Ortadoğu deyince genellikle Osmanlı'nın üç vilayeti Bağdat, Musul ve Basra akla gelir. Üstelik bu üç isim anılınca, ister istemez gönüllerimizi hicran kaplar. Nasıl hicran kaplamısın ki, şimdi o ihtişamlı üç vilayetimizin semaları üzerlerinde leş kargalarının hiç eksik olmadığı coğrafyaya dönüşmüş durumda. Buralarda ilim hak getire,  artık konuşulan ilim değil, konuşulan bombalar, sıkılan silahlar ve okyanus ötesinden fırlatılan füzelerdir.

1922 yılında İngiliz entrikalarıyla Osmanlı alaşağı edildiği günden bugüne buraların yüzü hiç gülmedi dersek yeridir. Ortadoğu halkları bizden koparıldı da ne oldu, birbirinden kopuk bir sürü suni devletçikler türedi. Derken Ortadoğu problemler yumağının diz boyu yaşandığı, birtürlü anaların gözyaşının dinmediği kaynayan kazan olarak karşımızda durmakta. Beyaz adam buralara ayak basmış basalı bırakın barış getirmeyi, kendisine bile yar olmayacak şekilde bataklığa saplanmış durumda. Buralarda en sinsice, en şeytani kurgularla oyun oynarlarsa olacağı buydu, üstelik kıyamete kadar lanetlenmekten kurtulamayacaklarda. Bakın tarihi süreç içerisinde adaletimizle hükmettiğimiz içindir Ortadoğu halkları Osmanlıyı halen hasretle yâd etmekteler hep.

Evet, Osmanlı’dan boşalan Ortadoğu öksüzdür. Yavuz Sultan Selim’in ‘Hadimü’l-Haremeyniş Şerifeyn’ anlayışıyla idare ettiği bu topraklar artık yol kesen haramilerden geçilmez haldedir. Düşünsenize bir zamanlar Ortadoğu Nizam-ı âleme giden yolda bizim için bir sıçrayış basamağı iken, ta ki elimizden çıkıp Sam amcanın kontrolüne geçtiğinde ise adeta tepetaklak düşüşümüzün simgesi karabasanımızdır. Belli ki beyaz adam Ortadoğu halklarına huzur getirmek için buralara gelmemiş, tüm dert davanın petrol olduğu gayet apaçık ortada. Aman petrol canım petrol şarkıları çaldıkça ABD’nin değme keyfine, dünya jandarmalığının bilinciyle oyununu oynayacağı muhakkak. Şüphesiz diğer süper güçlerde aynı oyunun peşinden koşturmaktalar. Petrol hemen her ülkenin iştahını kabartan can suyudur. Dolayısıyla pılını pırtısını toplayan buraya üşüşüyor. Petrol ve enerji kaynakları var oldukça hiçte geri çekilmeye niyetleri yok gibiler. Bırakın geri çekilmeyi, birbirleriyle bile kıyasıya rekabet içerisinde bulunarak buralarda varlıklarını sürdürme içerisindeler. Eeeh ne yapsınlar, adamlar şunu çok iyi biliyorlar ki finans hâkimiyetine giden yol Ortadoğu’dan geçmekte.

Bilindiği üzere I. Dünya Savaşı sonrası Ortadoğu’yla yakından ilgilenen iki ülkeden biri İngiltere, diğeri Fransa’dır. O yıllarda sanayinin can suyu petrolün paha biçilmez kıymeti fark edilince, ister istemez gözler Ortadoğu’ya çevrilmişti. Nasıl mı? İşte önce Osmanlıyı tarih sahnesinden el çektirmekle işe koyuldular, daha sonrasında ise ekonomik pastayı kendi aralarında paylaşarak yola devam dediler.

