Bir türlü gerçekleşmiyor atamam. Kaç kez “Yahu bırakın benim yakamı, bu göreve gelmemi siz istediniz, ben de tamam dedim. Ama olmuyor işte, yapmak istemiyorlar” diyorum partililere. “Hayır” diyorlar “Bu senin değil, bizim meselemiz… Biz bu işi o müsteşara, o genel müdüre rağmen yaptıracağız, bakalım el mi yamanmış, bey mi?”
Bir türlü gerçekleşmiyor atamam. Kaç kez “Yahu bırakın benim yakamı, bu göreve gelmemi siz istediniz, ben de tamam dedim. Ama olmuyor işte, yapmak istemiyorlar” diyorum partililere. “Hayır” diyorlar “Bu senin değil, bizim meselemiz… Biz bu işi o müsteşara, o genel müdüre rağmen yaptıracağız, bakalım el mi yamanmış, bey mi?”
Tekel Genel Müdürü Esat Güçhan, Gümrük ve Tekel Bakanlığı Müsteşarı da Namık Kemal Zeybek. Partililerim topun ağzına bu ikiliyi koymuşlar. Haklılar da… Bakan rahmetli Gün Sazak tamam dedi ama bunlar “kadro yok” bahanesiyle ha bire yokuşa sürüyorlar işi.
İşte tam da o günlerde bir haber geliyor Ankara’dan Erzurum’a. MHP Genel Başkan Yardımcısı Tahsin Ünal “O arkadaşın ataması hazır, Ankara’ya gelsin, hemen Sayın Bakan’ı görsün” diye Erzurum İl Başkanı Necati Bölükbaşı’na telefon ediyor. Partiye çağrılıyorum, arkadaşlar kutluyorlar beni, hayırlı olsun diyorlar. Necati Bölükbaşı dostum “O müsteşara bir mektup gönderdim, ağır ifadeler kullandım, demek etkili oldu” yorumunu yapıyor.
Atlayıp otobüse 20 saat yolculuktan sonra varıyorum Ankara’ya. Ver elini Gümrük Tekel Bakanlığı. Gün Bey’in Özel Kalem Müdürü Ömer Bey, beni görünce şaşırıyor. “Hayrola arkadaş, şöyle geçiyordun da tayinini sormaya mı geldin?” diye espri yapacak oluyor. Kızıyorum “Yahu bırak eğlenmeyi Ömer Bey, Tahsin Ünal telefon etmiş, o arkadaşın işi tamam demiş, ben de geldim”. Ömer Bey’in suratı allak bullak oluyor. “Bir dakika kardeşim, Bakan Bey çalışıyor içeride kimseyi de kabul etmiyor bugün, ama ben girip bir sorayım” deyip giriyor makama. Çıkıyor on dakika sonra, yüzüne bakıyorum merakla: “Yahu sen ne talihsiz adamsın. Tahsin Ünal’a kimse öyle bir şey dememiş, adam kendi kendine gelin-güveyi olmuş.” Küfürün sırası geldi ama yeri değil burası, tutuyorum kendimi.
“Sayın Bakan, ben çağırtmadım onu, ama gelsin bir görüşeyim diyor”
“Peki” deyip dalıyorum o hırsla içeri.
“Buyur otur” deyip yer gösteriyor Sayın Bakan. Hatır da soruyor ama bende cevap verecek hal yok. Anlıyor durumu, konuya giriyor:
“Ben, sana ve Erzurum’daki arkadaşlara söz verdim, bu bir. İkincisi, senden iyisini bulup oraya oturtacak da değilim. Fakat kadro yok, bir türlü bu kadro işini halledemedik o yüzden gecikiyor atamanız.”
“Sayın Bakanım, Eskişehir’e, memleketinize tayin yaparken kadro vardı, Kayseri’ye, Sivas’a, Konya’ya, Kars’a ve daha birçok yere tayin yaparken vardı da bize gelince mi kadro olmuyor?”
“Oraların dereceleri düşüktür, yoksa olurdu neden olmasın?”
“Derece?... Erzurum’un özelliği ne ki, derecesi böyle yüksek oluyor?”
