seyda Hazretleri'ni bu yaşta ilim bakımından mesafe katetmesine tahammül edemeyenler onun bu köyden gitmesine vesile olurlar. Öyle ki; kıskançlık ve tahammülsüzlük önce Seyda Hazretleri'nin çıkmasına, akabinde babası Gavs Hz.lerinin köyden uzaklaşmasını beraberinde getirmiştir. Bunda da elbet bir hayır vardır. Belli ki, ilerisine yönelik bir hazırlık söz konusudur. Nitekim Seyda Hz.leri bu göçün akabinde zahiri ilimleri tahsil için hocası Molla Muhyiddin'in rahle-i tedrisatı altında 1,5 yıl Havil köyünde ikamet eder. Oradan Dilbe'ye gelir ve burada ilk hocası dayısı Molla Abdulbaki Hz.leridir, buradan da Narin ve Nurşin köyüne hicret eder. Nurşin’de yine Hocası Seyda-i Molla Muhyiddin'dir. Sadat-ı Kiram'ın yolunda mutlaka zahiri ilimleri bitirmek mecburiyeti vardır. O'nun için Seyda Hazretleri çocukluk yaşından itibaren gerek Muhammed Diyâeddin’in (k.s.) torunu Şeyh Muhammed Nasır’la beraber uzun seneler zahiri ilmi tahsil edip, en son ilmi icazetini babası Gavs-ı Bilvanisi (k.s.)'den almıştır. Seyda Hazretleri Narin köyünden sonra Kasrik köyüne hicret eder. Fakat Kasrik öyle bir hal alır ki, ilim taleb edenleri madden kaldıramadığı için her bakımdan müsait bir mekân için Gadir köyü tercih edilir. Bu arada Seyda (k.s.), 1964 yılında askere gider ve terhis dönüşünde tekrar Gadir'de dergâh hizmetinde koşuşturmaya başlar. Maalesef bir müddet sonra Gadir köyü de Gavs-ı Bilvanisi'yi kabullenememiş, bunun üzerine adına uygun bir şekilde bu köyden gadr (göç) edip artık yediden yetmişe herkesin dilinden düşürmediği şu meşhur Menzil köyü seçilir. Bir başka ifadeyle ismiyle müsemma Durak köyünde konaklarlar. Bu yüzden Menzil, bunca hicret hayatı serüveninden sonra irşadın zirve yaptığı nokta olması bakımından sevenlerine Medine’yi hatırlatan en son duraktır.

Menzil önceleri bereketsiz kıraç bir köymüş. Aynı zamanda pek uğrak bir yer de sayılmazmış.Tâ ki Gavs-ı Bilvanisi (k.s.) sofilere işaret ettiği yere kazma vurdurup ab-ı hayat suyla buluştuğu ana kadar bu haldeymiş. Gerçekten de vurulan sondaj çorak ve kıraç olan bu topraklara hayat verip suyun bereketi Menzil’e gelen misafirleri ağırlamaya yetmiştir. İşte, Gavs'ın işaretiyle çıkartılan su, daha sonrasın da Seyda Hz.leri tarafından ayrıca vurulan bir sondajla daha da bir anlam kazanıp artan kalabalığın ihtiyaçlarını giderir hale gelmiştir. Menzilde şu an bahçeler sulanıyorsa, tarlalar ekilip biçiliyorsa, elde edilen ürün değirmene gönderiliyorsa bu sondajın neticesidir. Hakeza Türkiye'nin dört bir tarafından gelen insanlara kazanlarla çorba verilmesi ve değirmende öğütülen unla fırında ekmek yapılıp insanların hizmetine sunulması da öyledir. Üstelik hiç kimseden bir kuruş almadan ikram edilen bir hizmettir bu. Zaten Sadat-ı Kiram'ın hayatları incelendiğinde dergâhlarda çorba ve ekmek verdikleri görülür. Anlaşılan Seyda Hazretleri yeni bir şey keşfetmiş değil, sadece Sadatlara mutabaat edip kıyamete kadar bu güzel geleneği sürdürmenin yolunu açmıştır.

