Alparslan’dan sonra Selçuklu'nun başına Melikşah geçer. Melikşah'ta tıpkı babası Alparslan gibi seferleriyle dikkat çeken bir liderdir. Öyle ki; Gazne Hükümdarı Melikşah’a bağlılığını bildirip itaat etmek mecburiyetinde kalır.
Alparslan’dan sonra Selçuklu'nun başına Melikşah geçer. Melikşah'ta tıpkı babası Alparslan gibi seferleriyle dikkat çeken bir liderdir. Öyle ki; Gazne Hükümdarı Melikşah’a bağlılığını bildirip itaat etmek mecburiyetinde kalır.
Melikşah öncelikle içte doğu hudutlarını emniyete aldıktan sonra dış fütuhatını sürdürecektir. Nitekim O, bir yandan Artuk Bey’i Bizans’ın şu meşhur Ölmezler Askeri Birliklerine karşı harekete geçirirken, diğer taraftan Süleyman Şah’ı İznik’e, Aksungur’u da Musul tarafına göndermeyi ihmal etmeyecektir. Tabiî ki Artuk Bey doğu seferini alnının akıyla tamamlayacak, Süleyman Şah İznik’i fethedip Türkiye Selçuklularının başşehri yapacak, Aksungur'da Musul’u kan dökmeksizin teslim alıp Al-i Selçukluya güç katacaktır. Böylece Melikşah kazandığı bu moralle Antakya’dan Akdeniz sahiline varıp (1086) atını denize doğru sürdüğünde babasının ruhaniyetine karşı:
-Ey babam! Sana müjdeler olsun ki küçük yaşta bıraktığın oğlun, ülkesini karaların sonuna kadar genişletti diye seslenecektir. Hatta denizden avuçladığı kumu Alparslan’ın kabri üzerine serpip bu zaferi taçlandırır da. O zaten 1090 yılında Bağdat’a yol alırken zihninde oldubitti dünyayı fethetmek düşüncesi taşıyordu. Kaldı ki, Vezir-i Azam Nizamü’l Mülk bu konuda daha öncesinden Melikşah’a; “Şayet şu andaki 400.000 kişilik ordunun 700.000’e çıkarılması durumunda Hindistan, Habeşistan, Berber ve Rum illerini de kapsayacak hâkimiyetin söz konusu olabileceğini” bildirmiştir.
Melikşah fetih ruhuna sahip bir şahsiyet olmanın ötesinde dini konularda da son derece hassas bir ruh iklimine sahip biridir. Şöyle ki; bir rivayete göre Melikşah gökyüzünde hilal göründüğünde o günü bayram ilan etmiş, ama ne var ki Cüveyni buna itiraz edip bayramın ertesi gün olduğuna dair fetva vermiş. Tabii Melikşah bu fetva karşısında gurur meselesi yapmaksızın son derece mütevazı bir kişilik sergileyip konunun açıklığa kavuşması için onu payitahta davet etmiş.
Bunun üzerine huzura gelen Cüveyni:
- Sultana (devlete) ait işlerde fermana itaat bizim vazifemizdir. Fakat fetvaya (din'e taalluk eden konular) ait meselelerde Sultanın bize sorması lazımdır deyip âlime yakışır bir üslup dil kullanmıştır. Elbette ki bu akıl dolusu uslup karşısında o yüce Hakan verilen fetvaya uymasını bilmiş te.
Hakeza yine Melikşah bir Cuma namazında Ali bin Hasan el-Sandalî'yi gördüğünde derki:
- Efendim bize neden bir ziyarette bulunmuyorsun diye sitemde bulunur.
Bunun üzerine Ali bin Hasan el-Sandalî; “Zira hükümdarların en iyisi âlimleri ziyaret eden, âlimlerin en kötüsü de onların ziyaretlerine düşkün olandır” hadisi şerifine atıfta bulunup cevaben:
- Sizin padişahların en iyisi olmanız ve benimde âlimlerin en kötüsü olmamam içindir der. Aslında bu tür mesajlar ileride görev alacak Hakanlar içinde kayda değer ışık kaynağı cümlelerdir.