Kızıyor rahmetli, masasının gözünü açıyor bir dosya çıkarıyor. “Al oku!” diyor. Şaşırıyorum. “Al oku kardeşim!” diyor tekrar, dosyanın ilk sayfasındaki bir kadro kararnamesinin koyuyor önüme.
“Şuraya bak! Başbakan Demirel dâhil herkes imza etmiş… Erbakan diye biri var, o imza etmiyor, pazarlık ediyor benimle, peşine dolaştırıyor… Bak kardeşim, senin böyle apar topar buraya çağrılmana ben de üzüldüm, biliyorum çok gelip gittin. Şimdi buradan çıkınca müsteşara git görüş. Ona talimat verdim, artık ne pahasına olursa olsun bir formül bulup yapsınlar bu işi…”
Kalkıp çıkıyorum, müsteşarın özel kalemine varıyorum. Epeyce bekletiliyorum. Sonra alıyorlar içeri. Namık Kemal Zeybek, soğuk bir “hoş geldin” diyor, soruyor:
“Ne var ne yok Erzurum’da?”
“İyilik ne olsun…”
“İl Başkanın nasıl?”
“İyi… Uğraşıyor işte, malum yerel seçimler var…”
“Bana bir mektup yazmış, Erzurumlulara yakışmaz o mektup.”
“Siz defalarca söz verdiniz, benim yanımda Genel Müdürünüze telefon açıp, bu işi hemen yapın dediniz. Ama her nedense bu iş olmuyor. Sözler tutulmayınca, orada da sinirler geriliyor işte…”
“Yaa… Buyursun o idare etsin burayı… Sende belli ki oraya layık bir adam değilsin, demek seni oraya tayin etsek, bizim değil, partinin emrinde olacaksın…”
“Sizi otuz yaşında parti müsteşar etti Beyefendi!”
“Çıkın dışarıya kardeşim, sizinle görüşmemiz bitmiştir.”
“Şimdi bitti ama gene görüşeceğiz seninle, unutma bu dediklerini…”
“Hadi be!”
Elim ayağım titriyor sinirden. Çıkıp otele gidiyorum, sabaha kadar uyku tutmuyor.
Sonra oluyor o tayin. Hükümetin düşeceği anlaşılınca çağırıyorlar İstanbul’a yapıyorlar tayinimi. Kararname cebimde Erzurum yolundayken, radyo, hükümetin düştüğünü haber veriyor. Ertesi günü gidip göreve başlıyorum. Başlıyorum ya, tadı yok. Gün Sazak döneminin en geç atanan, en erken sürgün olan Tekel Başmüdürü oluyorum bir süre sonra.
Aradan 2 yıla yakın bir süre geçmiş, Ecevit+11’ler Hükümeti gitmiş yerine, MHP’nin gönülden, Erbakan’ın “kerhen” desteklediği Adalet Partisi Hükümeti gelmiş. Ben de eski görevime dönebilmek umuduyla düşmüşüm yine Ankara yollarına. Adalet Partililer çok kimsenin işini yapıyorlar da bana gelince kıvırtıyorlar. “Militan MHP’liymişim”.
“Militan MHP’li olarak” MHP Genel Merkezi’ne gidiyorum, Erzurum Milletvekili ve Genel Sekreter Yardımcısı Nevzat Kösoğlu’nun odasına giriyorum. Nevzat Bey “Arkadaş, bizim Kemal’i çağırayım, şimdiki müsteşar onun yardımcısıydı, seni onunla bir görüştürsün” deyince, bende şafak atıyor “Abi, Namık Kemal Bey’le aramızda tatsız bir konuşma olmuştu, biliyorsun” dememe aldırış etmiyor, “Olur öyle şeyler, unut gitsin” deyip sarılıyor telefona. Namık Kemal Bey geliyor biraz sonra. Tanımıyor beni. Nevzat Bey gülerek soruyor “Cazim’i hatırlamadın mı?” Dönüp bakıyor, hoş geldin ediyor, “Saçları ağartmış, tanıyamadım” diyor ve ekliyor “Biz bir de kavga etmiştik, öyle değil mi?”
O müsteşarla randevu ayarlıyor gidip görüşüyorum ama anlıyorum ki hiçbir etkinliği ve rolü yoktur o müsteşarın, bütün ipler AP’lilerin elindedir.
