Malumunuz, Seyda Hazretleri yediden yetmişe herkesin bildiği bir gönül sultanıdır. Öyle ki, onu görmek için yurdun dört bir yanından gelen insanlar akın akın Menzile gelip ziyaret etmekteydiler. Hatta vefat etmesiyle birlikte sevenler o’nu son yolculuğunda yalnız bırakmadılar, gözyaşları içerisinde Fatihalarla uğurladılar.
Dolayısıyla böyle bir Gönül Sultanının bizde de bıraktığı derin etkiyle yaklaşık bundan 20 yıl öncesinde o’nun hakkında yine o gül neslin evladının dilinden Menzil’de ilk röportaj yapmak nasip oldu. Bu arada bize bu fırsat ortamını sağlayan Hane-i Saadet evladı ve aynı zamanda Seyda Hazretlerinin oğlu Seyyid
Taceddin Erol’a da sonsuz şükranlarımı sunmayı bir borç bilirim.
Şimdi ilginizi çekeceğinizden emin olduğum Gavs-ı Sani Hazretlerinin oğlu ve Seyda Hazretlerinin yeğeni Seyyid
Muhammed Saki Erol ile yaptığım röportajla baş başa bırakıyorum:
- Seyyidim, Seyda Hazretlerinin çocukluk dönemlerinden anlatır mısınız?
- Çocukluk dönemleri hatırımıza gelmiyor. Ancak son irşat dönemleri aklımıza geliyor. Seyda Hazretleri Gavs Hazretlerinin en büyük destekçisi ve yardımcısı idi. Gavs (k.s.), dar-ı beka’ya irtihal edince yirmi seneyi aşkın bir süre irşat faaliyetine koyuldu. Bu sefer yardımcı olarak Seyyid Abdülbaki Hazretleri (Gavs-ı Sani) vardır ve onun dışında doğru dürüst yardımcısı yoktur diyebiliriz, buna rağmen, geniş bir halk kitleyi irşat edebilmiştir.
—Gavs-ı Sani Hazretleri aynı zamanda babanız oluyor. Bir baba olarak halifelik döneminde Seyda Hazretleri için ne derdi?
—Bize nasihati genellikle şu oluyordu:
“Eğer benim evlatlarımsanız bana itaat etmeyin, bu zata itaat edin. Benden hiçbir şey sormayın.” İşte görüyorsunuz bir baba olarak, bizimle kendisini mürşidin arasından çıkarttı. Zaten bizi bu tarikata ısındıran Seyyid Abdülbaki Hazretlerinin bu müthiş teslimiyeti, hal ve adabı oldu. O’nun davranışları aile üzerinde öyle tesir etti ki, bizleri Seyda Hazretlerine çok daha yakin kılıyordu. Bizleri hem bu yola teşvik ederken, diğer taraftan da bu yolun esaslarını kendi hayatında titizlikle uygulayarak örnek oluyordu. Zaten öyle olmasaydı bugünkü durum olmazdı. Her ne kadar Gavs-ı Sani ile Seyda Hazretleri kardeş olsada sanıldığının aksine irşad halkası illa da babadan oğula, ya da kardeşten kardeşe geçecek bir kural ve akide yoktur, çalışılarak ve manevi veraset yoluyla elde ulaşibilecek bir nimettir. Nitekim bugüne baktığımızda Seyda Hazretlerinin büyüklüğü Gavs-ı Sani Hazretleri üzerinde bir başka büyüklükte meyve vermiş durumda. Hatta gelinen nokta itibariyle bugüne baktığımızda cemaat üçe dörde katlanmış halde. Hakeza sofilerde ki gayret ve sadakate bakıyorsun bir büyük mürşidde var olması gereken hususlara işarettir..
-Seyyidim, Seyda Hazretleri döneminde Gavs-ı Sani Hazretlerini hep arkasında iki büklüm bir vaziyette arkasında görüyorduk. Bunu nasıl izah edersiniz?
-Bence o’nu gören âdâbı ve âdâbın ne olması gerektiğini bilmesi lazım. Seyda Hazretlerinin arkasında yürümesi olsun, suskunluğu olsun, edebi olsun, sofilerin içinde kayboluşu olsun tüm bu husussiyetler sıradan hasletler değil elbet. İşte bu yüzdendir ki Seyda Hazretleri döneminde bile, âdâbı öğrenmek isterseniz Seyyid Abdülbaki Hazretlerine bakmanız yeterli diyordum. Sizin de söylediğiniz gibi iki büklümdü adeta. Gerçekten de o’nun o iki büklüm âdâb hali bizim aile üzerinde çok etkisi oldu. Zaten 10-12 sene medrese hayatımda ve aile ortamında babamdan gördüğüm en belirgin özellik âdâb üzere yaşamasıydı.
-Seyyidim, Seyda Hazretleri sizin amcanız olması dolayısıyla bize aktaracağınız bir hatırasını anlatırmısınız?
- Bir gece vaktiydi. Bir baktım patırtı kütürtü, bir ses geliyordu. O ara çok korktum. Acaba suikast filnanmı oldu diye. Ve yerimden doğruldum, Gökçeada’da kaldığımız evin etrafını dolaştım, ama birşey göremedim. Tabii sabah oldu, fakat hâlâ o anı unutamıyordum. Merakımı yenemeyip teyzeme sordum:
-Teyze! Gece garip birşeyler oldu, acaba neyin nesiydi bu?
Teyzem yüzümde ki şaşkınlığın farkına varıp bana olayı şöyle anlattı:
-Valla, bende çok korktum. Öyle ki korkudan amcanı uykudan uyandırdım. Ancak uykudan uyandırınca bana sitem ederekten 'niye uyandırıyorsun' dedi. Neyse ki, birazdan kendine gelince tebessümle gördüğü rüyayı şöyle anlattı:
Resulü Ekrem Efendimizi rüyamda gördüm. O an mahşer günüydü ve başımı Resulüllah (s.a.v.)’ın tarafına doğru çevirip şöyle dedim;
-Ya Resulüllah! Beni bu ümmetine feda et.
Tabii o anda, Resulüllah’ın şeklini tam bilemeyeceğim ama, beni o sırada uykudan uyandırınca rüyam tam olmadı.
İşte Seyda Hazretleri’nin Gökçeada’da geçirdiği günlerde yaklaşık bir senenin üzerinde beraber kaldığım en çarpıcı hatırası bu olmuştur. Bu hatıra her yönüyle Ümmet-i Muhammed için feda olmaya çalışmanın bir ifadesidir. Kelimenin tam anlamıyla Ebubekir Sıddık misali Ümmet-i Muhammed için ateşe bile girmeye razı bir duygu selinin ağır bastığı fedakarlıktır bu. Sonuçta Seyda Hazretleri olsun, Gavs Hazretleri olsun, Şah-ı Nakşibend (k.s.) olsun, bütün sadatlar insanlara öncülük yapıp kendilerini bu şekilde Ümmet-i Muhammed’e feda etmişler de.
- Seyda Hazretlerinin vefatına yakın zamanlarda bir anda birbirini takip eden sohbetlere başlamasını nasıl yorumluyorsunuz?
- Elbette ki ilginç bir durum, zaten bizde Seyda Hazretleri sohbet etmeye başlayınca içimize kurt düştü. Çünkü, ondan önceleri hiç sohbet etmezdi. Sadece Gavs Hazretleri vefat ettiği dönemlerde biraz sohbetleri olmuştu, daha sonrasında devamı gelmemiştir. İşte uzun bir aradan sonra vefatına yakın dönemlerde sohbete başlayınca, doğrusu kendi kendime dedim ki; galiba ya kıyamet kopacak bizi uyarıyor, ya da vefat edecek. Tabii bu vefat düşüncesi nefsimizin hoşuna gitmiyordu. Dahası hiç aklımızın ucundan geçirmek istemediğimiz birşeydi. Tabii bu demek değildir ki ölümü hiç düşünmeyelim, her an, her salise yüreğimizde hissetmemiz lazım gelir, ama sözkonusu Seyda olunca o’nun vefat edeceğini hissetsek bile düşünmek istemediğimiz birşeydi. Dolayısıyla hiç alışık olmadığımız ardı ardına ansızın gelen o sohbetler bir noktadan sonra bize korku verir olmuştu. Neyse ki zamanla içimizdeki o korkular giderildi. Neyse ki diyorum, çünkü kendi açımızdan zor olsa da, onun açısından hayırlara vesile olduğu muhakkak. Sonuçta her ne olursa olsun canından aziz bildiği Resulu Ekrem Efendimizin yaşında vefat etti.
