Yunus ne güzel ifade etmiş şeriat ve tarikatı:
''Şeriat, tarikat yoldur varana
Hakikat meyvesi andan içeri''
İşte Yunus'un deyişlerinden de anlaşıldığı üzere tarikat bir yoldur. Öyle ki; Allah'a ulaştıran bir yoldur. Ancak Allah'a ulaşmada gerek şeriat olsun gerekse tarikat olsun gaye değil sadece vasıtadır. Şayet vasıtalar gayeleştirilirse Allah'a ulaşmak bir yana küfre düşme tehlikesi söz konusudur.
Bakınız, Allah Resulü (s.a.v.) İslam nedir sorusuna ne buyurmuş:
-Namaz, Oruç, Zekât, Hac ve Kelimeyi şehadet'' diye beyan buyurmuştur. İman nedir sualine ise:
-Allah’a, Meleklere, Kitaplara, Peygamberlere, Ahrete ve Kadere (Hayır ve şerrin Allah'tan geldiğine inanmak) iman etmek'' diye beyan buyurmuşlardır. Yine
Peygamberimiz (s.a.v)’e ihsan nedir diye sual edildiğinde de:
- Allah’ı görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Zira her ne kadar sen O'nu görmesen de, O seni muhakkak görür'' beyan buyurarak tasavvufa işaret etmiştir.
Anlaşılan o ki, tasavvuf ihsan demektir.
Tekrar sual edildiğinde;
-Ya Resulullah madem öyle bize birazda kıyametten bahset.
Allah Resulü (s.a.v.):
-Bu meselede sorulan, sorandan daha âlim değil diye cevap verir.
Keza bu kez:
-O halde kıyamet alametleri nelerdir diye sual tevdi edildiğinde ise;
Allah Resulü (s.a.v.):
-Cariyenin kendi sahibesini doğurması, yalın ayak, çıplak ve yoksul koyun çobanlarının bina yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir diye karşılık verir.
Derken sualleri soran gittikten sonra, Allah Resulü yanında duran sahabeden Ömer İbnu'l Hattab'a dönerek:
-Ya Ömer! O sual soranın kim olduğunu biliyor musun?
Hz. Ömer (r.a):
-Allah ve Resulü bilir der.
Allah Resulü bunun üzerine tebessümle:
-O Cibril’dir. Size dininizi öğretmeye gelmiş buyurdular.
İşte yukarıda karşılıklı soru cevap ilişkisinden çıkaracağımız ders şudur ki: her şey ''İman-İslâm-ihsan'' gerçeğinde gizlidir.
Bir insan düşünün ki, şayet o insanda iman ve İslâm olur da, ihsan olmazsa bu üçlü sacayağının eksik kalacağı muhakkak. Nitekim İhsan sacayağının gereği olarak öyle Allah'a ibadet edeceksin ki; O'nu görür gibi ibadet edebilesin. Ki; bu hal binlerce insandan belki bir kişiye nasip olacak bir durumdur.
Peki ya İslam ve iman? Malum, İslam itaat ve ibadet kapsamında değer kazanırken, iman ise hem nur hem de kuvvet kaynağı olarak değer kazanacaktır.
Evet, Allah'a görür gibi amel etmek tasavvufi hayatın ta kendisidir. Kelimenin tam anlamıyla; İslam-İman-İhsan üçlü sacayağı Allah'a ulaşmak için sıçrama vasıtalarıdır. Zaten Cümle meşayih İslam, İman ve İhsan ölçüsünce hareket etmişlerdir. Bilhassa tarikattan maksat ise Allah’ın rızasını kazanmak ve O'na vasıl olmaktan başka bir şey değildir. Zira Hünkâr Hacı Bektaşi Veli'nin işaret ettiği, yani Allah'a (c.c.) vasıl olmada dört kapı sırasıyla şudur:
- Şeriat
- Tarikat
- Marifet
- Hakikat’tir.