Namık Kemal Zeybek’le aramızda geçenleri duyunca: “Yahu oğlum, onlar Kitrelidirler, Kitre Beylerindendirler, bilmiyorum bu Namık Kemal Zeybek kimin oğludur ama onlar iyi insanlardır, öyle çiğ adam pek çıkmaz onlardan, mutlaka bir terslik vardır o işte… Sen, Sağlık Memuru Kemal Zeybek Bey’i hatırlarsın Kelkit’ten, eşi de öğretmenindi, Hatice Öğretmen…” diye hatırlatma ve yorumlar yapardı rahmetli babam, bende “Yahu bırak baba Allah’ını seversen, gene ne yapıp edip toz kondurtmuyorsun hemşerilerine” cevabını alırdı genellikle.
1991 yılıydı, babam Bayburt-Demirözü’ne, ata yurduna gitmişti. Günlerden bir gün, DYP bayraklı bir otomobil durmuş yanında, içinden Namık Kemal Zeybek’le babası Celalettin Zeybek çıkmış, Celalettin Bey sarılmış babamın boynuna, tanıştırmış oğluyla. Dönünce anlattı babam, beni de uyardı: “Celalettin Bey’in oğluymuş meğer Namık Kemal Zeybek. Celalettin Bey’i ben yıllar önceden bilirim; temiz, dürüst, kültürlü bir insandır. Bak oğlum, sen arada bir Namık Kemal Zeybek’e o malum meseleden dolayı veryansın ediyorsun. Ayıp da ediyorsun. Bundan böyle onun hakkında olumsuz laf etmeni istemiyorum.”
1993 yılında kaybettim babamı, bu uyarısını öpüp başıma koydum, o günden sonra Namık Kemal Zeybek hakkında o türlü sözler hiç etmedim.
İz bırakan bir kültür bakanı olmuştu, 1991’de apansız gelen bağımsızlıklarla şaşkına dönen Türk Cumhuriyetleri’ne “10 bin öğrenciyi Türkiye’de okutmak”, “Ahmet Yesevi Üniversitesi” gibi ciddi projelerle sahip çıkan müstesna insanlardan olmuştu. Bu hakkını teslim ettim sorulduğunda ya da bir mecliste söz açıldığında.
1998’de yeniden Ortadoğu Gazetesi’nde yazı yazmaya başlıyorum. İşe bakın ki, Namık Kemal Zeybek de başyazar o gazetede o zaman. Karşılaşmıyoruz hiç, yalnızca yazılarımız buluşuyor. Bu karşılaşmasız buluşma, Büyük Kurultay Gazetesi’nde de sürüyor daha sonraları.
2006 yılı… Tarım ve Köy İşleri Eski Bakanı Prof. Dr. Hüsnü Yusuf Gökalp telefon edip Ankara’da bir toplantıya davet ediyor. “Türk Birliği” adlı bir oluşumun hazırlıkları içindeymişler, onu konuşacakmışız.
Heyecanlanıyorum. Oturup özene bezene bir yazı kaleme alıyorum, ben Ankara’ya gitmeden o yazı çıkıyor Yeniçağ’da. Cennetin Kütüphanesi adlı kitabıma da aldığım o yazı şöyle idi:
“ŞARKTAKİ KURNAZDAN MEDET, GARPTAKİ UTANMAZDAN ŞEFAAT UMANLAR VE TÜRK BİRLİĞİNİN TAM ZAMANI..."
İkirciklenenler, ikircikleri edilgen bir ‘sus-pus'’a ve kaygıları 'dokunmayan yılan'a dönüşenler... Şarktaki kurnazdan, garptaki utanmazdan medet ve şefaat umanlar... 'Aksakal olduk, kocadık, bizden geçti artık...' özrünü, beynamaz özrü gibi beyan edenler... Çoban ateşlerinin demir dağları eritecek hararete erişeceğine imanı ve aklı kesmeyenler...
İşite ve bilesiniz ki; sönmüş iman volkanlarına öyle bir velvele düştü ki; kaynamaktalar için için. Pek yakında ferman büyük yerden verilecektir kızgın lavlara. Lavların sav'ı ne olur, av'ı ne olur, tav’ı ne olur; gayri koysun herkes takkesini önüne yapsın bir durum muhakemesi.