Bu arda Seyda Hazretleri’nin vefatıyla birlikte bir tecrübe daha kazandığımızı idrak ettik. Öyle ki, vefat sonrası sadatlar’ın himmeti çok büyük olmuştur. Dikkat ettiyseniz Seyda Hazretleri’nin vefatından sonra Menzil’e gelmeyen çok az insan oldu, üstelik sofiler arasında önem addedecek hiç bir sapma da olmadı. Zaten aslolanda bu, yani Seyda Hazretlerinin dar-ı bekaya irtihaliyle o’nun yolundan devam etmemiz gerektiğini anlamak çok mühim bir hadisedir. Buraya gelmekten amaç ta, Resulüllah’ı ve mürşidi sevip muhabbetullaha erişmektir. Bakın, Resulüllah’a (s.a.v) daha bir muhabbet duyabilmek için Kur’an-ı Kerim’de mealen: “Eğer beni sevmek istiyorsan Resulüllah’ı sevin” diye buyruluyor. Bir başka ifadeyle eğer sevilmek istiyorsanız Resulüllah’ı sevin mesajı var. Madem öyle Resulüllah’ı sevelim ki Allah’ı sevmiş olalım. Kaldı ki, Seyda Hazretlerine olan sevgimiz bizi Resulüllah sevgisine götüren bir basamaktır. Allah’a basamak basamak ulaşılır. Bu yüzden basamaktan gaye Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaktır. Bizim tek davamız olmalı, o da hiç kuşkusuz İslam üzerine ve sırat-ı müstakim üzere yaşamaktır. Eğer Seyda Hazretlerine olan sevgi ve muhabbetimiz bu davayla örtüşmeseydi, biliniz ki bugün bu irşat halkasının devamı gelmezdi. Bakın geçmişte birtakım bazı insanların mürşitleri vefat edince tarikatı bıraktıklarını müşahade ettik. Bu durum o insanların ilahi sevgiden yoksun olduklarına işarettir. Oysa, Sadatların yolunda mürşitten sonra kopma ya da ayrılma onların hiç sevmediği bir durum. Bu yolda devamlılık esastır. Anlaşılan o ki; Sadatlar sadece bize basamak oluyorlar, Allah’a ulaştırmak için Ümmet-i Muhammed’e hizmetkarlık yapıyorlar. Bizim onların ardında her seferinde ağlamamız, bence onların bu dünyadan gidişine değil, kendi halimize ağlamaktır. Seyda Hazretleri bu dünyadan ayrılmakla acaba yetim mi kaldık türünden hislere kapılsakta çok şükür bizi yetim bırakmadılar, bizi çobansızda bırakmadılar. İşte görüyorsunuz bu kapı kapanmadı, kapanmaz da. Madem bu kapı bu derece kıymet ifade ediyor, o halde tüm sofiler şu öğüdü kulağına küpe etsin:
Sadatlar’ın sevdiği şeyleri sevmek gerekir. Öncelikle bize ne yaptırmak istiyorlar, kendilerine mi taptırmak istiyorlar, yoksa Allah’a mı? Kendi ahlakını mı ihya etmek istiyorlar, yoksa sünnet-i seniyyeyi mi? İşte bütün bu soruları tahlil edip hakikate talip olmalıyız. Birkere bize uygulattıkları gerek hatme olsun, gerek vird olsun, gerek diğer görevler olsun Allah’a ulaşmaya yönelik uygulamalardır. Dahası Sadatlar bize Kur’anın tatbikini ve Allah zikrini telkin ediyorlar hep. İnşaallah bu yol kıyamete kadar böyle devam edecekte. Anlaşılan, uzun ince bir yoldayız, ancak bu ince yolda sevgilinin sevgilisi sevgili olmak esastır. Hiç kuşkusuz sevgili ise Kur’an ve sünnettir. Zaten bu kapının en belirgin özelliği ehli sünnet çizgisinden zerre miskal şaşmamasıdır. Dolayısıyla bu kapıda kalabalık ölçü değildir, sayıya takılmamak en doğrusu. Uçmakmış, şuymuş, buymuş, bu tür kerametler doğrudur ama, büyüklüklerine delil olamaz.
Bakın bir gün Seyda Hazretlerinin yanındayken birisi kerameti sordu. Seyda (k.s) cevaben şöyle dedi:
Nasıl ki yeni adet olmuş bir kız adet gördüğünü annesinden, babasından ve etrafından saklıyorsa, aynen öyle de Nakşibendi tarikatının evliyaları da kerametlerini dışarıya izhar etmeyi ayıp telakki etmişleridr hep. Bazen Allah Teala dostları üzerinden izhar ediyor ama, bu durum ancak birinin hidayeti sözkonusu olduğunda olabiliyor, zira işin içinde hidayete vesile olmak vardır. Besbelli ki Sadat-ı Nakşibendi yolunda mecbur kalmadıkça asla keramet gösterilmez. Şayet ortada bir keramet zuhur etmiş olsa bile bazen olur ki o zatın haberi oluyor, bazen olmayabiliyor, icabında sofinin haberi oluyor, zatın haberi olmuyor, ya da tam tersi sofinin haberi olmuyor, zatın haberi oluyor. Hatta öyle durumlarda var ki hiçbirinin haberi olmuyor. Dolayısıyla bu tür kerametler onların büyüklüklerine ölçü değil, bu yolda tek ölçü ehli sünnet çizgisi üzerine yaşamaktır.
Dikkat edin nerede bir sapkın hadise varsa anlayın ki o sapkınlığın arka planındaki ana neden unsur ehli sünnet çizginin dışına kaymanın ortaya koyduğu bir neticedir. Şayet insanlar biraz olsun ehli sünnetin temel kurallarına vakıf olsalardı şüphesiz zaman zaman ortaya çıkan bir takım sahte kurtarıcıların peşine düşmezlerdi. Onun için İslamı herkesin bilmesi lazım gelir. Evliyanın büyüklüklüyüde İslama uygun davranışıyla ölçülüdür. Bakın bunca yıl oldu şimdiye kadar biz sadatlardan kesinlikle hilaf-ı evla, yani fetva kısmına aykırı hiç bir şey görmedik. Mesela cem-i tehir, cem-i takdim hilaf-ı evla konusudur. Bu mevzuda dört mezhep birleşmediği için, birgün Ankara’ya giderken Seyyid Abdülbaki Hazretleri benim namazımı tekrar bana kıldırdı. Çünkü tehiri, cem-i takdim etmiştim. Anlaşılan onlar hilaf-ı evlaya bile tevessül etmemişler, işin fetvası şudur, budur demeden arabayı durdurdu namazı tekrarlattılar bana. Kelimenin tam anlamıyla onların en büyük yönleri şeriata uygun davranmalarıdır. Tabii ki, şeriat demek Kur’an ve hadis demektir. Her ne kadar bugün şeriat kavramı yanlış lanse edilmeye çalışılsa da
gerek Türkiye’de gerekse İslâm aleminde bilinen manada şeriat Kur’an ve hadistir. Kur’an Allah’ın kelamı, hadis ise Resulüllah’ın sözü ve yaşantısıdır. Kur’an'ı anlamada hadis birinci kaynaktır. Yani hadis Kur’anın tefsiri ve bize açıklayıcı şeklidir. Malum, tasavvufta o şeriat-ı uygulamaktır. Mesela Allah (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de:
'Kalbler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur' buyurmakta. Şimdi sormak lazım bu ayeti nasıl anlamamız lazım gelir? Herkes bu ayet-i kerimeyi okuyor, ama nasıl anlıyor? Besbelli ki bu ayeti anlamak için uygulama yapmak, yani Allah adını yaşayarak o ayetin mana ve ruhuna vakıf olunabiliyor. O halde kalbin mutmain hale gelmesi için Allah’ı zikretmemiz şart.