1972 yılı gelip çattığında onun için hem hüzün yılı hem de sorumluluk üstlendiği yıldır. Çünkü babası Seyyid Abdûhakim el Hüseyni’yi (Gavs-ı Bilvanisi) ebediyete uğurlayacaktır. Bu göç şimdiye kadar ki göçlerden farklıydı. Yani emaneti oğluna devredip Şeb-i Arus eylediği bir göçtür. Böylece 24 Mayıs'ta Allah'a kavuşur. Öyle ya,  her nefis ölümü tadacaktır, o halde ilahi fermanın gereği onlar için son nefes anı Allah’a kavuşma günü olarak telakki edilir. Seyda Hz.leri babası fani dünyadan nakli mekân etmeden 2 yıl önce Ravzayı Mutahharanın yanında halifeliği almıştı. Artık onu bekleyen Gavs Hazretleri irtihal ettikten sonra ki evrede 21 yıl sürecek bir irşad hayatı ve çile dönemi vardır. O da gereğini yapıp öncesinden babasının yaptırdığı cami’yi genişletip Menzil'i Şah-ı Nakşibendî’nin (k.s.) Kasr-ı Arifan'ı diyebileceğimiz mekân hale getirir.

Malum, Türkiye’de her on yılda yapılan darbeler hep birilerinin canın yakıp her şeyi etkiler ya, aynen öyle de bu olumsuz etkilenme gönül sultanları içinde geçerlidir. Nitekim Seyda Hazretleri'ni bu mekânda rahat bırakmayacaklardır. Zaten Allah Resulü'nün hayatlarında görülen göç olayı, hem Gavs Hazretleri'nde, hem de Seyda Hazretleri'nin yaşantısında olanca hızıyla devam etiği bir vaka. Dolayısıyla 18 Temmuz 1983 yılında 12 Eylül ihtilalinin acı meyveleri Seyda Hazretleri'ne de yansır. Menzil köyünden askerler tarafından Gökçeada’ya götürülür. Mecburi ikamete tabii tutulan Seyda Hazretleri üç odalı bir eve yerleştiğinde şu sözleri söylemesi manidardır:

"-Şükredin, bir odamız daha oldu. Şükrümüzü artıralım. Bakın hem geniş bir yerde oturuyoruz, hem bizi koruyan güvenlik görevlilerimiz bile var. Bizi her yerden gözetiyorlar da."

Seyda Hazretleri Gökçeada'da geçirdiği sürgün hayatında zaman zaman romatizma ağrıları için girdikleri kuma baktığında; "Sanki Medine'nin kumları gibi" demesi Allah Resulü'nün, Mekke'den Medine'ye göçünü özetleyen söz olduğu gibi hem de Seyda Hazretlerinin Peygamberimiz'e yürekten bağlılığını ortaya koyuyordu. Bu arada mecburi ikamete tabi tutulduğu o yıllarda Başbakan Turgut Özal’ın özel gayretleriyle Seyda Hazretleri'nin ferdi hastalıklarının muayenesi için Ankara Gülhane Hastanesi'nde tedavisi de gerçekleşir. Doktorlar, Ankara'da ikamet edilmesine dair heyet raporu verince de Gökçeada'dan tekrar yeni bir hicret daha vuku bulur.

Evren'in anılarından da anlaşıldığı üzere Özal halkın oyuyla seçilip başbakan olduğunda, Cumhurbaşkanı Kenan Evren'den Seyda Hz.lerinin sürgün cezasının kaldırılmasını ister. Fakat Evren bu isteği hatıralarında  'Midem Bulandı' diye değerlendirmiştir. Onun midesi bulana dursun Turgut Özal Gönül Sultanının kıymetini şöyle değerlendirmiştir:

"-O dönemde birçok kişi yargılanmadan cezalandırılıyordu, adı geçen zat da onlardan biriydi. Gökçeada'da mecburi ikamete tabi tutulmuştu, hem de hiçbir sorgulama geçirmeden." Nitekim Özal’ın şahsi gayretleri meyve verir de.

Gökçeada, Ankara derken en nihayet dönüş Menzil'edir. Dönüşleri de bir bambaşkadır. Hasretlik öyle yüreğine işlemiş ki, ilk iş Gavs Hazretleri’nin medfun bulunduğu markadı ziyaret, şükür namazı ve ardından Mevlüt okutulur. Kelimenin tam anlamıyla hicret dönüşünden sonraki yıllar da irşat halkası daha da bir bambaşka hal alır.