Ya volkanik olmayan dağlar ve doruklar?.. Onlardan da çığ kopartacak güçtedir bu çığlık. Bu sese vurgun dağlar, ses vereceklerdir sesimize. Çığlar düşecektir tekmil fesat ocaklarına ve sönecektir cümlesi.
Türk Birliği Hareketi’nin şimdi tam zamanıdır; çünkü ahdimizin bahtımıza galebe çalacağı, bahtımızın ahdimize kapı açacağı gündür bugün. Bir işaret, bir kıvılcım bekliyordu herkes, işte o...
Hem nâr, hem nur olunacak; oyun çeviren zardansa, oyunbozan zor olunacak. Alçaklarda kar, yükseklerde ar olunacak. Açılar, bakışlar dar olunmayacak, millete sevdalı yâr olunacak. Kısacası, öz yurdumuzda yok hükmünde değil, var olunacak.”
Ankara’da tastamam 26 yıl sonra yeniden karşılaşıyorum Namık Kemal Zeybek’le. Bu tür toplantılar için hizmet veren bir lokantada 100’e yakın kişiyiz. Ağırlık eski ülkücüler ve muhalif MHP’lilerde, ama farklı partilerde milletvekilliği yapmış kişiler de var. Toplantıya başkan olarak en aksakalımızı MHP eski muhasibi Mehmet Doğan’ı seçiyoruz. Sağında Zeybek, solunda da Gökalp var.” Beyin fırtınası yapacakmışız, herkes mutlaka konuşacakmış.”
Başlıyoruz. İlk konuşmalar oldukça düzeyli, kuşatıcı ve ufuk açıcı. Sonra iş çığırından çıkmaya başlıyor. Türk-İslam sentezcisi bir profesör olan Turhan Güven söz alıyor. Üniversitedeki 28 Şubatçı oluşumlardan söz açıyor. Bu oluşuma mensup kimselerin, Türkçülerin milli duygularını sömürerek kendilerin yandaş ettiğinden yakınıyor ve bu Türkçülerin bazılarının da zaten, İslam’ı dışlayan bir “budun milliyetçisi” olduklarını öne sürüyor.
Canım sıkılıyor, söz alıyorum. “Ben buraya 28 Şubat’ı, üniversitelerde olup biteni konuşmaya gelmedim. Bana ne 28 Şubat’tan? Benim arkadaşlarımın üzerinden 12 Eylül dozeri geçti, konuşacaksak onları konuşalım 28 Şubat’ta hangi naylon mücahitler mağdur olmuşsa onlar sorsunlar hesabını.. Nurcu ve Fethullahçı oluşumların Türklük düşmanı eğilim ve faaliyetleri konuşulmuyor, 28 Şubat temcit pilavı gibi ısıtılıp önümüze getiriliyor.”
Ben konuşurken, yakınımda oturan Muammer Cındıllı’nın rahatsız yüz ifadelerini fark ediyorum. Muammer, MHP’nin 1980 öncesi eğitimcilerinden ve eski Erzurum Ülkü Ocakları Başkanı (o göreve onu getirenlerden biri de bendim). O günlerde Erzurum Ticaret Odası Başkanı, BBP’den Belediye Başkan adayı idi Erzurum’dan. Tarikat ve cemaatlerle arası iyidir. Türk-İslam sentezini bile İslam-Türk’e çevirmek isteyen bir kafa yapısına sahiptir.
Söz alıyor benden sonra. Sözleri kafama balyoz gibi iniyor. Orası yeri değil, yoksa çoktan hak etti temiz bir sopayı bu adam. Şöyle diyordu:
“Milliyetçiliğinizden Bediüzzaman’ı çıkarırsanız, bir gün Mehmet Akif’e de sıra gelir… Nurculuk, İslam’ın Türk yorumudur… Turan Hocam, bu gerçekleri fark eden mümtaz bir insan… Adını çok duyardım, tanışma şerefine burada nail oluyorum… Fakat benim üzüldüğüm, bu değerli hocamın konuşmasını yalnız ben ve bir arkadaşım alkışladı. Milliyetçiler ne kadar değişmişler böyle…”
Aklıma Muammer’in, Şeyh Sait’in torunu Melik Fırat’ın yeğeni için dedikleri geliyor, demem lazım, yüzüne çarpmam lazım ya, orası yeri değil, onca değerli insan oraya bizim kavgamızı dinlemeye gelmedi.