- Seyyidim, Seyda Hazretlerinin; “Bir medrese talebesini binlerce sofiye değişmem” sözünden maksat nedir?
İşte görüyorsunuz bir medrese talebesi binlerce sofiye üstün geliyor. Medrese talebesinden maksat ilimdir. Burda ilme önem veriliyor, şahsa değil. Çünkü ilim farzdır. Sözkonusu ilim olunca akan sular durur, dolayısıyla bu sözü yanlış anlamamak gerekiyor, zira burda ilme teşvik vardır.
Bazen soruyorlar: Farzdan önceki farz nedir? Cevaben ilim diyorum. Elbette ki tüm feraiz ilmini bilmeniz gerekmeyebilir ama, oruç, namaz ve helal-haramı vs. bilmek farzdır. En azından ilmihalin farz kısmını bilmek zorundasınız. İlmin tamamını bilmek alimin uğraşına kalan bir husustur. Avamın
(halkın genel seviyesi) ilmihallerde geçen farz kısmını bilmesi yeterlidir. Demek ki İlmin geniş ve kapsamlıca bilinmesi ancak ve ancak belli bir eğitim sürecinden geçmekle, yani rahlei tedrisattan geçmekle vakıf olunabiliyor. Muhakkak ki zahiri ilim olmadan batıni ilim tam olmaz. İslam tasavvufun zırhı derken bunu kastediyoruz. Onun için kim çoban olmak istiyorsa zırhını da yanına alması lazım gelir.
Şöyle bir Silsile-i Şerif’i bir göz gezdirin, Nakşibendi tarikatı mürşitleri içerisinde zahir ilmi bitirmeyen halife yoktur diyebiliriz. Belki vardır, ama adapsızlık olmuş, o da sönmüş gitmiştir. Kaldı ki cahil bir Nakşibendi tarikatı halifesi nasıl halkı irşad edebilir ki, hadi diyelim bir gün iki gün irşad etti gibi göründü, ilim olmayınca bunun sonu gelmez ki, mutlaka bir yerde tökezleyecektir. Birkere alim bir insan hadis ilmi, tefsir ilmi, fıkıh ilmi gibi ilimleri bilmelisi lazım gelir ki alim olabilsin. Malum şeriat ilmini bilenlere alim deniliyor. Sırf dünyevi ilme sahip olmakla alim olunmuyor. Bakın 10-15 onbeş sene devam ettiğim medrese hayatımda benim üzerinde çok büyük emeği olan Molla İbrahim Hocam Menzil’e intisap etmediği zamanlarda bana söylediği bir cümlesi vardı ki hiç unutmam. Ve şöyle dedi:
- Bu kapıda otuz-kırk senedir İslamın dışında bir şey görmedim.
İşte bu cümle meramımızı anlatmaya yeter artarda. Kaldı ki Medrese Hocam
(Seyda molla İbrahim) önceleri Şeyh Maşuk’a intisaplıymış. Tabii Şeyhi vefat ettikten sonra bir mürşide bağlanmak için yola koyulmuş, derken Seyda Hazretlerini ziyarete gelmiş. Ve ziyaret esnasında Seyda Hazretlerinin göğsünden bir ışığın üzerine doğru güneş gibi doğduğunu anlattı. Hakeze bir seferinde de istihareye yatttığında Seyda Hazretlerinin yine iki göğsünün altından güneş topu gibi parlayan iki ışık görmüş. Ve o an Seyda Hazretlerine demiş ki:
“Bana da doktorluk yap.”
Tabii doktorluk yap demesi intisap etmek manasınadır. Ancak o arada vefat eden eski Şeyhi de rüyasına girince dona kalmış utanmış. Tabii bunlar istihare ile oluyor.. Derken ertesi gün Seyda Hazretlerini intisap etmek nasip oluyor.
Aslında Seyda Hazretlerinin göğsünden çıkan o iki kaynak ışığı ilmede yorabiliriz. Seyda Hazretleri zaten medrese ilmini bitirmişti. Sonrasında manevi ilme başladı. Ve en nihayet ilm-i kal’den ilm-i hal’e geçti. Zaten ilim;
- Kal ilmi (zahiri ilim),
- Hâl ilmi (batıni ilim) olmak üzere iki kanaldan ilerler.
Şöyle ki;
Cüneydi Bağdad-i Hazretlerine sormuşlar;
- Falancı şeyh nasıl ne kadar büyüktür, üstelik uçuyor da.
Cevaben:
- Büyüklükse kuşta uçuyor, demiş.
Yine sormuşlar:
- İşte filan zat nasıl oluyorsa suyun üzerinde yürüyor.
Cevaben
- Yürümekse kurbağa da yüzüyor, demiş.
Tabii sorular bitmez devam eder:
- İşte, falan zat nasıl oluyorsa vasıta olmaksızın maşrıktan mağrıba gidip geliyor.
Bunun üzerine Cüneydi Bağdad-i Hz.leri tebessüm eedip şöyle demiş:
- Bunda ne var ki, şeytan da bir anda doğu ile batı arasında mekik dokuyor, bu da büyüklük sayılmaz.
İşte soru cevap iklisinden de anlaşıldığı üzere bir zatın büyüklüğü İslam’a uyumluluğu ölçüsünce anlaşılıyor. Hatta Şah-ı Nakşibendi’ye sormuşlar:
- Kurban, büyük mürşidi nasıl bilirsiniz?
Evet bu soru karşısında Şah-ı Nakşibendi (k.s.), tıpkı Cüneyd-i Bağdadi Hazretlerlerinin verdiği cevabın bir benzerini vermiş, demiş ki;
-İslama bağlılık derecesinden bellidir.
Anlaşılan o ki, bir Mürşidin büyüklük ölçüsü ehli sünnet yolu üzere olup olmaması esas alınır. Gerçekten bu kapının ehli sünnet yoluna bağlılığı tartışılmaz derecededir. Zaten Kuran ve sünnete bağlı kalınmasaydı Sadat-ı Kiram’ın yolu bu denli ilerleyemezdi. Bugün bu topluluğun bu noktaya gelmesi istikamet üzere yaşanmışlığın bir meyvesidir. Tekrar etmekte fayda var; büyüklük ölçüsünü asla kalabalık belirlemez, belirleyici faktör nicelik değil niteliktir, aslolan kemmiyet değil keyfiyettir. Yani İslam'a uygunluk esastır.
- Seyyidim, Gavs-ı Sani Hazretleri genç yaşlarda hasta olduğu halde, Gavs Hazretleri o’nu hem medrese ilmi öğrenmek için Van’a gönderiyor, hem de orada tevbe vermesi için görevlendiriyor. Sizce “hastalık, ilim ve irşad” üçü bir arada nasıl yürütülür ki, bu mümkün mü?
- Elbette ki üçünü bir arada götürmesi sevdikleri iş olduğu içindir, hatta on tanesini de yürütebilirler. Düşünsenize bir insan sevdiği yemeğin beş çeşidini yiyebiliyor, ama hele bir gün hasta olmaya görsün o an mide bir tanesini bile kaldıramayabiliyor. Aynen öyle de bir insan, bir işi yapacağı zaman sevmesi ve inanması lazım ki iş görülsün. İşte Sadatların gönlü buram buram sevgi dolu olduğu içindir onlara meşakket zor gelmiyor. Nasıl zor gelsin ki, babam tâ genç yaşta iken kendisinde verem hastalığı nüksetmişti. Bu hastalığa rağmen asla gece namazlarından geri durmamıştır. Öyle ki onların hayatları ahlak olmuş, yani hastalık olsun sağlık olsun farketmez ahlak meleke haline gelmiş. Nitekim bu halleri hayat boyu sürer de.