Peki, şimdi durum vaziyet nasıl? Artık gelinen noktada İngiltere’nin petrol uğruna kırk takla atarak oynadığı oyunları şimdilerde Amerika oynamakta. Hatta ABD üstlendiği bu kırk takla oyunu sürdürebilmek için kuyruğuna takıldığı İsrail’in güvenliğini sağlayacak önlemler almayı ihmal etmez de. Öyle ya, İsrail bu denklem içerisinde bir çıban rolü üstlenmeli ki Ortadoğu politikaları akamete uğramasın. Nasıl ki İsrail’in Ortadoğu’da çıbanbaşı rol alması geçmişte İngiltere'nin çıkarları açısından işini kolay kılmışsa aynı durum bilhassa Amerika neoconlar için de söz konusudur. Baksanıza Ortadoğu’da ki çıkarlarına herhangi bir halel gelmesin diye İsrail’in terör devlet görünümüne göz yumabiliyor. Nasıl olsa kendilerinin canı yanmıyor, nasıl olsa dökülen kan; Filistin kanı, Irak kanı, Suriye kanı, Arap kanı, Kürt kanı ve Türk kanı umurunda mı, sonuçta olan bölge halklarına oluyor. Bu nasıl müttefiklikse tekerleğine çomak sokmazsak ilişkilerimiz uslu çocuk muamelesiyle geçmekte,  yok eğer inisiyatif üstlenip oralarda mazlumlara umut olmaya kalkıştığımızda perde arkasında bizi hizaya getireceğinin hesabıyla içte canlı bomba eylemleriyle, sınırlarımız dışında tüm terör örgütlerine bol miktarda silah mühimmat yardımı yaparak kırılgan fay hat üzere ilişkilerimizi sürdürmekte. Hele ki Türkiye 2002 sonrasında “Yemende bizim ne işimiz var, şurada burada bizim ne işimiz var” zihniyetinin tam aksine Ortadoğu denkleminde bende varım demeye başladığında meğer adamların uykularını kaçırmışız. Dur bakalım bu daha ne ki, Türkiye bölgede artık oyunbozan, oyun kurucu da. Ancak uluslararası derin güçler bu rol kapışımızdan fena halde rahatsızlar. Çünkü adamlar alışmışlar her şeyi kendi kontrolleri altında tutmaya. Ancak unuttukları bir şey var; eski Türkiye gerilerde kaldı artık, şimdi tüm dünyanın çekindiği İsrail’e ‘one minute’ resti çeken Yeni Türkiye var. Malum Eski Türkiye’de bir takım mihraklar habire, yok İsrail şöyledir, yok böyledir, bir dokunulursa sonuçları ağır olurmuş gibi falan keşmekeş hikâyelerle habire gözümüzü korkutuyorlardı. Hani dokundukta ne oldu, yer yerinden mi oynadı, tam aksine 'one minute' çıkışıyla hem kendimize geldik, hem de ‘dünya beşten büyüktür’ diyerek tüm mazlum milletlerin umudu olduk bile. Ah Bilge kağan! Yeni Türkiye’nin bu dirilişini bir görseydi, hiç kuşkusuz “Ey Türk titre ve kendine dön” deme gereği duymayacaktı. Üstelik 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin hemen akabinde yedi düvele karşı neredeyse tek başına gerçekleştirdiğimiz bir diriliş destanıdır. Böylece ihanetin geleceği olmadığını yediden yetmişe bir kez daha ispatlanmış olduk.

Yok, öyle yağma, bu kez fena halde faka bastılar. Sandılar ki 27 Mayıs darbesiyle Menderesi astıklarında işi sessiz geçiştiren bu millet, 15 Temmuzla da uysal koyun olup sessiz geçiştirecek. Ama kazın ayağı hiçte öyle olmadı, düğmeye bastıklarında birde ne görsünler karşılarında ölüme şerbet deyip tanklara meydan okuyan millet var. Doğrusu o güne dek milletin tankların altına ölümüne yatacağına hiç kimse tahmin edemezdi,  bu kez öyle bir kuvay-ı milliye ruhu patlama yaptı ki, FETO’nun kırk yıllık planı dört saatte yerle bir edildi. Keza İsrail bu diriliş destanı karışsında ‘one minute’ korkusunu bir kez daha tatmış oldu, İngiltere’nin tüm planları altüst oldu, Almanya, Fransa ve Ermenistan’ı Çılgın Türkler korkusu sardı. Nasıl korku sarmasın ki, şehit olmak için birbiriyle yarışan bir milletin destanı karşısında duvara tosladılar. İyi ki Osmanlının torunları tüm dünyanın gözü önünde top, tüfek, tank, uçaksavarlarla desteklenen bilumum şer güçlerin koruması altında ki FETÖ, PYD, PKK, YPG, DAEŞ’in üzerine bir şimşek hızıyla gözü kara gitti de bu nasıl kuvay-ı milliye ruhuymuş görmüş oldular. Malum, Türkiye’nin bu gözü karalığını önce Rusya gördü, sonrasında Almanya, Fransa ve bir takım uluslararası aktörler görür hale geldiler. İşte bu sayede artık bir mesele olduğunda acaba Türkiye bu hususta ne der çizgisine geldiler de. Gelmeleri de gerekir zaten, çünkü ölüme koşan böylesi necip milletin yenilmesinin imkânsızlığını fark ettiler. Fakat takdir edersiniz ki, söz konusu diriliş ruhu destanımız bizi rehavete sürüklememeli. Malum, su uyur düşman uyumaz düsturundan hareketle her daim uyanık olmakta fayda var, şimdilik virgül koyduğumuz vatan nöbetlerine bu kez milli seferberlik ruhuyla diri tutmak gerekir.