Muammer, sonra yaptığı kahramanlıkları, cezaevi maceralarını anlatıyor, Namık Kemal Bey’e iltifatlar yağdırıyor, o da gülümseyerek onu başıyla onaylıyor.
Muammer diyeceklerini deyip izin isteyip kalkıyor. Ben de az sonra Hüsnü Yusuf Gökalp’e işaret edip kalkıyorum. Hüsnü Hoca, kapıya kadar uğurluyor, “görüşürüz” diyor. Benim derdim başka, Muammer’i lokantanın oralarda bir yerde kıstırabilir miyim acaba, yılların birikmiş sabrıyla vuracağım suratına Allah ne verdiyse.
Bulamıyorum. Düşüyorum Kocaeli yollarına. Oturup “Ankara’ya sazlı gittim, vay’lı döndüm” başlıklı bir yazı yazıyorum. Turan Güven’i, Muammer’i, Azerilerin deyimiyle “pisliyorum”, Zeybek’i de onlara duyarsız kaldığı hatta onaylar bir tutum takındığı için eleştiriyorum.
Yazı epeyce yankı yapıyor. Hüsnü Yusuf Gökalp arıyor telefonla “Namık Kemal Bey seni arayacak. Diyor ki, ‘Duyguları temiz, tepkisi mertçe Cazim Bey’in, ama fevri olmuş biraz, toplantının sonun bekleyip benimle konuşabilirdi. Biz onunla aynı taraftanız, bunu bildiğini sanıyordum.”
Arıyor, görüşüyoruz. “Sayın Bakanım, Muammer ‘Bediüzzamanı çıkarırsanız, bir gün Mehmet Akif’e de sıra gelir’ dediğinde neden tepki göstermediniz, neden ‘Atatürk’ün olduğu yerde Said Nursi’ye yer yoktur, Mehmet Akif’le Said Nursi aynı kefeye konulamaz. Said Nursi, İslam’ın Türk yorumu değil, olsa olsa Kürt yorumu olur’ demediniz? Abant toplantısını terk etmiştiniz, sizden böyle bir tavır ve duruş beklerdim” diyorum, yanıtlıyor: “Ben Muammer’i yıllardır görmemiştim, onun geldiği son ideolojik çizgiyi de inanın bilmiyordum, zaten bu toplantıyı düzenlememizin bir amacı da buydu, yani kim nerededir, ne haldedir, öğrenmek. Bunu gördük, yol arkadaşlarımızı belirledik. Benim yol arkadaşlarım sizin gibi düşünenlerdir.”
Şeyh Sait’in torunu Melik Fırat’ın yeğeni için dediklerini aktarıyorum Muammer’in “Değişmiş ki ne değişmiş… Kendi işyerinde bana, ‘Ağabeyi bu oğlan Kürt-İslam sentezcisi… İnancı sağlam bir arkadaş yani..’ demişti de, ben de şakaya vurup ‘Sen de Türk-İslam sentezcisisin, Türk ve Kürt birbirini götürür İslam kalır ikinize öyle mi?’ cevabını vermiştim.”
Sohbet uzuyor, yerdeşliğimiz (hemşerilik), eski günleri, odasındaki tartışmayı söylüyorum. “Size o zaman çok kızmıştım, ama şimdi düşünüyorum da, ben de ters cevap vermişim, otuz yaşındaydık, dik kafalı dönemlerimizdi” diyorum. “Ben de otuz üç yaşındaydım, benim tepkim de pek savunulamaz bugünden bakınca” diye karşılık geliyor, yumuşuyorum. Yazdıklarımı telafi edecek bir yazı yazmaya söz veriyorum.