Düşünsenize Seyyid Abdülbaki Hazretleri genç yaşta hapse de alınmış. Yanılmıyorsam bir ay civarında tutuklu kalmış. Dayım Seyyid Sıdkı bu durumdan haberdar olduğunda gözyaşlarını tutamayıp Gavs-ı Blivanisi Hazretlerine anlatmış. Tabii Gavs (k.s.) şöyle demiş:
- “Ağlama, bu bir Sadatlar’a mutabaattır. Bütün Sadatlar hapse girmiş, sürgün olmuş, hatta şehit edileni var. Oğlum bir ay hapse girmiş çok mu? Şükretmemiz gerekir.”
Belli ki, Allah dostları Allah Rasulüne varis zatlar oldukları için o çile mecbur biraz da ordan dağılmakta. Bakın Seyyid Taha Hazretleri Seyyid Abdullah (k.s.) için ne söylemiş:
-Seyyid Abdullah’ın bir yönünden şüpheye düştüm. Herkes o’nu seviyor, ama ortada muhalefet eden yok gibi.
Düşünebiliyormusunuz Sadatlardan istisna kabildende olsa muhalefetle başbaşa kalmayanlar olabiliyor. Böyle olunca da ister istemez merak konusu olabiliyor. Anlaşılan çile bu yolun aşkı, değim yerindeyse çile mutabaat olmuş. Çile çekmekle örnek oluyorlar. Yetmedi bize sabr-ı cemil oluyorlar. Niye derseniz gayet açık; Resulü Ekrem ümmeti uğruna çileyi göğüslemiş diye onlarda mutabaat yapıp imanımızı korumaya alıyorlar. Bir başka ifadeyle onlar ne kadar çile çekiyorsa bizde o oran da korunmaya alınıyoruz.
-Seyyidim, biraz da Gavz-ı Sani Hazretlerinin bel ağrılarından bahsedebilir misiniz?
-Bel ağrıları şiddetli derecede seyrediyordu. Hatta ameliyat olmadan önce çok hastaydı, kırk güne kadar yatakta kalmasına rağmen ameliyat olmak istemedi. Çok sıkıştırdık yine ameliyat olmadı. Bu ağrıların camiiye gidip gelmesine engel olmayacağını ve böyle de idare edebileceğini buyurdular bize. Fakat öyle bir zaman geldi ki artık ayakları zayıflamaya başlamıştı. Gerçekten tehlikeli noktaya gelmişti. Seyda Hazretleri o’nun yanına geldi, dedi ki:
“-Ameliyat ol, takdir-i ilahi neyse o olur.”
Seyyid Abdulbaki (k.s.) bu durum karşısında itiraz edemezdi, ama yine de:
“- Valla kurban ağrıdan değil de, bunun için...” demekten kendini alamadı. Aslında sıkılarak verdiği cevapla içinde ki o niyetini tam söyleyemedi. Dahası, camii ve ibadetinden olur endişesini dile getiremedi. Sonuçta Seyda Hazretlerinin telkininden kaçış olamazdı, ameliyat olurda.
Elhamdülillah, o her halükarda irşad faaliyetlerine ara vermeden devam etmesini bilen bir zattır. Hakeza ameliyattan sonrası ilerleyen günlerde bel ağrıları yine nüksettiğinde de ne bir şikayet, ne bir ah, ne de bir inilti işittik. Yani hiçbir siteme rastlamadık. Bırakın serzenişi hastalığını doktora söyleyeceği zaman bile utangaç halde dile getiriyordu. Hatta çoğu zaman doktorun neyin var sorusuna karşılık söylemeleri bizim zorlamamızla oluyordu.
Yanılmıyorsam Şeyh Muhyiddin Arabi Hz.leri bir gün hastalandığında o’na demişler ki :
“ -Doktora git...”
Cevaben demiş ki :
“ -Zaten doktor evimi yıkmış, ne doktoru. Rabbü’l Alemin takdir etmişse o olacaktır... ”
Tabii doktordan çare bulmak adetullahtandır, yani sünnettir. Muhyiddin Arabi Hazretlerrinin ne doktoru falan demesi aslında çare aramayı reddetmek anlamında değil. Kesinlikle hastalığını şikayete dönüştürmemek manasınadır. Gerek Seyda Hazretleri olsun gerek Seyyid Abdulbaki Hazretleri olsun bazen Menzil’den Afyon’a, İstanbul’a, Ankara’ya dinlenme ve tedavi maksatlı geliyor gibi görünseler de aslında bu bir bahanedir. Asıl gelmelerine sebep teşkil eden ana unsur irşad faaliyeti ve Ümmet-i Muhammed’in hidayetidir. Hakeza Seyda Hazretlerine mutabaat ve makamı içindir. Kaldı ki fakir insan çok, bu yüzden Menzil’e gelemiyorlar. İşte bu durumda gözönünde bulundurularak onların gelebilecekleri yakın bölgelerde bir müddet konaklayarak irşaddan istifade etmeleri sağlanıyor. Hatta bir yerden bir yere giderken yolculukta bile irşad hız kesmiyor, sanki seferilik onlar için istirahat demek. İnsanlar tevbe aldıkça kendilerini dinlenmiş hissediyorlar. Sağlıklarını riske atsalarda sevenlerle buluşmak adına bu seyahat onlar için ab-ı hayattır. Nasıl ki, en büyük azab iki sevmiyen insanı biraraya getirmekse, en büyük rahatlık da seven insanların bir arada olmasıdır. Zaten yapılan araştırmalar ve ilim adamlarının beyanları bunu teyid ediyor. Malum, Seyda Hazretlerinin Afyon’a romatizma ağrıları için geldiği söylenirdi hep. Zahiren baktığımızda doğru bir söz, ama uygulamaya baktığımızda nasıl tedavi olmaksa habire irşad faaliyeti yürütüyordu, şunu bir kere daha beyan edeyim ki; Sadatların ara sıra Menzil dışına çıkışları irşad faaliyetleri ve bizim kurtuluşumuz içindir.
- Gavs-ı Sani Hz.lerinin Seyda Hazretlerine beyatı nasıl oldu ?
- Seyyid Abdulbaki Hazretlerinin, Seyda Hazretlerine beyatı 21 gün sonra gerçekleşti. Tabii Gavs Hazretleri hakikaten çok değişik bir mürşiddi. Kasrik hep eşkıya ve soyguncuların cirit attığı bir mekandı. Olsun eşkiya da olsa Gavs Hazretlerini gören yanından ayrılmazdı. Hırsız olsa hırsızlığından dönüyordu. Gavs Hazretleri ve Seyda Hazretlerinin insanlar üzerinde o kadar etkisi büyük oldu ki eski yaşantılarına son verdiler. Ziyarete gelen insanlar Gavs’ın aile efradına da muhabbeti çok oldu. Babam çocuk yaşta olmasına rağmen nerdeyse Gavs kadar o’nuda çok seviyorlardı. Evet o yıllarda hem yaş itibariyle küçük, hem de hastaydı. Hasta haliyle bile Gavs Hazretlerinin o’na olan şefkatı, sofilerin ona olan muhabbeti hiç üzerinden eksilmedi. Bilhassa kendine has adab duruşuyla dikkat çekiyordu. Besbelli ki Gavs (k.s.)’ın şefkatı sadece hane-i saadet üzerinde değil yediden yetmişe herkes üzerinde sevgi iklimi oluşturmuştu.