Elbette ki Melikşah dönemine renk katan sadece âlimler değildir, değim yerindeyse Nizam’ül Mülk tek başına bir kıymet ifade eden bir vezirdir. Öyle ki; böylesi bir vezirinin doğru yönlendirmeleri sayesinde Al-i Selçuklu Devleti ilim, kültür, ziraat, sanayi ve ticarette çok ileri noktalara gelecektir. Özellikle bu dönemde hatırı sayılır sermaye sınıfının doğuşu bunu teyit edip dikkatlerden kaçmaz. Hatta bu dönemde şehirlerarasında kolayca sermaye transferini sağlayacak havale ve çek usulü tatbikatlarının varlığına da şahit oluruz. Anlaşılan bugünkü modern bankacılığın temelleri bu dönemde atılmış. İşte böylesi bir kıymet ifade eden bir veziri azama kim sahiplenmez ki. O adeta devletin gören gözü, işiten kulağı ve yürüyen ayağı olmuştur. Elbette ki Nizam’ül Mülk’ün bu performansı Selçukluyu zirveye taşımasından en büyük etken unsurdur. O ayrıca Vezir-i Azam olmanın ötesinde Melikşah’ın can dostu ve ışık kaynağıdır. Nasıl ışık kaynağı olmasın ki, baksanıza o, daha tehlike çanları kapıyı çalmadan devletin bekasını bertaraf edecek uyarıyı Sultan Melikşah’a şu sözlerle bildirir:
- Malumunuz İsmâilî fırkanın amacı İslamiyet’i ve devletimizi yıkmak olup tarihi süreç içerisinde bunlar kadar sahtekâr ve tehlikeli bir zümre mevcut değildir. Onlar bir gün davul sesleri eşliğinde şehirleri işgal ettikleri gün, ya da mümtaz insanları kuyulara attıklarında benim sözlerimin ne anlama geldiği elbet o zaman anlaşılacaktır.
İşte görüyorsunuz bu sözler gerekli uyarıları öncesinden yapmayı ihmal etmeyecek bir bilge şahsiyetin bir göstergesidir. Gerçekten de Melikşah'ın ölümünü müteakip dışta Haçlılar, içte batînilerin çıkardığı cinayet ve kargaşalıklar İslam dünyasını derinden yaralayıp uzun süre Selçukluyu uğraştıran kronik mesele halini alacaktır. Bu yüzden Melikşah’ın başarılarına tahammül edemeyenler sinsice Hasan Sabbah’ın Alamut Kalesine yerleştirdiği efsunlanmış fedailerin intikam yeminiyle sinsice katledilecektir. Daha doğrusu Bağdat’ta zehirlenip şehit edilecektir.
Melikşah’ın ölümüyle birlikte başlayan saltanat kavgaları Selçuklu’nun bir başka yumuşak karnı olacaktır. Şöyle ki; Sultan Berkyaruk zamanında Anadolu’nun çeşitli yerlerinde Türkmen ve Atabegliler’in bu iş için ortaya çıktıklarını görürüz. Böylece Al-i Selçuklu Devleti Selçuklu Türkiye’siyle birlikte üç sultan sahnede yer alacaktır. Oysa bir kilime on derviş sığar ama iki padişah sığmaz gerçeği vardır. Neyse ki bu ayrı gayrilik çok uzun sürmeyecektir. Zira saltanat yarışında kala kala Tutuş ve Berkyaruk baş başa kalacaktır. Derken birçok emir Berkyaruk tarafına geçiş yapacaktır. Hatta Tutuş’un ölümünü müteakip Berkyaruk adına Bağdat'ta hutbe irad edilir bile.
Tabii Berkyaruk’un ölümünün ardından ise bu sefer de oğlu Melikşah ve Muhammed Tapar arasında kıyasıya saltanat mücadelesi vuku bulacaktır. Malum, bu iç çekişmede Muhammed Tapar mücadeleyi kazanıp Selçuklu Sultanlığa geçecektir. Bu arada küffarda boş durmayıp bu karışıklıktan istifade, I. Haçlı seferi çıkarmasıyla Suriye’de Haçlı Devletinin temelleri atılacaktır. Onlar Haçlı Devletinin temellerini ata dursunlar, Sultan Muhammed Tapar'da içte emniyeti almak adına daha çok Batınilerle mücadele edecektir. Hatta bunla da yetinmeyip birçok Batîni militanı öldürmeyi başarır da. Fakat ne var ki bu fitne odağını tamamen kaldırmaya ömrü yetmeyecektir. Vefatının ardından devletin ileri gelen adamları küçük oğlu Mahmud’u tahta geçirmek isteseler de Melikşah’ın diğer oğlu Sencer itiraz edip bu talepler yerini bulmayacaktır.