Evet, bölgede her geçen gün dış politik manevralar, ülke menfaatleri ve anlayışlar değişmekte, yeni unsurlar ve yeni klikler devreye girebiliyor. Elbette ki Türkiye bu durumda kurtlar sofrasında elini kolunu bağlayıp bana değmeyen yılan bin yıl yaşasın diyemez, zaten böyle bir yaklaşım tarzı kendimizle ters düşmek olur, dolayısıyla Ortadoğu denkleminde inisiyatif alarak yol almak hem misyonumuzun gereği hem de görevimizdir. Şükürler olsun ki gelinen noktada Amerika’ya, Avrupa'ya ve komşu ülkelere Ortadoğu denkleminde olan biten tüm hadiselerin çözümünde bu işin Türkiyesiz olamayacağını zihinlerine kazıdıkta.

Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte Amerika’nın tek başına dünya jandarmalığına soyunması aslında Fransa, Rusya ve Çin gibi devletler açısından içten içe rahatsızlık duymasına yetmişti. Üstelik ABD’de başkanlarının ikide bir her seçim öncesinde Ortadoğu’ya çıkarma yapmaları gözden kaçmaz da. Besbelli ki ABD okyanus ötesinde Ortadoğu’ya çıkarma yapmakla güç kazanmaya çalışıyordu. Neyse ki her çıkarma yaptığında bir süre sonra buralardan çıkmak zorunda kaldığı dönemlerde tattı. Şimdi ise sanki en acı dönemlerini  yaşar gibi, baksana en son Suriye’de Türkiye, Rusya ve İran birlikte hareket edip Amerikayı masanın dışında bırakıp ateşkes kararı alıyorlar bile. Aslında buna şaşmamak gerekir, ABD devletlerle işbirliği yapmak yerine hain terörist örgütlerle birlikte el tutuşursa Suriye’den pabucunun dama atılması gayet tabii bir durum. Üstelik ABD’nin ipi DAEŞ üzerinden çekilmektedir. Baksana Türkiye’yi yalanlarla dolanlarla DAEŞ’i destekliyor diyenler şimdi şok üzerine şok yaşmaktalar, Türkiye tam aksine Fırat Kalkanı harekâtıyla El Bab’da DAEŞ’in gırtlağına çökmüş durumda. Böyle giderse ABD Sonuçta uluslararası arenada daha çok itibar kaybına uğrayacaktır. Evet, ABD şeytani Haçlı Siyonist işbirliği politikalara devam ettiği müddetçe uluslararası ilişkilerde yalnız kalmaya mahkûm kalması kaçınılmazdır. Şimdilik görünen o ki, ABD’ye sadece İngiltere’nin desteği söz konusudur, diğer güçler fena halde rahatsızdırlar. Bu yüzden Avrupa'yı bu hususta Amerika’dan bağımsız olarak değerlendirmek gerekir.