Gavs Hazretleri vefat ettikten sonra tabii ki emaneti üstlenecek en büyük halef Seyda Hazretleri idi. Yanılmıyorsam Seyyid Abdulbaki Hazretleri yirmi bir güne kadar tevbe alıp intisap edememişti. Ama bize kendisi söyledi; kesinlikle bu halim Seyda Hazretlerine karşı herhangi bir itirazdan dolayı değildi. Ki; o sıralar ben 11-12 yaşlarında idim. Gavs Hazretleri zamanında yaşım çok küçüktü. Vefatı bizim aileye ağır gelmiş ve adeta şok olmuştuk. Bence o şokun etkisinden babamın intisabı geciktiğini düşünüyorum. Tabii bazı halifeler babamın bu tutumuna anlam veremeyip baskı yapmışlar, fakat o onlara aldırış etmeksizin hepsini reddetmiş. Hatta bazı halifeler Seyda Hazretlerine babamı şikayet etmişler bile. Seyyid Abdulbaki Hazretleri yine bu şikayetlere hiç aldırış etmeksizin, herşeyini bırakıp Gavs Hazretlerinin yattığı markadın kapısına yapışmıştı.
Tabii ki dünya çekemezliği ne kadar varsa, ahiretin de çekemezliği vardı. Bu hususta arasında hiç bir fark yok diyebiliriz, aynı ticaret gibidir. Seyyid Abdulbaki Hazretlerinin bu halini çekemiyenler oldu. Hatta bir gün Seyda Hazretlerinin yanında onun bu durumu hakkında Gavs (k.s.)’ın halifelerinden biri ileri geri laf ettiğinde dövmeye kalkışmış bile. Tabii intisap ettikten sonra bu tür olayları bize anlatmıştı. Derken yirmibirinci gün Seyda Hazretleri elinden tutmuş demişki:
“- Seyyid Abdulbaki otur.” İşte o oturuşta her ne oluyorsa, o an herşeyden vazgeçip Seyda Hazretlerine beyat ediyor. Hakeza hatırladığım kadarıyla bize ve anneme şöyle bir hatırlatma da bulunur, dedi ki:
“- Sizler gitmek istiyorsanız gidin.”
Biz tabii köydeki bazı olaylardan dolayı bir iki kere gitmek istedik, bunu bizatihi yaşadık. Babam bir kez daha hatırlatmada bulunup;
“- Şayet beni dinlerseniz gitmezseniz. Ama gidiyorsanız gidin, ben gelmiyorum, hiçbir yere ayrılmıyorum” diye kendisi ile mürşidi arasına girecek hiçbir perde kalmadığını beyan etti. Yine bazı olaylardan dolayı birgün babama dedim ki :
“- Kurban, Allah hakkı bilmez mi?”
Seyyid Abdulbaki Hazretleri cevaben :
“- Bak oğlum, Allah imanımızı, herşeyimizi bu zatın eline vermiştir. O’nun hakkı herşeyi onda bulmakla mümkün ve buna inanın” dedi.
Yani, babam imanına vesile olmayı mürşidden biliyordu. İşte bu duygular eşliğinde Seyda Hazretlerinin irşad yıllarında en büyük destekçisi Seyyid Abdulbaki Hazretleri olmuştur. Menzilde her ne iş her ne hizmet varsa en çok koşturan Abdulbaki Hazretleri oldu. Sonrası malum amele başlayınca bu seferde iki büklüm halde yap dedi yaptı, kalk dedi kalktı, otur dedi oturdu, işte böyle kemale erdi. Kelimenin tam anlamıyla sekiz şarttaki ölüm rabıtasında ölü yıkayıcısının elinde teslim olurcasına babam da mürşidinin huzurunda ölü ve cansız gibiydi. Bizim Seyyid Abdulbaki Hazretlerinin halifelik dönemlerinde zahiri gözle gördüğümüz adap hali buydu. Gerçekten de Gavs Hazretleri vefat ettikten sonra babamın Seyda Hazretlerine hem zahiren, hem de moralmen çok desteği oldu.
- Seyyidim, Nakşibendi Tarikatının mürşidleri arasında fark var mı?
- Nakşibendi Tarikatının mürşidleri olsun, sofileri olsun insan nefesleri kadar çok değişik meziyet ve meşrebleri vardır. Tabii bunları birbirine tercih etmek son derece yanlıştır. Yok efendim Şah-ı Nakşibendi mi daha büyük, yoksa şu mu daha büyük gibi sorularla meşgul olmak abesle iştigaldir. Kaldı ki bu tür kıyaslar bizim haddimize mi düşmüş.
Bakın, sanatkâr yaptığı işten belli olur. Tabii ki, sanatkâr sanatkârı yetiştirmek için vardır. Zaten günü geldiğinde o sanatkâr kendini bir çok alametiyle belli eder de. Netice de hepsi Resulüllah Efendimizin (s.a.v) büyüklüğüdür. Allah dostları Resulüllah'ın (s.a.v.) bahçelerinden yetişen güllerdir. Hepsi o bahçeden yetişiyorlar. Burda esas olan hangi bahçıvan bahçeyi daha iyi bakıyorsa, işte o en güzeli, ve en büyüğü olabiliyor. Hepsi büyük ama, büyüklük tecrübeyle sabittir. Onlara düşen tecrübeye tecrübe katmaktır. Daha doğrusu bir mürşidde mevcut bulunan tecrübenin mürşide aktarıldığında, ya da bir sonraki mürşidin tecrübesine tecrübe ilave edildiğinden dolayıdır ki, bizlerin gözüne sanki daha büyükmüş gibi gözükür, oysa hepsi dediğim gibi aynıdır. Yani bu büyüktür, şu küçüktür diye kıyasta bulunmak yanlıştır. Önemli olan bu irşad faaliyetinin yürütülüyor olması ve irşadın kıyamete dek sürdürebilirliğidir.
- Seyyidim, irşad sürecine baktığımızda, Gavs Hazretleri zamanında tek tek tevbe veriliyordu. Seyda Hazretleri zamanında 10-15 kişiye tevbe ve Gavs-ı Sani Hazretleri döneminde ise hiç de alışık olmadığımız irşad metodu dikkatimizi çekiyor. Bu durumu izah edebilir misiniz?
-Bazı şeyhler Seyda Hazretlerinin sağlığında 10-15 kişiye bir anda tevbe vermesine itirazda bulunmuşlar. Neymiş tek tek tövbe verme yerine 10-15 kişiye aynı anda tevbe veriyormuş. Bugün de Seyyid Abdulbaki Hazretlerinin bir başka yöntemle 200 ila 300 arası insana bir anda tevbe verdiğini görselerdi kimbilir neler diyeceklerdi. Aslında bu olup bitenlere şaşmamak gerekir. Sadatların mevcut şartlara göre bazı imkânları faaliyete geçirmesini doğru anlamak gerekir. Seyyid Abdulbaki Hazretlerinin şeritle vermesi hakikaten bir imkandan kaynaklanan bir husustur. Gerçi ben Afyon’da değildim ama, duyduğum kadarıyla orası artık biriken kalabalığı kaldıracak güçte değilmiş. Onun için araştırdık, inceledik Sadatlardan şeritle (uzun bez iplikler-sarığa benzer şerit) biat vermiş olanı var. Yanılmıyorsam Abdullah Dehlevi Hazretleri’nin halifelerinden biri böyle tevbe vermiş. O yazılardan derledik, topladık Afyon’a gönderdik. Hatta sorduk şerit’e kaç kişi alabilir diye, 75-100 kişi arasında olabilir dediler. Nasıl ki, Seyda Hazretlerinin 10-15 kişiye bir arada tevbe vermesine itiraz edenler olmuşsa, o gün de Abdullah Dehlevi Hazretlerinin bir halifesinin şeritle tövbe vermesine itiraz etmişler. Anlaşılan o ki şeritle inabe günümüzde Nakşibendi tarikatının ikinci meyvesi diyebileceğimiz bir uygulamadır.
