Gördüğüm Bayburt, “Şen ol” dediğim Bayburt mu? Hiç de değil! Canım Koruk, İleri Sokak, İmaret, Şehit Osman, taş konaklar… tümü silinmiş; kişiliğini kaybetmiş, yürek yakıyor. Hiç biri de “şen” değil… Çocukluk ve gençliğimizin cenneti, cânım “koruk”… Nerelerdesin, ne oldu sana, kim ne etti, kim kıydı o cânım yeşilliğe?

Gördüğüm Bayburt, “Şen ol” dediğim Bayburt mu? Hiç de değil! Canım Koruk, İleri Sokak, İmaret, Şehit Osman, taş konaklar… tümü silinmiş; kişiliğini kaybetmiş, yürek yakıyor. Hiç biri de “şen” değil… Çocukluk ve gençliğimizin cenneti, cânım “koruk”… Nerelerdesin, ne oldu sana, kim ne etti, kim kıydı o cânım yeşilliğe?

Koruk ile “Millet” ayrılmaz bütünüydü yaz günlerimizin… Korukta bedenen yorulur, ruhen dinginleşir; Millet’te bedenimizi dinlendirirdik. Koruk, çepeçevre kavak ve söğüt ağaçlarıyla çevrilmiş geniş, kocaman bir çayırdı. Ağaçlar sıkı bir eğitimden geçmiş askeri birlik erleri gibi hangi yönden baksanız aynı hizadaydılar; ince, uzun ve narin… Köşe kapmaca oynarken coşkuyla kucaklayıp sığındığımız barınaklarımız…

Hangisini kucaklasak kollarımızla kavrayabileceğimiz kadarnarin ağaçlar… Ağaçların altları sonbahara kadar yemyeşil halı gibi, sonbaharda dökülen yapraklarla hışır hışır; çoğu kez “yalın ayak” koşturanla-rın ayaklarını sarıp sarmalıyor yumuşacık… Karışanın sorgulayanın yok, koştur koşturabildiğin kadar; yorgunluktan bitene değin. Ama yorulmaktan çekinen yok:” Millet”,  bağrını açmış bizi bekliyor nasılsa; serin ve sıcak!

Ya ortadaki yemyeşil kocaman alan! Ne maçlar yapardık orada! Saatlerce, kendimizden geçerek, zamanı su gibi içerek, top oynardık. Elbette ben değişmez(!) kaleci… Nede olsa baba mesleği! Benim gol yemem olanaksızdı! Eğer gol yemişsem elbette geçerli bir nedeni olmalı… Yediğim her gole bir neden uydururdum, her kaleci gibi: “Güneş gözümü kamaştırdı!”, “Oğlum, niye önümü kapattın!?”, “Tüh! Top yerden sekti!” uydur uydurabildiğin kadar. O geniş alan ve o alanı çepeçevre saran ağaçlar coşkuyla süslenmiş çığlıklarımızla çın çın öterdi. “99 taç bir penaltı!”, “12 korner bir penaltı” kurallarının(!) uygulandığı maçlarımızı, taç ya da korner sayılarındaki uyuşmazlıkların sonuçsuz tartışmalarıyla sonlandırırdık. Kararlarına uyulmayan(!) hakemlerin yönetiminde sürdürülen maçlarımızda hiçbir karar tartışmasız verilemezdi. Hele “Top çizgiyi geçti/geçmedi!” tartışmaları, ertesi gün okulda da sonu mini minnacık kavgalara varmacasına sürer giderdi.

Elbette Aslan Dağı ile Koruk arasındaki “bağ”lardan da söz etmeliyiz. İnce bir şerit gibi uzanan bu bağlarda Bayburt’un yeşillikleri yetiştirilirdi: kelem(lahana), hıyar, pürçikli(havuç), kartol(patates), yer elması… Bunları yetiştirmek için su sorunu yoktu; Çoruh’tan kanallarla getirilen su bol bol yeterdi. Gübre sorunu hiç yoktu; her yan hayvan gübresi(mayıs) ile kaplanmıştı. Bu doğal ortamda yetişen hıyarların kokusunu unutmak mümkün mü? Kendi sürgünlerinin yeşil yapraklarının arasına gizlenmiş hıyarları bulur, orta büyüklükte olanları dalından özenle koparır, üzerindeki toprak kalıntılarını elimizle silerek ya da gömleğimize, pantolonumuza sürterek temizler, yer yutardık; kütür kütür, aromatik, korkunç bir haz alarak…  Hele havuçların tadı!... Yeşilliklerinden bir tutamını sıkıca kavrayıp çektiğimizde yumuşacık topraktan beş altı havuç birden çıkardı; kırmızıya yakın sarı, ince-uzun, tadı çok özel pürçikliler… Hemen yanı başımızdaki arkta akan suya bir daldırıp çıkaracak sabrı göstererek midelere indirirdik.