Gökçeada ve Ankara dönüşünden sonra irşad daha da hız kazanıp adeta Allah Resulünün fetih yıllarını hatırlatan bir irşat gözlemlenir. Ancak bu irşadın zirveye ulaşmasından rahatsızlık duyan birtakım mahfiller harekete geçmeyi ihmal etmeyeceklerdir. Zira bir bayram ziyareti esnasında sofilerin arasına sızan bir gizli el,  el öpme anında zehirli iğneyi eline acımasızca şırınga edecektir. Bu durumda Seyda Hazretleri sofilerin linç etmesine meydan vermeden sanki hiçbir şey olmamamışcasına davranıp bu olayı işleyen şahsı affeder de. İşte Allah dostları böyledir, onlar merhamet için vardır.  Anlaşılan kendisine girişilen bir suikastı bir sünnetin icrası olarak ruhunda hissetmiştir. Tıpkı Rasulallah’ın (s.a.v.) Haydar fethinin müteakibinde bir ziyafet sofrasında sunulan zehirli eti birazcık ısırmanın ardından affettiği gibi o da suikastçıyı hoş görmüştür. Derken 20’nci asrın sonlarında zehirlenmenin bir başka değişik biçimini yaşayıp Rasulallah’ın bir sünneti seniyyesi daha icra edilmiştir.  Bir başka ilginç olan zehir olayının hem Allah Resulü hem de Seyda Hazretleri'nin vefatına iki yıl kala olmuş olmasıdır.   İşte mutabaat budur.

Seyda Hz.lerinin gerek sürgün hayatı, gerek eline zehir şırınga edilmesi olayı ve gerekse ferdi hastalıkları onu irşattan alıkoymadı, bilakis, irşad dairesi daha da dalga dalga yayılıp Allah Resulünün Medine’den Mekke’ye dönüşünde ki fetih günlerini hatırlatan bir büyümeye dönüşür. Hatta bir ara Menzil'den göz ameliyatı için Ankara'ya teşrif etmişler ve daha sonraki yıllarda ise romatizma ağrıları için Afyon'da Jeotermal kaplıcalarında tedavi ve istirahat için geldiklerinde bile bir an olsun irşaddan geri durmamışlardır. Bilhassa Afyon dönüşü yol güzergâhı boyunca uğradığı bir takım yerlerde Sadat-ı Kiram'ın yoluna girmek isteyen taliplilere tövbe vermeyi de ihmal etmemiştir. Ancak bu koşuşturma bir yere kadardır.  Nitekim bir seferinde yine Afyona geldiğinde vefatına sayılı günler kala, herkesi şaşırtırcasına Afyon'da hutbe irad etmeleri çok ilginç bir anı olarak tarihe geçecektir. Şöyle ki, Seyda Hz.lerini yakından tanıyanlar şundan eminlerdi ki onun irşat faaliyetlerinden fırsat bulup sohbet edecek vaktinin olmadığıdır. Bu yüzden vefatına yakın dönemlerinde nerden geldiği bilinmeyen ve ansızın ardı arkası kesilmeyen sohbetlerin peşi sıra gelmesi herkesi derin derin düşündürmeye yetmiştir. Belli ki, bu sohbet onun artık ayrılış işaretiydi. Fakat zihinler o an şaşkın ve bu durumu çözecek basiretten acizdi. Öyle ki, Seyda Hazretleri'nin veda konuşmasının son cümlelerinde;

"... Sofiler ayakta çok beklediler. O'nun için sohbetime bu arada ara veriyorum. Cuma'ya kadar inşallah evimizde olacağız. Allah hepimizi affetsin..." diyor ve hiç bir sofi "Cuma'ya inşallah evimizde olacağım" sözünden vuslatın olabileceği aklının ucundan bile geçirmiyordu.

Evet, gerçekten de Seyda Hz.leri Cuma'ya gidiyor ama bu dünyadan ve çok sevdiği sofilerinden ayrılaraktan 63 yaşında Rasullullah’a mutaabat edip ebedi istirahatgâhına gidiyor. Şeb-i arus eylediği gün cumadır.  Ve ardından binlerce sofi gözyaşları içinde onu son yolculuğuna uğurluyorlar. İşte o an yürekleri rahatlatacak birine ihtiyaç var denilecek noktada oğlu Seyyid Fevzeddin Hz.leri devreye giriyor ve sofileri teskin etmeye çağırıyor:

"-Ağlamayın, Allah Resulü'ne ne yapıldıysa, babama da o yapılacak..."