Dikkat ederseniz Gavs Hazretleri Menzil’in ismini Buhara koymuş. Neredeyse hayati boyunca geçirdiği onca hicret hayatından sonra Menzil’e konakladığında buranın ismini Buhara koymuştur. Ancak bazı itirazlar olmuş, yani o günün konjonktürü müsait olmayışından dolayı o isim pek kullanılmadı, ama Menzil’in asıl adı dediğim gibi Buhara’dır.
İşte Şah-ı Nakşibendi’nin Kasr-ı Arifanı neyse şimdi ki Buhara’da odur. Bence Buhara Nakşibendi tarikatının ikinci gür seda alev alışıdır. Dahası Buhara Resulü Ekrem Efendimiz’den bu tarihe kadar yapılan irşadın tekrar yeşermeye başladığı mekânın adıdır. Bu yüzden Menzilin Buhara ismiyle müsemma olması gayet tabiidir. Zira Sadatların büyüklüklerinden bu ismi almış durumda.
- Seyyidim, Gavs-ı Sani Hazretlerinin Türk Cumhuriyetlerine ve Orta Asya’ya olan ziyaretinden bahsedebilir misiniz?
- Şahsi kanatim odur ki, Türk Cumhuriyetlerine yapılan seferde tüm orda medfun olmuş Sadatlarla görüştü. Hiç kuşkusuz her karış toprağında Sadatlara ait her ne iz varsa bunu hissetik, hatta bir keresinde şahit olduğum hadiseyi anlatayım size. Bir gün Abdulhalık-ıl Gücdevani Hazretlerinin türbesindeydik. Türbenin etrafında bir tur dönerken, meğer farkında olmadan sırtım o an markada gelmiş, nasıl gelmiş doğrusu ben de bilmiyorum. Babam derhal beni yanına çağırdı, dedi ki:
“Sırtını markada dönme."
Bu halimi düzeltmeye çalışırken, bu kez sırtım Seyyid Abdulbaki Hazretlerine doğru gelmiş oldu. Herneyse ben anladım ki, kesinlikle orada onların hepsiyle buluştular. Bazı şeyler var ki sözle kalemle, kitapla anlatılacak gibi değil. Nasıl ki, suyun tadı nasıldır sorusuna cevap verilemiyor, ancak içince anlıyorsak, gerçekten de orda bazı yaşanan hadiseler söylenilmiyor, yaşamak lazım. Oraya gidenlerin hangisine sorarsanız sorun, bence bu cevabı verirler. Yani o yaşadıklarımız kesinlikle kelimelere sığmaz ve ifade edilemez de. Öyle ki, Abdulhalık Gücdevani Hazretlerinin markadında benim içimde acaip bir sıkıntı vardı. Etrafta insanlar hep mahsun bir halde ağlıyorlardı. Kendim de ise acaip bir tutkunluk vardı. Hatta bir başka gün ise Şah-ı Nakşibendi (k.s.)’ın türbesine gittik, oraya vardığımızda geceydi. Yine aynı acaip haller burada da devam etti. Tabii rabıtadayız, bir an gözümü açtığımda bir baktım, Seyyid Fevzeddin’in başı Seyyid Abdulbaki Hazretlerinin iki elinin arasında, sanki onu havaya kaldırırmış gibi gördüm. Daha ben Fatihayı şerife duasını duymadan gözümü tekrar kapattım, bir baktım bu sefer ellerinin arasında ben varım. Gerek Seyyid Fevzeddin’in, gerekse şahsımın sakal koyuşu bu topraklarda Seyyid Abdulbaki Hazretlerinin elleri arasında gerçekleşti. Gerçekten çok değişik bir haldi, anlatılamaz, zaten anlatamayız da. Ordaki insanlara da sorsanız hepsinde bir haller oldu ama dille ifadesi zor olduğundan yaşayan yaşadığı ile kaldı. Öyle ki Seyyid Fevzeddin şaşkın halde dedi ki:
“Ben Şah-ı Nakşibendi Türbesine kadar, kesinlikle sakal koymak gibi düşünce kalbimde yoktu. Her ne olduysa orda oldu.”
Hakikaten orda çok değişik haller oldu, benim sakalım da orda bırakıldı. Sanki fırtınadan önceki bir sessizlik vardı. Tabii bu mesele biraz değişik, bir o kadar da derin, belki müsadesi yok, ancak bu kadarını söyleyebildik.
- Peki, Türk Cumhuriyetlerinde insanlar Gavs-ı Sani Hazretlerini nasıl karşıladılar?
- Ordaki insanlar Sadatları görünce, sanki babaları kaybolmuş, bekledikleri bir baba gelmiş gibi karşıladılar. Kesinlikle ne biz, ne de ordaki insanlar birbirimize yabancılık çekmedik. Zaten müminler kardeştir buyruğunun tatbikini kendi mecrasında öz kardeş gibi kaynaşarak yaşadık. Çünkü orası atayurdumuz. Bu yüzden öz kardeşiz. Yetmiş senedir aramızda bağ kalmadığı halde, sanki bir saniyelik bir bağ kaybolmuş gibi hissettik. Kaldı ki onlar da sofidirler ve Nakşibendi Tarikatına mensuplar ama, tabii ilim olmadığı için hep kulaktan duymayla adaplarını muhafaza edebilmişler, yapabildikleri kadar yapmaya çalışmışlar.
Bir gece bir yerde misafir kaldık. O insanlar gece kalktılar, sabaha kadar sevgi ve muhabbetten uyuyamadılar. Hatta o gece koyun kestiler, yemek yaptılar, sabah namazından sonra yeyip içtikten sonra bizi yolcu ettiler. Hele o ayrılık vakti varya, kayda değer bir hadiseydi, bizi göz yaşları içerisinde uğurladılar, hatta çoluk çocuk hepsi ağladılar. Kelimenin tam anlamıyla mükemmel bir misafirperverlik örneği sergilediler, unutamayacağımız çok değişik haller yaşadık.
-Seyyidim, Türk Cumhuriyetlerinin ziyaretinin akabinde Menzil’deki Markad’ın yapısı Türk mimari tarzına dönüştürüldü, bizi bu konuda aydınlatır mısınız?
- Onu biz de hissettik. Zaten o seyahatten sonra peşpeşe kararlar gelmeye başladı. Gerçekten de o ziyaretin akabinde camii olsun, markad olsun yoğun bir inşaat faaliyeti başladı. Tabii bu bizim zahiri gördüklerimiz, zahiri yorumumuz ve manevi kısmını bilmiyoruz. Zahiren baktığımızda Kasr-i Arifan Menzil’e, Menzil'de Kasr-i Arifan'a dönüşmüş durumda.
Malum, Gavs Hazretlerinin zamanında yapılan camii, Seyda Hazretleri döneminde iki misli büyütüldü. Görüyorsunuz inşaa faaliyetleri sürekli katlamalı gidiyor. Gerçi bunlar ölçü değil. Bu tür katlamalı imar faaliyetlerine bakarak onların büyüklüklerinden bahsetmek nefsimizin hoşuna gidiyor ama bunlar zahiri faaliyetlerdir. Yine birkez söylemekte fayda var, kendi kendimizi tatmin ediyoruz. Oysa Seyda Hazretlerinin vefatı sofiler için en büyük nasihattır. İnşallah hepimiz onların bıraktığı manevi miraslardan en güzel tarzda yararlanırız.