En başında, Namık Kemal Zeybek’in yukarıda ifade ettiğim Türk Dünyası’na yönelik çalışmalarını ve başarılı Kültür Bakanlığı’nı dile getirdiğim yazı şöyle devam ediyordu:
“Bir'in önemi ve anlamı, sayısal değildir biz Türklerde, Tanrısaldır. Tanrı'yı birleme yani ‘tevhid inancı’, bir sözcüğüne derin anlamlar yükleyerek; Tanrı’yla Bir'i özdeşleştirmiştir adeta.’Söz bir, Allah bir’ dedikten sonra, içine bir tarih ve devlet felsefesi, insanlık ve başarı dersi sığacak ‘Birlik’ adında, tılsımlı bir kavram-sözcük bulmuşuz. Enfal Suresi'nin 46. ayeti, Birlik'le Devlet'in, açarını vermiş bize: ‘Tanrı'ya ve elçisine uyun, birbirinizle çekişmeyin, sonra korkuya kapılırsınız da, devletiniz gider’.
Böylesine verimli bir toprak, suya doyduran gür ırmak ve şefkat sunan bir güneş bulan Birlik, bir ulu çınar olup dallanmış, budaklanmış; el birliği, gönül birliği, iş birliği, güç birliği, söz birliği olmuş. Bir Koca Veli çıkmış ‘Bir olalım, iri olalım, diri olalım’ diyerek, ‘Birlikte rahmet, ayrılıkta azap vardır’ diyen ulu Peygambere Türkçe nazire yapmış. Nazire şiirle olur aslında. ‘Gelin canlar bir olalım/Münkire kılıç çalalım/ Mazlumun hakkın alalım/Tevekkeltü taalallah’ diyen Pir Sultan ve ‘İkilik yok birlik var/Elbet bunda dirlik var/Yalnız bundadır felah/La ilahe illallah’ dizelerini yazan Orhan Seyfi Orhun gibi. Türkçe nazireler, Birlik çınarına yağılar dadandıkça çoğalmış. Bir Gaspıralı çıkmış, sözü tam da ‘kitabın ortasından’ demiş: ‘Dil'de, fikirde, iş'de birlik’. Bir Gökalp çıkmış, firarını vermiş birliğe katılmayanın: ’Bütün Türkler bir ordu/Katılmayan kaçaktır/ Yasamızda yazılı/Harpten korkan alçaktır’.
‘Peki Türk'ü ne bir eder?’ derseniz, derim ki: Türk'ü; özü ve sözü bir olan yavuz ve bilge başbuğlar bir eder. Ender olarak Tekdir'le, ama çoğu zaman Tekbir'le, Tekmil'le ve Tedbir'le bir olur Türk.
Olsun değil mi?”
Olmadı. Türk’ü bir edemedik. Bu “Türk Birliği Oluşumu”ndan bir şey çıkmadı. Toplandı dağıldılar, toplandı dağıldılar. Parti kurmayı gözleri kesmedi, parasızlığı bahane etti, vazgeçtiler o işten. Namık Kemal Bey, BBP’ye gitti, orada da fena halde hüsrana uğradı.
O yıl dört kitabım birden çıktı. Namık Kemal Zeybek’e de gönderdim. Okumuş, telefon açıp övücü sözler söyledi, Aygazete’de bir de yazı yazmış, onu da okumamı istedi. Şöyleydi o yazı:
“Yazılacak, söylenecek çok söz var… Ama şu ortalığı kaplayan toz duman bir bitsin. Sözü yalama yapanlar aradan çekilsin… Söylenesi sözlerin çağı gelsin diyorum… Derken…
Türkistan dönüşümde önümde dört kitap buldum ki tanıtmamak olmaz. Dost, yerdeş, gönüldaş Cazim Gürbüz’ün dört eseri. ‘Hazar Üstüne Yazılanlar’, ‘Nikolay’ın Av Köşkü’ ve ‘Türk’e Baştan Başlamak’ Sone yayınları arasından çıkmış, ‘Edebiyatlaşan Vergiler’ ise Bilgeoğuz’dan.
Kitapları sevinç, övünç ve kıvanç içinde okuyorum. ‘Yaşasın’ diyorum; ‘bizde’ diye ekliyorum; ‘şiir, edebiyat ve tefekkür’ yaşıyor.
Bundan önceki yazımda Kelkitli bir şairin, merhum Hacı Hüsrev Doğan’ın bir şiirini yayınlamıştım. Şimdi de ‘Türk’e Baştan Başlamak’tan alarak Cazim Gürbüz’ün bir şiirini okuyalım. Gül’ü görelim de gül bahçesini anlayalım. Gül bahçesine ulaşalım da baharını bilelim.”