Seyda Hz.leri Ankara’nın Pursaklar camiinde cenazesi yıkandıktan sonra tabuta konuluyor. Sofilerin omuzunda otobüsün üst kısmında koltukların üzerine konularak Menzil'e defnedilmek için, kafileler eşliğinde yola çıkılır. Seyda Hz.leri son yolculuğunda da yalnız değildir. Bir anda Türkiye'nin dört bir yanından yol boyunca çevre illerden gelen arabaların da iştirakiyle yaklaşık 20 km.yi bulan uzunlukta araç kafilesi Menzil’e geldiğinde adeta mahşeri hatırlatan kalabalık oluşur. Ve cenaze namazının akabinde omuzlarda Gavs Hz.lerinin yanına defnedilir. İşte Rasulallah’ın (s.a.v.); "Âlimin ölümü âlemin göçü" sözleri gönüllerde böyle yankı bulur.

Seyda Hz.lerinden ayrılmanın hüznünü yaşayan sofilerin iç dünyasını dile getiren şu mısralar Hasan Kılıçatan'ın söylediği ilahisinde mana kazanıyordu:

Resulüllah'ın torunu
Ceddin Muhammed Nebi
Dertlerin dermanıydın
Sen Gönüller Tabibi
Zühd vera teslimiyet
Nice sırlar sahibi
Bıraktın bizleri
Ağlattın Seydam...
Mevlanaca Gel dedin
Yunusca sevgi dedin
Sevgi ile insanları daima birleştirdin
Ayırmadan hiç kimseyi Hak yola davet ettin.
Karanlıklar içindeydim bir zamanlar ben de
Işık tuttun yoluma olgunlaştım sayende
Bataklıklar içindeydim çiçek oldum sayende
Bıraktın bizleri ağlattın Seyda.
Seydam Seydam Seydam
Ağlattın bizleri mübarek Seydam...

Gerçektende Seyda Hazretleri'nin cenazesinde yediden yetmişe herkes ağlıyor ve gözyaşlarının akmasına mani olamıyordu.

O şimdi babası Gavs Hazretleri’nin bulunduğu aynı markad içerisinde kabrinin yanı başında medfundur. O sofilerden ayrıldı ama bizden hayırlılara kavuştu. Her bir Sadat-ı Kiram ervahının toplandığı dar-ı bekaya intikal eyledi. Dahası ömrü boyunca sünnetinden taviz vermediği ve yaşantısında sünneti ölçü aldığı Allah Resulü'ne vasıl oldu. Aynı zamanda dört büyük halife Hz. Ebû Bekir-i Sıddık (r.a.), Ömer-ül Faruk (r.a.), Hz. Osman (r.a) ve Hz. Ali (k.v.)’ye ve Şah-ı Nakşibendî (k.s.), İmam-ı Rabbani (k.s.) gibi Allah dostlarına kavuştu. Her şeyden daha da önemlisi Seyda Hz.leri Şeb-i Arus'a yürümüşlerdir.

O'nun vefatı dünyanın geçiciliğini, asıl kalıcılığın ebedi hayat olduğunu tekrar hatırlattı. Seyyid Fevzeddin Hz.'lerinin cenaze namazını müteakiben ağlayan sofilere:

"-Resulullah'ın ölümü sırasında Ebû Bekir-i Sıddık(r.a.), ağlayan Müslümanlara dönerek, 'kim Resulullah'a tapıyorsa, O ölümlüdür ve ölmüştür. Kim Allah'a tapıyorsa O diridir' demiştir. Aynı şeyi şimdi biz tekrarlıyoruz. Seydamız Allah'ın rahmetine kavuşmuştur. Biz ona değil, kendimize ağlıyalım. Onun yolundan gidelim. Kurmuş olduğu o evi yaşatalım. Kendimize merkez edinelim. Kendini geride bırakan ölmez buyruluyor. O ilmiyle kendini geride bıraktı ve ölmedi. O'na karşı iki görevimiz var. İlki onun yolunu takip etmek. O seviyeye nasıl çıkmışsa biz de aynı yolu takib ederek o seviyeye çıkmaya çalışmalıyız. Seyda Hazretleri: "Arkamdan bol bol Kur'an-ı Kerim okuyun buyuruyordu. Bizler de arkasından bol bol Kur'an-ı Kerim okuyalım" deyip yüreklere su serpmiştir.

Seyda Hz.lerinden sonra bu yolu devr alan kardeşi Gavs-ı Sani Abdulbaki(k.s)’dir. O da tıpkı Seyda Hz.leri gibi irşad faaliyetlerini aynı kararlılıkla yürütmektedir. Belli ki niyet hayır olunca akıbette hayır olmaktadır.

Vesselam.

Ekim 2013