Koruk’un çok özel bir yeriydi Millet… Orası ilk eğitim alanımızdı çocukluğumuzun. Yaz aylarımızın ol-mazsa olmazıydı. Çoğumuz yüzmeyi orada öğrendik. Orada ilk kulaçların heyecanını yaşadık; kol taşı atma becerilerini orada kazandık… Berrak mı berrak sularda en derine dulunarak(dalarak) en iri taşı çıkarmaya çalıştık. Döneklere (girdap) girip çıkma cesaretini orada kazandık. Yün yıkayan kadınlarla “suyumuzu kirletmeyin” kavgası yaparken ilk “çevreci” davranışımızı da sergilemiş oluyorduk. Millet, kamyoncular için de çok önemliydi. Çünkü kamyonlarını orada ve özel tutumlarla yıkarlardı. Her şoför yaz aylarında birkaç kez bu törende yer alırdı.

O gün ailenin çocukları, çoğu kez komşu çocukları ile birlikte kamyonun kasasına doldurulur ve ver elini Millet… Kimse “şoförmehline” binmek istemezdi. Çünkü kasada eğlence var, oyun var, şamata var… Millet’e varıldığında kamyon, Çoruh’un tam kıyısına, tekerlekleri yarı suya girecek şekilde park edilirdi. Herkes üstünü başını çıkarır tek donuyla –o zaman şort yoktu!- kalırdı. Bir teneke kapan suya dalardı. Tenekeleri doldurup çepeçevre sardığımız kamyona sertçe fırlatırdık. Elbette arada bir birbirimize de su attığımız olurdu. Hatta ortamın oluşturduğu şımarıklıkla şoförleri bile ıslatır, onların yapmacık sinirlenmelerine gülerek karşılık verirdik. Hışımlarından(!), Çoruh’un serin koynuna dalarak kurtulurduk. Tüm bu taşkalanın (karışıklık oluşturan şamata) ardından peynir, üzüm ve ekmekten oluşan ziyafet(!) başlardı. Ziyafeti bazen karpuz-kavun, çoğu kez de Koruk hıyarı taçlandırırdı. Su mu? Çevremiz buz gibi suyun kaynadığı “göze”lerle doluydu. Uzan gözenin başına, daldır ağzını diş donduran suya, iç içebildiğin kadar…  Bu arada kamyonun gıcırgıcır olduğunu da belirtmeliyiz.

Cuma günleri tam bir şenlik yaşanırdı Koruk’ta. O gün Koruk kadınlara; Aslan Dağı’nın sırtları da gençlere aitti.

Koruk’ta “Cuma yapacak” bayanlar, hazırlıklarına günler öncesinden başlarlardı. Birkaç aileden oluşan gruplar kurulur, her grup da kendi içinde iş bölümü yapardı. Kimin dolma, kimin börek, kimin helva yapacağı belirlenirdi. Semaver çok önemliydi. Gruptakilerden hangisinin semaveri büyükse o götürülürdü. Bunun dışında herkes ekmeğini ve ek yiyeceğini kendine göre ayarlardı. Cuma günü öğleden sonra tüm bayanlar doğru Koruk’a. Orada sergenler yere, ağaçların altıdaki çimenlere serilir, minderler atılır; yaşlılar sırtlarını ağaçlara yaslayarak minderlere kurulur, ellerinde işleri bir şeyler örerken bir yandan da sohbet ederlerdi. Elbette temel konuları da gelinler(!) olurdu… Gençler sofra, semaver hazırlıkları yaparken, çocuklar top, köşe kapmaca, elim sende oynarlar, ip atlarlardı. İp atlayanlara -yaşlıların kınayan bakışlarına aldırmadan- genç kızlar ve gelinler de katılırdı. İşin ilginç yanı bu şamataya erkek çocuklar çok küçük-ken katılabilirdi. Biraz iri bir çocuksa annelerimiz “İyi, bari babasını da getirseydin!” serzenişine muhatap olurlardı.

***

Evet, işte Koruk buydu; eğlence, coşku, sınıf, üniversite… Çocukların, gençliğin, kadınların, Bayburtluların yaşam alanı… Gözlerimizin yeşile doyduğu yer…

O cânım Koruk ne oldu? Heyula yapılaşmanın acımasız ve kaba kolları arasında can çekişiyor… Kendi soluk alamıyor ki Bayburtluyu soluklandırsın… Ne diyeyim, bir toplum kendine ancak bu kadar kötülük edebilir…

Aralık 2011

Editör: Bayburt'un; hafızalardan silinmeyen ve hâlâ özlenen yıllarını içeren 'Şenol Bayburt Şenol' adlı yazı dizisi devam edecek...