Anlaşılan odur ki; bu söz konusu mertebeleri aşmadan Allah Resulü'nün (s.a.v.) tarif ettiği ihsan (tasavvuf) mertebesini idrak etmek mümkün gözükmüyor. Onun için Allah dostları tasavvuf ilminin kal (söz) ilmi olmayıp hal (yaşayarak idrak edebilecek) ilmi olduğunu beyan buyurmuşlardır. Madem öyle, şimdi tam da tarikat hakkında hükmümüzü Allah'ı görür gibi ibadet etmenin adıdır dersek yeridir. Ki, bunu ancak yaşayan bilir, yaşamayansa sadece kabuğu ile oyalamaktır deriz. Nitekim bu durumu örneklendirdiğimizde tıpkı balı tadanla tatmayan arasındaki fark gibi bir gerçekle yüzleşiriz.
Peki ya Şeriat? Malumunuz Şeriat'ın lügat manası dinin zahiri (çıplak) manasını bünyesinde taşıyan kurallar manzumesi olup bu bir anlamda İslam'ın zahiri hükmü manasına gelen bir kavramdır. Yani şeriat daha çok zahire hükmetmektedir. Böylece bu tanımlardan hareketle dinin zahiri uygulama yönünü idrak etmiş oluruz. Ancak dinimizin zahiri veçhesini kavrayabilmek için İslami ilimleri tahsil etmemiz de gerekiyor. Çünkü İslam’ın on iki ilim başlık altında incelenen tüm dallar şeriatın zahiri veçhesini oluşturmaktadır. Misal mi? İşte tefsir, kıraat, hadis, fıkıh, kelam, mantık, siyer, sarf, nahiv, belagat ve mezhepler tarihi gibi bir dizi ilimler şeriatın zahiri yönünü ortaya koyan tipik göstergeleridir zaten.
Anlaşılan o ki; Hakk'a giden yolda şeriat, tarikat, marifet ve hakikat basamaklarını ‘İslam-İman-ihlâs’ üçlü eksenine göre yaşadıkça aşılabiliyor. Her ulvi basamağı aşmak için de:
- İlmel yakin (Zahiri ilimler)
- Aynel yakin (Gözleme dayalı ilim)
- Hakkel yakin (Bizatihi hissedilen ve yaşanılan ilim) basamakların bir bir geçmek gerekiyor. Mesela elmayı tarif etmek ilmel yakindir, elmayı gözlemlemek aynel yakin, elmayı bizatihi ısırıp tadına varmak ise hakkel yakin halidir. Derken bütün bu mertebeler İslam’ın ışığında yerli yerine oturur da. Zira Kur'an'ı Muciz'ül Beyan ve Sünnet-i Seniye İslam'ın en temel iki kaynağıdır. Zaten kaynağını Kur'an ve hadisten almayan her oluşum yıkılmaya mahkûmdur. Nitekim Hazreti Mevlana’nın; ''Bir ayağımız sımsıkı şeriatta, bir ayağımızla dolaşırız yetmiş iki milleti pergel gibi'' diye buyurması bu gerçeğe işarettir. Hiç kuşkusuz her şeyin başında şeriat vardır. Şayet tüm bu kavramları bir arada düşündüğümüzde şeriat İslam’ın dış gözü, tarikat ise iç gözü mesabesindedir. Dış ve iç gözün birleşmesiyle de marifet doğar. Marifet meyvesinin kemale ermesi sonucunda da Hakikat zuhur eder. İşte bundan dolayıdır ki, Arif Sehreverdi ve Bayezîd-ı Bistâmî (k.s) gibi büyük zatlar; “Kim şeriatı tutup tarikatı bırakırsa fasık, kim de tarikatı tutup şeriatı bırakırsa zındıktır” buyurmuşlardır. Malum İmam-ı Rabbani (k.s.)’de kendi döneminde yaşanan şeriat ve tarikat tartışmalarına açıklık getirerek her iki kavramın etle tırnak misali birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini, bilakis iç ve dış yüzün bir bütün olduğunu beyan etmişlerdir. Böylece kendi döneminde getirdiği bu müthiş açıklamalarla tarikat ve şeriat çekişmelerine son vermiştir. Ki; İmam-ı Rabbani Hz.leri iki bin yılının (Hicri ikinci binin) müceddidi bir âlimdir. Besbelli ki kendisine Müceddid-i El Fisâni denmesi boşa değilmiş. Kaldı ki, O aynı zamanda dine sokulmaya çalışılan bidatlara geçit vermeyen zatta.