Sultan Sencer idarenin başına geçtiğinde ilk iş Gaznelilerle savaşmak olur. Akabinde Karahanlıları kendisine bağlar. Ancak bu arada yaklaşan Haçlı ve Moğol kasırgası Sultan Sencer'i içten içe düşündürecektir. Nasıl düşündürmesin ki; yaklaşan her iki tehlikeye karşı gerekli tedbirleri alma fırsatı bulmadan içte vuku bulan yerleşik Türkmen ve Yörük çekişmesinin doğurduğu birtakım sancıları karşısında bulacaktır. Sadece sancı olsa gam yemeyiz, bu arada Karahitaylarla giriştiği savaşı kaybetmesi moralini büsbütün altüst etmeye yeter artar da. Her şeye rağmen yine de o 1152 tarihinde Gur ordusunu mağlup edip kaybettiği itibarını bir nebze olsun kurtaracaktır. Ne var ki bu sevinçte uzun sürmeyecek. Çünkü bu kez kendi soyundan gelen Oğuz boyu ve bazı emirler arasındaki iç çekişmeler canını sıkacaktır. Öyle ki; gittikçe doruk noktaya ulaşan bu iç çekişmeler sonucu Selçuklu Oğuzlarla olan mücadelesinde kaybeden taraf olup, Sultan Sencer esir düşer de.
Tarihler 1156’yı gösterdiğinde bir yolunu bulup esir düştüğü zindandan kurtulmayı başaran Sultan Sencer Merv’e sığınacaktır. Her ne kadar hürriyetine kavuşsa da üzerine sinmiş mağlup hali ve mahzunluğu atamamıştı hala. Artık ömrün son demleriydi, işte bu mahzun halet-i ruhiye içerisinde 73 yaşına girdiğinde Merv’de hayata gözlerini kapar. Belki de onu esir düşmekten çok Oğuz darbesi ve içteki kaynayan kazanı durduramamanın burukluğu yıkmıştır. Gerçekten bir iç savaş sonucu mağlup olup esir alınmak bir yana bu hazin burukluk Batı Türklüğü’nün (Yerleşik Türkmenler) çöküşünü de beraberinde getirir. Elbette ki hiç kimse böyle bir buruk halde ebediyete göç etmek istemezdi. Kelimenin tam anlamıyla Selçuklu Türk'ünü dışarıda mağlup edemeyenler içte bir takım ektikleri fitne tohumları marifetiyle tarih sahnesinden ipini çekip bizimde içimizi burkacaktır.
Evet, Selçuklular gün geçtikçe kan kaybediyordu. Kolay değildi elbet, üzerinde birikmiş yılların yıpranmışlığı vardı. Hadi bundan vazgeçtik karşısına güç olarak çıkmış Hıristiyan Avrupa’nın bitmek tükenmek bilmeyen Haçlı seferleri start alacaktır. Ufukta pek ümit ışığı da gözükmüyordu, sadece ortada temenniden öteye geçmeyen birkaç kelam vardı. Hani derler ya, davulun sesi kulağa uzaktan hoş gelirmiş, aynen öyle de Kılıçarslan Eskişehir mağlubiyeti dönüşü yardıma gelen 100 bin kişilik Türk askeriyle göz göze geldiğinde derler ki:
- Senin baban (Süleyman Şah) hiçbir zaman kaçmamıştı cesur olun...