- Seyyidim, Seyda Hazretlerinin bıraktığı camii tamamen yıkılarak yerine daha büyük kapasitede camii inşa edilirken, sadece Seyda Hazretlerinden hatıra kalan minareye dokunulmayıp muhafazaya alındı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Seyda Hazretlerini bize hatırlatması gereken sadece minare olmamalıdır. Bakın Seyyid Abdulbaki Hazretleri bana bir tesbih vermişti. Üstelik bu tesbihle Hazret Muhammed Diyauddin (k.s) vird çekmiş bile. Sözkonusu tesbih Hazretin dedesine verilmiş. Şeyh Abdurrahman-i Tahi’den de babama geçmiş ve babamda bana verdi. Neyse, Umreye gittiğimizde o tesbih, nasıl olduysa Mekke’de kayboldu. Sürekli taşıdığım tesbihi kaybedince çok üzüldüm. Hatta beni o ara endişe sardı. Tarikattan tard edilirim endişesidir bu. Öyle ki korku ile üzüntüyü bir arada yaşıyordum. İçimi dökmem gerekiyordu, hemen içimde yaşadığım tufanı dayanamadım Dayıma söyledim:
“ - Vallahi tesbihi kaybettim, ben mahvoldum. En iyisi burda bizi affederse affeder. Kâbe’nin yanında işi bitirelim.”
Dayım Seyyid Abdulbaki Hazretlerine durum vaziyeti anlatınca, babam bana doğru dönüp tebessümle yanına çağırdı. Dedi ki :
“ - Bak dedi, bunlar dünya malıdır, fanidir. Bunlarla kafanı meşgul ederek zaman kaybetmeye değmez. Maksat o tesbihi Allah’a götürmektir. Nihayetinde onun hammaddesi bir ağaçtır. Onun manevi bir yadigar yönü var ama, gaye değildir. Tesbih, Allah’a ulaşmada bir vasıtadır.”
Şimdi bunu ne diye anlatıyorsunuz diyebilirsiniz, çünkü diyorsun ki bize sadece minareyi bıraktılar, ya da Gavs Hazretlerinin mihrabını, Seyda Hazretleri markadını bıraktı. Oysa bunlar bizim açımızdan nefsimizi tatmin etmekten öte bir anlam ifade etmez, onlar açısından sadece hediyeleri kalsın diyedir. İlla da hediyeden bahsedeceksek sonuçta ister Gavs Hazretleri olsun, ister Seyda Hazretleri olsun onların en büyük eserleri, işte bu cemiyet, bu hatmeler, bu irşad faaliyetleridir. Hatırlamaksa biz bunlarla sadatları hatırlamamız lazım. Bir minareyle, bir mihrabla hatırlarsak çok yanlış yapmış oluruz. Kaldı ki zahirde görülen tüm eserler fani, geçicidir. Kalıcı eserler belli; salih ameller, hatmeler, vird’ler ve irşad faaliyetleridir. Bence aslolan Gavs Hazretlerini, Seyda Hazretlerini ve bütün sadatları hatmede ve vird’lerde hatırlamak esastır. Bu tür amellerde hatırladığımız zaman asıl kalıcı beraberlik o zaman olur. Eğer bir minareyle, bir mihrabla, bir camii ile hatırlarsak, tüm bunlar bizi en fazla elli sene oyalar. Hatıranın kıyamete uzananı güzeldir. Bugün Şah-ı Nakşibendi'nin (k.s.) neyi kalmış ki? Gittik o Sadatların markadlarını gördük, iyi hoşta, biz onların markadına gitmeden de hatırlayabiliriz pekala. Nasıl mı? Günlük hatmelerimizi yaparak, günlük virdlerimizi çekerek elbet. Onun için yapacağımız amellerle hatırlamak en güzeli. Zahiri görüntülerle yol alınmaz. Bunu ısrarla söylemekten maksadım, gerçekten de ihtiyaç hissettiğimden dolayıdır, şayet bunları kitap haline getirip yazılırsa bazı insanlar kendinden bir örnek çıkaracağını düşünüyorum.
Camii inşa faaliyetleri hususunda itirazlar oldu elbet, ama işin özünü kaçırmamak gerekir. Sanki, Seyda Hazretlerinin temeli ile Gavs Hazretlerinin temeli aynı değilmiş gibi habire hatıralara takılıyoruz hep. Bence camiin temelleri daha da büyütüldü. Hatta Seyda Hazretleri vefat ettiğinde Seyyid Abdulbaki Hazretleri hepimizi topladı ve bütün aileye dedi ki :
“- Seyda Hazretlerinin temellerini bu şekilde bırakmıyacağız. Daha çok büyütmek zorundayız. Onun için bana yardımcı olacaksınız...”
Derken büyük bir kararlılıkla temeller her yönüyle çok büyütüldü. Buna katkıda bulunmamız lazım, kendimiz için tabii.
Hz. İbrahim'i (a.s.) ateşe attıkları zaman kelerin
(kertenkele) iki çeşidi var; birisi su döktü, diğeri de üfürdü. Hz. İbrahim (a.s.) o su dökene dedi ki :
“- O ateş koca dağ gibi, senin o damlacık suyun neye yarar ki? Fakat ben senin dostun olduğunu bileyim.”
Öbür üfürene de
(yaklaşık 300 kertenkele türünden en ağulusu olan) dedi ki ;
“- Ya zaten ateş dağ gibi üfürsen ne olur ki? Ben de senin düşmanın oldum.”
Bu misalden hareketle bizim burda katkımız şu olacak :
Bu yolun kıymetini bilelim ve ölesiye sevelim.
Bu yolu seviyoruz, bu yolun kıymetini biliyoruz diyebilmeyi murad ederler. Bizim katkımız başka daha ne olabilir ki?
Anlaşılan minareye takılmamamız lazım gelir. Hatta Seyda Hazretlerinin şahsına da takılmamak gerekir. Bunlar istedikleri şeyler değil. Fakat üzerine titredikleri ehli sünnet yoluna, İslami adaplarına takılmamız lazım gelir. Çünkü, Sevgilinin sevgilisi sevgilidir. Bu yüzden Sadatların sevdiği şey bize sevgili olmalıdır. Şayet seviyorsak sevgilisini de sevmemiz lazım gelir. Sadece o’nu sevmekle bu iş bitmez. Mutlak sevgiliye giden yolu sevmemiz lazım ki saplantılardan kurtulabilelim.
Bize bırakılan gerçek miras takip ettikleri yollarıdır. Madem öyle onların yollarına râm olmak gerek. Hakiki manada manevi mirasa sahip çıkmalı, bilhassa adaplara sıkı sıkıya riayet etmek şart. Bütün bu temel kaideler hepimiz için musavidir. Tabii ki ilk müracaat edeceğimiz kapı Kur’an ve sünnet-i seniyyedir, ondan sonrası ise adaptır. Gavs Hz.lerini ve Seyda Hz.lerini seveceksen şahsı için değil, yolu için seveceksin. Seyyid Abdulbaki Hz.lerini seveceksen, o yola götüreceği için, seni maksadına ulaştıracağı için seveceksin. Ki; o zaman hakikatı bulabilesin. Her ne ararsanız mürşidinizin manevi güzelliğinde arayın. Yeter ki aramaktan imtina etmeyin. Keramettir, şudur, budur vs. bunlarla oyalanmayın. Bırakın bu tür şeyleri uçuk kaçıklar yapsın, bu onların problemi. Bizim kesinlikle peşine düşmemiz gereken şeyler değil.. Hepimiz bu zatların evladıyız. Evet biz zahirde evladıyız, ama, esas olan maneviyatta da evlat olup sırat-ı müstakim üzere yaşamaktır. Şunu iyi biliniz ki, Sadatların gerçek evlatları sırat-ı müstakim üzere yaşayanlardır.
Madem ki, sonuçta hepimiz onların manevi evladıyız, o halde ne duruyoruz miraslarına sahip çıkmak zamanıdır. Onların mirasları demin de söylediğimiz gibi istikamet üzere yaşamaktır.
- Seyyidim, Gavs-ı Sani Hazretlerini Türk Cumhuriyetlerinde Sadatları ziyareti ardından Umre yolculuğuna çıkmasını nasıl izah edebilirsiniz?