Şu bir gerçek; ehlisünnet yolundan ilerleyen Tarikat-ı Âliyyeler ilhamını Kur'an ve sünnetten almaktalar. Kur'an ışığında en mükemmel yaşayış örneğini hiç kuşkusuz Allah Resulü göstermiştir. O'nun hayat tarzı Kur'an ahlakıydı. Bundan hareketle Şah-ı Nakşibend (k.s.)'e:
-Sizin tarikatınız nedir '' diye sorduklarında cevaben:
-Bizim yolumuz edeptir'' buyurmuşlardır.
Bir daha sorduklarında ise:
-Sünnetleri ihya etmek ve bid'atlardan kaçınmaktır cevabını vermişlerdir. Hatta bu veciz sözlere ilaveten;
''Her kim ki bunu işler bizim tarikimizdendir'' diye buyurur da (Bkz. Edeble Varış, Lütufla Dönüş. İsmail Çetin. S. 72).
Şu da var ki; Allah Resulü (s.a.v.), Allah'ı görür gibi ibadet etme tatbikatını (İhsan-tasavvuf) başta Hz. Ebu Bekir-i Sıddık (r.a) olmak üzere sırasıyla Hz. Öme (r.a), Hz. Osman (r.a) ve Hz. Ali (k.v)’in meşreblerine uygun tatbikini öğretmişte. Dolayısıyla bu manada en büyük kılavuz (rehber-mürşid) Peygamberimiz (s.a.v.) olmuştur. Hz. Ebu Bekir (r.a) meşrebi icabı, Allah'a ulaşmada hafi (gizli) zikri esas almıştır. Bu nedenle gizli zikri tatbik eden tarikatlar Hz. Ebu Bekir-i Sıddık (r.a.)’ı örnek almışlardır. Hz. Ali (k.v)’de ise coşkunluk mizacı ağır bastığı içindir Allah Resulü ona da cehri (sesli) zikri telkin edip bu yönde terbiye etmiştir. Sonrası malum cehri zikri uygulayan Kadiri, Rufaî gibi tarikatlar da kendilerine Hz. Ali (k.v.)’i örnek alacaklardır. Her ne kadar Allah'a giden yollar görünürde farklı güzergâhlarda boy gösterse de aslında varacakları noktada tevhid gerçeğinde buluşmak vardır.
Malumunuz herhangi bir tarikatın tarikat olabilmesi için, Peygamberimizden başlayarak günümüze kadar uzanan altın halkası, yani dayanacağı silsile-i şerifesi olması gerekir. Bu bir nöbet devri daimi gibi bir şeydir. Bu yüzden hak yolunda ilerleyen bir tarikatın sürekli devri daimliğini sürdürebilecek meşayih halkasının varlığını ortaya koyması icab eder. Yok, eğer bir şeyh kendisinden sonra (teslim edeceği) şeyh bırakmamışsa, o tarikatın nisbeti kesilmiş demektir. Nitekim pek çok tarikatlar tarihin belli dönemlerine kadar nisbetlerini ve şecerelerini devam ettirebilmişler de. Fakat daha sonraki evrelerde bir kısım tasavvufi yollar nisbetlerini devam ettiremedikleri içindir silinip gitmişlerdir. İşte ehlisünnet bir tarikatın en belirgin vasfı izlediği yolun devamının göstergesi diyebileceğimiz yaşayan bir diri şeyhin varlığı ile anlaşılır. Yaşayan bir şeyhin hakiki mi, yoksa sahte mi olduğunu anlamak için de, kendisinden önce el aldığı şeyhin silsilesi olup olmadığına bakmalı, hatta daha da derinlemesine inip Hz. Ebu Bekir-i Sıddık (r.a) ve Hz. Ali (k.v)’e uzanan silsileyi meşayih'in zincirinin varlığını görmek icap eder. Hatta bunla da yetinmeyip yaşayan bir şeyhin Kur'an ve Sünnet-i Seniye'ye uygun yaşayıp yaşamadığına hatta hem zahiri ilimleri hem de batını ilimleri bitirip bitirmediğine bakmak gerekir. Aksi takdirde halifelik icazeti alması hayalden öte bir anlam taşımaz. Mesela Mevlana Halid-i Zülcenaheyn (k.s.)’e gelen halkada aşağı yukarı tüm Nakşibendî tarikatının kolları Mevlana Halid'de birleştikleri bir hakikat. Yeter ki Nakşibendî tarikatının birçok kollarının halkasını oluşturan zincirlerinde kopukluk olmasın bu halkanın her bir dalında dizili pek çok tarikat kolunun yoluna devam edeceği aşikârdır. Şayet bir mürit intisap ettiği şeyhi halife bırakmadan bu dünyadan göç ettiyse dünyanın sonu değil ya, hemen başka bir kolun hayatta