Tabii bu demeler karşısında Kılıçarslan:
- Sayısız müthiş silahlara sahip, zırhları içinde oklarımız tesir etmeksizin saflarımıza kadar sokulan Franklara karşı daha ne yapabilirdim ki diye cevap verecektir. Zaten bundan başka da bir şey diyemezdi. Aslında bu sözler Selçuklunun içine düştüğü hazin durumu özetliyordu. Kaldı ki I. Haçlı ordusu bu savaşta öyle kolayda galip çıkmamış, neredeyse üçte iki kayıp vermiştir. İşte bu kayıp ileride Selçuklunun derlenip toparlanmasına yarayacaktır. Her ne kadar Kılıçaslan bu savaştan sonra amcazadelerinin hâkimiyeti altında bulunan alanlara yöneldiğinde, bu iki hanedanın kıyasıya giriştiği mücadelede 1107’de şehit düşse de emaneti devr alan oğlu Mesud ve torunu II. Kılıçarslan döneminde derlenme ve toparlanma hamlesi kendini gösterecektir. Şöyle ki; bu dönemler de hem Bizans, hem de II. Haçlı ordusunun üstesinden gelinecektir. Böylece Bizanslıların Türkler üzerine savaş açma cesareti kırılmış olacaktır.
İlla da II. Kılıçarslan döneminde bir olumsuzluk aranacaksa, malum hayatta iken eski Türk geleneklerinin etkisinden olsa gerek durduk yerde ülkesini 11 evladı arasında pay etmesinde aranmalıdır. Nitekim oğlu Melikşah’ın kendisini tahttan alaşağı girişimine maruz kalacaktır. Hatta fetret ruhunun yansımasının bir sonucu III. Haçlı seferi kapıya kadar dayanacaktır. Neyse ki barış teklifine karşılık kapıyı çalan bu tehlike çanı kıl payı atlatılabilmiştir. İşte bu şartlar içerisinde kardeşi Melikşah’ı etkisiz hale getiren Gıyaseddin Keyhüsrev 6 yıl süren tahtın başına geçecektir. Ancak 6 yıl boyunca kardeşi II. Rükneddin Süleyman Şah’la olan mücadelesinde pes edip tahtından çekilmek zorunda kalır. Belki de Süleyman Şah döneminin en müspet icraatı ülkenin şehzadeler arasındaki paylaşım geleneğine son vermiş olmasıdır. Süleyman Şah’tan sonra tahta III. Kılıçarslan çıkmış olsa da taht ona yâr olmayacaktır. Nasıl olsun ki, 9 yıldır gurbet hayatı yaşayan Sultan Keyhüsrev devlet elitlerinin daveti üzerine Konya’ya geldiğinde çocuk yaştaki yeğenin tahttan indirip ikinci kez devletin başına geçecektir.
Sultan Keyhüsrev ilk iş Karadeniz ve Akdeniz’i emniyete alacak seferler düzenlemek olup, başarır da. O da her fani gibi talihsiz bir ölümün ardından ebediyete göç eyleyecektir. Artık bu sefer tahtın sahibi I. Keykuvas'tır. Hiç kuşkusuz göç eden ve emaneti devr alan her iki liderde gerek siyasi, gerekse askeri zaferleriyle destan yazıp Selçuklu Türkiye’sinin yüzünü güldürmüşlerdir. Gerçekten de I. İzzeddin Keykavus devr aldığı emanetin gereği hızla harekete geçip önce Sinop, sonra Antalya’yı kendi tabii sınırlarına katıp Al-i Selçukluya hem kuzey, hem de güneyinde yeni ufuklar açacaktır. Bu da yetmez, Kıbrıs krallığıyla yapılan anlaşmalarla da uluslar arası ticarette etkin hale getirmeyi başaracaktır. Derken 1220’de vefat etmesiyle birlikte yerine Selçuklu hükümdarların onuncusu olarak Alâeddin Keykubad tahta geçer.
Alâeddin Keykubad’da tıpkı diğer Türk Sultanlar gibi evliyalar içten bağlı bir hakandı. O da Gönül Sultanların türbelerine gidip sıkça duada bulunup himmet isteyecektir. Elbette ki böyle evliyaya muhabbetle bağlı bir Sultanın Anadolu'yu vatanlaştıran Selçukluya aydınlık günler yaşatmasından gayet tabii ne olabilir ki. Bakın büyük Meşâyih-i Kiramdan Şahabeddin Sühreverdi çorbada bizimde tuzumuz olsun dercesine Necmeddin Raziye hitaben:
- Ey Genç dindar, ilim ve tasavvufa bağlı ve erbabını koruyan Alâeddin Keykubad’ın himayesine gir onu ve halkı faydalandır diye telkinde bulunur bile. Böylece onların himmet ve bereketiyle Alâeddin Keykubad Sultanü’l Müslim’in unvanına erişir.