- Şunu öncelikle belirteyim ki Umre’nin ilki farzdır. Keza öyle Hac ibadetide olup ilki farz olup, diğerleri sünnettir.
Hiç kuşkusuz bu umre ziyaretide, Türk Cumhuriyetlerine gittiğimizde Sadatların mekanlarını ziyarette ki niyet edilen gayeden ayrı değildi. Bence yükünü hafifletmek ve bu yürüyüşü teyid etmek içindi. Ve edildi de. Şahsi kanaatim odur ki, hem Resulüllah’ın Ravza Mutahharasında olsun, hem Türk Cumhuriyetlerinde medfun yatan Sadatların markadında olsun bazı anlatamayacağım durumlar teyid edildi ve her tarafta kabul gördü de.
Bu zatları kerametleriyle anmak hoş karşılanmaz ve çok abestir. Her ne hikmetse insanoğlunun bazı olağan üstü hallere karşı zaafıyetinden olsa gerek tatmin olma yolunu tercih ediyor. Oysa aslolan İslam ve adaptır. Bakın orda birgün benim gördüğüm bir olay oldu. Teravihleri kılıyorduk. Rükn-i Yemani ile Hz. İsmail hücresi tarafından Seyyid Abdulbaki Hazretlerinin tam arkasındaydım. İnanın, babamı Kâbe kadar büyük gördüm. Büyüdü, büyüdü, öyle büyüdü ki akıl sır erdirmek mümkün değil. Ve orda ertesi gün hatır almaya gittik, orada yine benim içimde aynı patlama oldu. Daha fazla anlatmam zor, bundan ötesini bilmiyorum, sadece bu bir yürüyüşün teyidi diyebilirim. Gerek Kâbe’de, gerekse Ravza’da tıpkı Buhara’da ne olup bittiğini çözemediğimiz duygu fırtınası yaşadık. Öyle bazı hissedilen ve yaşanılan haller var ki gerçekten izahatı çok zor. Sadece bizim bilmemiz gereken bir şey var ki; İslama ve âdâba çok önem verdikleridir. İşte büyüklükse, İslam ve adab, bu yetmez mi. Zaten buna önem vermeleri bizim için büyüklüklerinin göstergesi oluyor da.
- Seyyidim, Seyda Hazretleri döneminde sanki muhabbet daha ağırlıkta görülüyordu. Bu dönem için ne buyurursunuz?
- Siz Seyda Hazretleri dönemini görmüşsünüz, hele birde Gavs Hazretleri zamanını görseydiniz muhabbet neymiş şaşardınız, zira muhabbet o dönem daha da zirvedeydi. Şimdi artık yeni bir döneme girmiş durumdayız. Bu dönemde emeklemeyi bitirmiş olmamız gerekir. Gerçekten de Gavs-ı Sani dönemiyle birlikte memeği emzik ve sütle oyalanma terkedilip hizmet ağırlıklı bir döneme girdik. Bu irşat döneminde daha çok ilim, akıl, fikir ve zikir ön plandadır. Sırf muhabbetle nereye kadar gidilebilir ki? Bu yolda devamlılık esastır, ama ilimle, akılla ve zikirle gittiğin zaman bu ebedül ebed olur. Seyyid Abdulbaki Hazretleri, şimdi bunu kısa zamanda vermeye başladı bile. Zaten hal ve tavırlarıyla bunun belli edip bizlere İslamiyet üzerine yaşayın, yeter artık o kadar keyf yaptınız, şimdi çalışma zamanıdır diyor adeta. Malum, muhabbetten maksat da bunların hasıl olmasıdır. Demek ki, bunun zamanı gelmiş ki, gerek ilim olsun, gerek zikir olsun, gerek hizmet olsun, gerekse adap olsun herbirinin üzerinde çok duruluyor. Tabii ki daha önceki sadatlarda gerekeni yaptılar, o gün için muhabbet daha ağırlıklı olması gerekiyormuş ki o yapılmış. Bizim hastalığımıza göre o şartlarda öyle tedavi veriliyormuş. Bugün demek ki ilaç buymuş. Madem öyle, niye o eski muhabbetler yoktur dediğimizde, derhal bir mazarete sığınmaya başvurmaktan ziyade eksikliği kendimizde ararsak daha iyi olur. Acaba hep o eski muhabbetle mi yürümemiz lazım? Sırf muhabbetle vuslata ulaşmak zor, artık olgunlaşma dönemindeyiz. Çünkü, olgunlaşmaya ihtiyacımız var. Gün bugündür, bugün hizmet ağırlıklı çalışmak günüdür.
- Seyyidim, Gavs-ı Sani Hazretleri ilim hayatını nasıl bitirdi ?
- Gavs Hazretlerinden okudu. Değişik yerlerde okudu. Molla Dervişin yanında da okudu.
- Seyyidim, Gavs-ı Sani Hazretleri hiç sohbet ediyor mu?
- Bazen münakaşa ve anlaşmazlık çıktığı durumlarda sohbet ediyor. Sohbeti ağırlıklı olarak ehli sünnet yolu üzerinedir. Sofilere yönelik genellikle vermek istediği mesaj şudur:
“Bizi her yerde bulamayabilirsiniz. Fakat öyle elinize bir ölçü alınız ki nerde olursa olsun, aldığınız şey İslam ve âdâp olsun.. Çünkü İslam bu yaptığınızın zırhı ve ihatasıdır. Adap ise onun devamını sağlıyor.”
Her ne şartta olursak olalım, en ufak âdâbsızlığı dağlar kadar gözümüzde büyütmemiz icab eder. Kaldı ki gözünüzde büyütmediğiniz hafife aldığınız o âdâbsızlık sonuçta siyah nokta olarak karşınıza çıkabiliyor. Nakşibendi tarikatı asla siyah leke kabul etmez. Bu yol Rasulullahtan bugüne ak ve pak olarak gelmiş. Düşünsenize o siyah nokta bir an beyaz perde üzerinde olduğunu varsayalım, beyaz perdeye bakan bir insan o an beyazlığı görmeyecektir, gözü direk o siyah noktaya ilişiceği muhakkak. Dolayısıyla siz siz olun kalbinizi lekelemeyin, leke bulaşmaya dursun ister istemez zikre ve irşat hayatına mani olabiliyor. Birisine bu yolun güzelliklerini anlatmaya kalkışsan ya da hidayetine vesile olmaya çalışacaksan olamıyorsun, niye? Besbelli ki en ufak âdâbsızlık yapmaya çalıştığımız salih amele engel olabiliyor. Hatta namazları gece gündüz kılsak da âdâb yoksa hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Çünkü o kılınan namazın ne feyzi, ne de bereketi olur.
Seyyid Abdulbaki Hazretleri sadece adab üzerinde durmuyor, aynı zamanda niyet üzerinde de çok duruyor ve şöyle buyuruyor:
“ Niyetinizi sürekli Allah için kontrol ediniz.”
- Seyyidim, en son ne tavsiye edersiniz?
- En son Seyda’mızın tavsiye ettiği ehlisünnet yolunu ve tasavvufu tavsiye ederiz. Allah’a kavuşmak istiyorsak, Gavs Hazretlerinin söylediği gibi nefsin tepesine basmak gerekir. Ümmet-i Muhammed’in birlik ve beraberliğini sağlamaya çalışmak görevimiz olmalı. Fitneleri bertaraf etmemiz gerekir. Resulüllah’ı, Gavs-ı Bilvanisi’yi ve Seyda Hazretlerini seviyorsak bu zat’ın izinden gitmemiz lazım gelir. Çünkü Seyyid Abdulbaki Hazretleri onların yollarını idame etmek için vardır. Dolayısıyla yardımcı olmamız gerekiyor. Tabii burada yardımcı olmak derken, kendi amel ve davranışlarımıza dikkat etmemiz gerektiğini kast ediyorum. Zahiri yardım değil elbet. Velhasıl; İslam diyor ve tavsiye ediyoruz.