yaşayan diri bir mürşidine intisap etmesinde fayda vardır. Çünkü şeyhsiz tarikat devam edemez, ısrarla devam ettirilmeye çalışılırsa, o tarikat sembolik olmaktan öte bir anlam ifade etmez. Mutlaka yeni bir kılavuza ihtiyaç vardır. Şeyhsiz yola çıkanın pek çok engellerle karşılaşılacağı muhakkak. Dolayısıyla Allah'a giden yolda karşılaşacağı bir takım hallerin rahmani mi yoksa şeytani mi olduğunu idrak etmesi çok zor olacaktır. Yani sapla samanı karıştırmak an meselesi diyebiliriz. Şöyle ki; kendine ayan olan bir takım haller zuhur ettiğinde, o hallerin rahmani sanabilir, oysa o gördükleri birtakım şeyler pekâlâ şeytanın hileleri neticesinde ortaya çıkan istidraç türü haller de olabilir. Dahası şeytan dinde olmayan birtakım unsurları dinmiş gibi lanse edip imanını çalmaya çalışacaktır, bu durum tehlikeli bir gidişatın işareti sayılacağı muhakkak.
Maalesef gel gör ki, bu gerçeklere rağmen birkaç kişi bir araya gelip ''Biz tarikatız '' diye ortaya çıkabiliyor. Oysa sonradan ihdas edilen şeyhsiz tarikatların silsilesi olmadığı içindir, dahası bidatlarla iç içe yaşama risklerini de beraber taşıdıklarından mevcut hakiki Tarikat-ı âliyyelere de gölge düşürebiliyorlar. Düşünün ki iki çarşı var: Çarşının biri bakırcılar ya da tenekeciler çarşısı, diğeri de sarraflar çarşısı. Gayet tabii olarak bakırcı ve tenekeciler çarşısını ses yankıları eşliğinde dolaşan bir insan, bunca kopan gürültüden hareketle ilk anda kendi kendine:
“Bu kadar ses olduğuna göre buradaki esnafın sermayeleri çoktur” diye yorumlayacaktır. Fakat daha sonrasında anlayacaktır ki aslında bu tangur tungur seslerin sermayesizliğin bir işaretidir.
Peki, sarraflar çarşısında dolanan bir insan ne düşünür derseniz, o da; ''Hiç bir ses yok ama er geç sermayelerinin (kazançları) çok'' olduğunu idrak edecektir.
İşte medyatik şova dayalı sözde tarikat diye ortaya çıkan grup ve sahte şeyhlerin durumu da tıpkı sermayesiz bakırcı ve tenekeci çarşısında ki esnafın durumuna benzemektedir. Medyatik olmayan ve her türlü şovdan kaçınan, manevi tasarruf ehli tarikat ve şeyhlerin durumu da sessiz sarraflar çarşısındaki sermayesi bol kuyumcunun durumu gibidir.
Gerçek şeyh, manevi tasarruf sahibidir. Aynı zamanda özü sözü bir olan, sükût lehçesinde irşadı metot edinen zat demektir. Kelimenin tam anlamıyla hali ve yaşayışıyla sünnet-i seniyye'den kıl payı da olsa asla taviz vermeyen gerçek mürşidi kâmildir. İşte bu nedenledir ki Abdulhalık-ı Gucduvani (k.s.), nefesini boş yere tüketmeme halini ''Huş-derdem'' diye tanımlamakta. Yani bu demektir ki sahte şeyhlerin en dikkate şayan yönleri nefEsini boş laflarla tüketmeleridir. Hakiki şeyhler öyle değil, onlar mecbur kalmadıkça ya da kendilerine sual tevdi edilmediği müddetçe konuşmazlar, sadece o müntesiplerine İslâmi daire içerisinde nasıl yaşanılacağının tatbikatını göstermekle meşguldürler. Kaldı ki; çok konuşanın aklı azalacağı gibi, dini de azalır. Manevi tasarruf sahibi zat'lar öyle değiller, tam aksine ömürlerinden her geçen günü irşada adamakla geçirirler. İşte bu yüzdendir ki insanlar sadece derdi Allah rızasını kazanmak olan zatları baş tacı edinip beyat etmekteler. Nasıl ki; Ashab-ı Kiram Allah Resulü'nün bir elime güneşi bir elime ayı verseniz asla bu davadan vazgeçmem kararlılığı karşısında Akabe Beyatı yapmışsa, Mevlana’da Peygamber kavlince Şems-i Tebriz'e, Yunus’da Tabduk'a, Akşemseddin’de Hacı Bayram-ı Veli’ye aynı hissiyatla beyat etmişlerdir.