Alâeddin Keykubad, Harizm Padişahı Celaleddin’e:
- Aynı cihad yolundayız. Şarkta İslam hudutlarını koruyan siz, garp’ta kâfirlerin kökünü kazıyan biziz deyip Moğollarla mutlaka barış yapılması gerektiğini vurgulamış, ama Celaleddin yaklaşan Moğol kasırgasının vahametini pek kavrayamaz, hala tüm meseleleri harp yoluyla halledeceğini sanacaktır. Bu da yetmez Selçukluya karşı diş bileyecektir. Derken Yassıçimen civarında (1230) Alâeddin Keykubad’a mağlup olup gözden uzak bir yer arar, ama bu kaçışı fırsat bilen Moğolların takibine uğrayacaktır. Tabii bu sıkı takipten kurtulmak adına dağlara çekilse de, fayda vermeyecektir; bu sefer Palu’ya bağlı Ohi Bucağı yerli halkından Dümbelli zaza eşkıyalar tarafından obaya getirilip bir zaman Ahlatta kardeşini kaybeden bir köylünün intikam kılıcına kurban gidecektir. Selçuklunun Harzemşah Devletine son vermesiyle birlikte Erzurum’da ilhak edilmiş olur, ama bu kazançtan ziyade aslında bir kayıp sayılırdı. Zira tampon görevi yapan Harzemşah Devletinin ortadan kalkması dönemin en büyük yağma ve yıkıcı Moğollarla Selçukluyu burun buruna getirecektir. Neyse ki Alâeddin Keykubad Sivas yakınlarına kadar uzanan Moğol Hakanına uzlaşmaya yönelik hediyeler verip bu tehlikeyi geçicide olsa savabilmiştir. Fakat sınıra dayanan bu Moğol sancısı kendisinden sonra gelen oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev'in başına bela olacaktır.
Anlaşılan Türkiye Selçukluları Büyük Selçuklulardan bir asır daha fazla tarih sahnesinde yerini almayı bilmiştir. Alâeddin Keykubad’ın vefatının ardından maalesef başa geçenler işin ehli olmadığından, piyon duruma düşmüşlerdir. Babası gibi muktedir olamayan genç Sultanın gerek devlet işlerindeki yanlış tutumu, gerek devletin asli unsuru Türkmenlerle iyi geçinememesi, gerekse Babailerin isyan çıkarması otorite zafiyetine yol açmıştır. Tabiî ki bunun doğal sonucu olarak II. Gıyaseddin Keyhüsrev 1243 tarihi itibariyle Kösedağ'da Moğollara karşı hezimete uğramasıyla birlikte Selçuklu artık ömrünün son demlerini yaşayacaktır.
Hâsılı kelam; Selçuklunun bu son yıkılış süreci (1308) Selçuklu sultanı II. Gıyaseddin Mesud’un ölümüyle tamamlanmış olacaktır. Fakat her bitiş bir başka doğuşu tetikleyecektir. Nitekim Horasan Erenlerinin aşıladığı gaza ruhu bu sefer Anadolu sınır uçlarına sıçrayıp Ertuğrul Gazinin açtığı sancağın altında toplanan Türkmen boyları eliyle Osmanlı doğa gelecektir. İşte bu muştu Moğol yaralarını sarmaya yeter, artar da. Dile kolay artık tarihin sayfaları altı asrı bulan cihan şümul bir medeniyetin öncüsü olacak Osmanlı için çevrilecektir. Her çevrilen sayfa değil bizi, tüm insanlığa nefes aldıracaktır. Kaldı ki, Osmanlı bugün bile etkisini sürdürüyor. Nasıl sürdürmesin ki; insanlığın üzerine bir güneş gibi doğmuştu, kolay kolay unutulmaz da. Madem öyle; yeniden mazluma umut, zalime korku için var olmalıyız.
Vesselam.
Kasım 2013