Kitaplarım hakkında çıkan yazılara, övgülere alışığım. Bunların önem derecesi arasındaki fark, fark edilmez bile çoğu kez. Fakat Aygazete’de bu yazılanlar fotofiniş gerektirmeyecek kadar ileride diğerlerinden. Neden?.. Namık Kemal Zeybek de, dolu bir insan, değerli bir aydın, iyi bir kalemi var, bundan mı? Bunlar yadsınamaz olgular elbet, ancak tam olarak bunlar değil sevinç ve mutluluğumun nedeni. 1990’da ilk şiir kitabım çıktığı zaman, bir dostumun ısrarı üzerine imza edip Namık Kemal Bey’e de göndermiştim. Kültür Bakanıydı o zaman, eline geçti mi geçmedi mi, bakmaya vakti oldu mu, olmadı mı, bilmiyorum. Bildiğim “Bir kuru teşekkür yazısı”na bile gerek duyulmadığı için, o zaman bu işe çok üzüldüğümdür. Şimdi gün oldu, devran döndü, telafi ediliyor o üzüntüm. Takviyeli sevincim bundandır işte.
Namık Kemal Bey’e 2008 yılında çıkan gülmece öykü kitabım “Gelin Bizi Ayırt Edin Ulan”ı da gönderdim çıkar çıkmaz. Dedi ki telefon açıp: “Aziz Nesin’den sonra, beni en çok güldüren eser oldu, başucumda duruyor, açıp açıp okuyorum. Ne kadar güzel yazmışsınız, hele o kitaba adını veren öyküdeki o iki sarhoş, ne kadar tatlılar…”
2009 yılında da kitap gönderdim. Yine telefon açtı bir gün. “Yarın benim Radikal’deki yazımı okuyunuz. Ama sonuna kadar…” dedi. Aldım Radikal’i okudum Zeybek Bey’in “Tekel İşçilerinin Perde Arkası” başlıklı yazısını sonuna dek. Sonu şöyleydi o yazının: “Bugünlerde Cazim Gürbüz’ün bir kitabını okuyorum. ‘Atatürk Ekonomisi’ Asya Şafak Yayınları’ndan çıkmış. Bir okuyun sonra konuşuruz.”
Böyle yazmıştı, 2011 seçimlerinde “karma ekonomiyi” de savunmuştu, fakat sonra bir yazısına rastladım, millet sektörünü, faşizmin korporasyonlarına benzetiyordu (Bayburt Postası’nda yazmıştı), üzüldüm, kızdım, “Kartal Gözüyle Milliyetçilik” kitabımda eleştirdim Zeybek’i.
Haberi oldu mu bilmem… (O yazıyı kitaba aldığım için pişman oldum sonradan)
Geçtiğimiz yıl Bayburt Dede Korkut Kültür ve Sanat Şölenine davet edilmiş, katılmış, Yeniçağ’da bir de Bayburt’a özlemimi ve vuslatımı dile getiren bir yazı yazmıştım. Yazının çıktığı gün telefonum çaldı, kayıtlı bir numara değil, yazımı çok beğendiğini, ağladığını söylüyordu birisi, sesini tanıyamadım önce, sonra anladım Namık Kemal Bey olduğunu, çok duygulandım, teşekkür ettim.
Bayburt gene bir etmişti gönlümüzü de, sözümüzü de…
Namık Kemal Zeybek, kimi sevdiği beğendiği insanlar için “özüne özgü” bir adam der. Kendisi de öyledir aslında. Dahası “özel” bir adamdır, bu ülkedeki bana göre en önemli “görev adamları”ndan biridir, çaplı, başarılı ve de çok dürüsttür. Atsız’ın “Er kişiysen görevin neyse başar/Zevke eğlenceye hayvan da koşar” dizeleri şiarı olmuştur, aldığı tüm önemli görevleri başararak bu yazdıklarımı defalarca kanıtlamıştır. Siyasal açıdan (çok parti değiştirmesi, DP’nin başına geçip seçim hezimeti yaşaması gibi) elbette eleştirilebilir. Ancak Zeybek, her daim, sevabı hatasından çok olan insan konumunu koruyacaktır.
Kasım 2013