Evet, bir mürşide intisap beyatla oluyor. Ancak icazeti olmayanın beyat vermesi bundan istisnadır. Mutlaka el verenin ehlisünnet bir silsile halkasının olmasının yanı sıra o halkanın pirinden icazet alması da lazım gelir.
Peki, şuna ne demeli? Ne zaman ki ekranlardan ya da gazete manşetlerinden tarikat mevzusu gündeme gelse bir takım aklı evveller ön yargılı yapılan tartışmalar bağlamında bir bakıyorsun sıratı müstakim üzere olan tarikatları toplum nezdinde küçük düşürmeye çalışıp hedef saptırıldıkları da artık bir sır değil. Oysa şeriat, tarikat gibi kavramların tarifini yapmadan gayesini ortaya koymadan veya uygulamalarına bakmadan, hatta izlediği metotlarını tespit etmeden hüküm vermek abesle iştigaldir. Hele hele tarikat kavramını Allah Resulü'nün tarif ettiği ihsan çerçevesinde tarif ettiğimizde, işte o zaman tarikat-ı âliyye’lerin izlediği usullerin doğru bir zeminde gelişme kaydettiklerini göreceğimiz çok aşikâr. Yeter ki bağlı olunan tarikatın metodu şeriata ve sünnete aykırı olmasın işte o zaman o tarikat baş tacı edilir de. Zaten ta baştan gayesini ''İlahi ente maksudu ve Rıdaike Matlubu-Allah'ım maksadım sen istediğim senin rızanı kazanmaktır” düsturuyla belirleyen, yetmedi vird çeken sofilerine (belirli sayıda Allah adını zikretmek) her tesbih dönüm imametinin başında bu cümleyi tekrar ettirip her türlü riyadan kaçma tedbiri alan mürşitlerin öğretileri var oldukça biliniz ki böylesi tarikatlar kıyamete kadar var olacaktır. Buna inancımız tam da. Hele böylesi bir tarikatın gidişatı Kur'an ve Sünnet üzere ise, bilhassa bid'atlardan uzak kalıyorsalar bu gibi tarikatlar haktır deriz. Çünkü ehli tarik yolcuları şeriat, tarikat gibi ulvi kavramları Allah’a giden yolda vasıta görmekteler, hiç bir zaman gayeleştirmezler. Hatta irfan sahibi sofilerde gayet çok iyi biliyorlar ki, Allah’tan gayri her şey masiva'dır. Yani, Allah'a gidilen yolda her türlü binek taşı sadece vasıtadır, asla gaye olamaz. Bakın, Hıristiyanlar Allahtan gayri vasıtaları gayeleştirdikleri içindir dejenerasyona uğrayıp teslis inancını türettiler. Hatta Hz. İsa (a.s.)'a ulûhiyet isnat edilip (hâşâ) Allah'ın oğlu dediler. Yetmedi bazı sapkın cereyanlar da buna benzer sapıklıklara düşüp kendilerini Mehdi ve Kâinat imamı gördüler. Tabii bu duruma şaşmamak gerekir. Zira ilimden nasibi olmayanlardan başka bir şey beklenemez zaten. Böyle yapmakla cehaletlerini ortaya koymaktalar. Yetmedi birtakım insanlarıda kendi kirli emellerine alet ederek fitne tohumu üretmekteler. Anlaşılan o ki; sahte şeyhler, sahte mehdiler her devirde bir şekilde fitne guruhu olarak karşımıza çıkabiliyor. Bize düşen bu tür sahtelere geçit vermemektir.
Her ne kadar din baronları ve şarlatanlar cirit atsalar da, güneş balçıkla sıvanamaz. Metodu ilim olan, tarifi ihsan olan, kabulü Kur'an ve sünnet olan, uygulaması şeriat çerçevesinde olan, gayesi ''İlah-i ente maksudu ve rıdaike matlubu'' olan ehli sünnet bir tarikat-ı aliyye elbette ki haktır, hakikat çerçevesinde ebed müddet kalacakta.
Allah (c.c.) kıyamete dek gerçek anlamda Habibine varis olacak ister adına üçler diyelim, ister yediler diyelim isterse kırklar diyelim hiç fark etmez her daim ümmet içerisinde var edecektir. Malum, Peygamberlik kapısı Hz. Muhammed (s.a.v.) ile son bulmuştur, ama evliya kapısı kapanmayıp kıyamete dek sürecekte. Hiç kuşku yoktur ki, ilmi ile amil olmuş rabbani alimler her devirde irşad göreviyle var olacaktır hep. Zaten Allah Resulü'nün yaşayışını düstur edinen ve sünnete ittiba eden bir mürşit ancak Peygamberimize manevi yönden varis olabiliyor. Yani, adına ister şeyh denilsin ister mürşit diye zikredilsin, yeter ki gidişatı ve istikameti şeriat-ı garra üzerine olsun onun nübüvvet kaynaklı nefesi cümle âlemi şenlendirir de. Şayet bir zat Kur’an ve sünnet üzerine değilse ona mürşit denilemez. Hatta o kişi gökte de uçsa, deniz üzerinde yürüse de, birtakım olağanüstü haller gösterse de bunların hiçbirinin bir kıymeti harbiyesi yoktur. Bu tür halleri keramet değil, bilakis şeytanın aldatmacası istidraç olarak niteleriz. İlla kerametten bahsedeceksek kerameti ne nar ateşinde, ne sacda, ne de şurda burda aramamak gerekir, müminin istikametinde aramak en doğrusu. İşte bu nedenledir ki bir kısım ulema “Müminin istikameti Velinin kerametidir” diye beyan buyurmuşlardır. Kaldı ki, gerçek Allah dostu keramet sevdasına kapılmaz, O'nun gayreti hep İslam üzerine yaşamak ve çabası Allah içindir. Aslolan şeriat, tarikat ve marifet deryasında hakikate ulaşabilmektir. Allah Resulü'nün hayatında görülmeyen uygulamaları yaşantı haline getirerek amele dönüştürenler olağanüstü haller gösterseler de istikamete erişemezler. Mürşidi Kamil belli bir kesime değil, umuma şamil olmalıdır. Her kesimi kucaklayan mürşit gerçek manada irşad edicidir ancak.
Bakınız Muhammed Nuri Şemseddin (k.s)’in de belirttiği gibi Mürşid-i Kâmilin birçok alameti olmasına rağmen şu üç vasfın yaşayışında görülen ancak hakiki Allah dostu sayılır diyor. Ve şöyle açıklar:
Birincisi: O'nun mübarek huzuruna vardığın zaman, bütün gam ve kederlerin bir anda giderilip, içinde bir ferahlık bir sevgi hâsıl olur.
İkincisi: O'nun saadet getiren meclisinden hiç ayrılmak istemezsin. O'nun inciler gibi saçılan sözleriyle özünde aydınlık zuhur edip sevgisi artar.
Üçüncüsü: O'nun hoş ziyaretine gelen büyüklerden, küçüklerden her kim olursa olsun, hatta bu kişi padişah (Devlet başkanı-devlet yöneticileri) dahi olsa elini öpmek zorunda kalır. Hayır duasını dilemekle de mesrur olur. Çünkü bu büyük zatın bütünüyle tutum ve davranışları Resulullah'ın gidişatına uygundur; Allah O'na salât ve selam eylesin.
İşte anlatılan bu üç belirgin işaret, hangi değeri yüksek zatta; gösterişe ve işitsinlere kaçmadan görülür ve bilinirse hiç durmayasın. Hemen git, tam manasıyla teslim ol... (Bkz. Miftahül Kulûp. Akpınar Yayınevi - M. Nuri Şemseddin - Hazırlayan Abdulkadir Akçiçek. S. 28)
Velhasıl-ı kelam sözün özü şeriat bir ağacın tamamı; tarikat kökü, marifet dalı, hakikat de meyvesi gibidir.