Peki ya İran? Malum İran, eski Türkiye dönemlerinde sanki İslam dünyasının dışa karşı sesi lider devletmiş gibi bir izlenim veriyordu. Ta ki 2002 sonrası Türkiye’sinde bir dünya lider doğa gelirde İslam dünyasının dışa karşı asıl sesi kimmiş tüm cümle âlem görmüş oldu. Genellikle Kasımpaşa denilince hep kabadayılık akla gelir, ama bu kez tüm mazlum milletlerin umudu dünya lideri (kabadayısı) akla gelmekte. Bu yüzden tüm mazlum milletler onu kendi doğal lideri olarak görürde.  Hele böylesi bir liderin o ülkeleri ziyaret ettiğinde büyük bir coşkunlukla bağırlarına basışları var ya, o atmosferi görüp de duygulanmamak elde mi? Kaldı ki oralara gitmese de bir selam gönderse bile o ülkelerde büyük bir heyecan uyandırmaya yetiyor. Ancak böyle bir dünya liderimiz var diye etrafımızda olan bitene karşı balkondan seyretmek olmaz. Baksanıza tüm zinde güçler koro halde Tayyip Erdoğansız bir Türkiye düşlemekte. Bu yüzden böyle bir lideri gözümüz gibi korumak fert fert vazifemiz olduğu gibi boyun borcu da. Dikkat edin boyun borcu dedik, çünkü böylesi liderler değim yerindeyse kırk yılda bir ancak gelir, hele ki etrafımız ateş çemberiyle örülüyken kurtlar sofrasında yalnız komaya gelmez, her daim uyanık olmakta fayda var. Hatta bu da yetmez, iri ve diri olmakta gerekir. Ki, potansiyel gücümüzün farkında olabilelim. Bakın körfez savaşında gündemin ana merkezine Türkiye’nin oturmasının arka planında yatan asıl etken unsur genetik kodlarımızda var olan potansiyel gücümüzün varlığıdır. Bakmayın siz öyle İran’ın kendi kendine gelin güvey olup dış politika arenasında aktör ülkeymiş gibi tavır sergilemesine, paçalarından aktörlük aksa ne yazar, bikere kahır ekseriyet Müslüman ülkeyle uyuşmayan doku uyuşmazlığı söz konusu. Yinede her ne hikmetse ısrarla kendi fikriyatını ihraç etmekten geri durmaz da. Tabii bu bize sökmez. Malum, Türkiye Osmanlı bakiyesi üzerine kurulu bir devlettir. Dolayısıyla yediden yetmişe herkesi kucaklayıcı düşünce yapısıyla İran modelinden etkilenmemesi bizim açımızdan avantaj teşkil ederken, İslam ülkeleri açısından ise model ülke olduğumuzun göstergesidir. Şimdi gel de İran bizi kıskanmasın, dedik ya Türkiye’nin İslam ülkeleri üzerinde ki özgül ağırlığı ziyadesiyle rahatsız olmasına yetiyor. İran kıskana dursun biz bu arada neydik edip var olan potansiyel gücümüzü kinetik enerjiye dönüştürmek için yola koyulmalı. Dönüştürelim ki hem Ortadoğu halkları hem de tüm insanlık rahat bir nefes alabilsin. Zaten Türkiye bir ayağa kalkarsa tüm mazlumların ayağa kalkması an meselesi diyebiliriz.

Malum olduğu üzere Amerika bir zamanlar bölgede bazı ülkeleri terörü destekleyen ülkeler olarak ilan ederken, Suriye’yi bundan istisna tutmuştu. Öyle ya Ortadoğu’da en az yüzyıllık geçmişe dayanan planla petrol çıkarları gereği istisna tutulacaksa tutulur. İşte Beşar Esad’ın devlet terörü zulmüne göz yumulması bunun en bariz göstergesi. İcabında İran’la bile iş tutabiliyorlar. Bakmayın siz öyle ABD’nin barış havarisi kesilip güya buralara getirmek için geldiğine. Bikere görünen köy kılavuz istemez, daha buralara ayak bastığı günden bu yana bu topraklarda bırakın barış getirmeyi, her yer kan revan içinde. ABD şunu iyi bilsin ki, böyle ikiyüzlü çifte standart uygulamalara devam ettiği sürece kendi kazdığı kuyuya kendisi düşecektir. Nitekim tüm dünya da Amerikan karşıtlığı cephenin git gide artış kaydetmesi bunun delili zaten.

Hani diyorlardı ya, Ortadoğu’da izleyecekleri politika önce güvenlik, sonra barış temelli siyaset yol takip etmek olacaktı. Hatta bir dönem güvenlik, barış, Golan Tepeleri ve su gibi konular masaya yatırılıp güya Türkiye’ye de bu süreçte arabuluculuk rolü düşmüştü. Hadi ne oldu, bir sabah uyandığımızda görünen manzarada birde baktık ki dağ fare doğurmuş. Barış getirmek kim onlar kim, meğer barıştan maksat İsrail’in güvenliğini sağlama almaya yönelik girişimlermiş. Zira Şimon Peres’in tekrar İsrail’de devlet başkanı olarak seçilmesi yönündeki çabalardan bunu sezmek mümkün. Keza bunu Obama’nın giderayak topal ördek misali İsrail’in kanun dışı yerleşim politikalarına karşı çekimser oy kullanmasında ki o ince ayar politikalarında da anlamak mümkün. Güya CIA ve Derin Amerika mekanizmalarıyla birlikte ağzımıza bir parmak bal çalarak bizi kandıracaklarını sanıyorlar. Oysa tiyatro oynamalarına gerek yoktur, halefi Trump daha koltuğuna oturmadan sanki zulme uğrayan Ortadoğu halkları değil de İsrail’miş gibisine ‘dayanın’ kurtarmaya geliyorum diyor. Umarız bu söz ters tepip Amerikan derin güçlerin beklentilerini boşa çıkaran durum ortaya çıkarır. Hele bir koltuğa otursun bakalım her şey o zaman belli olur zaten.

Her neyse ilk baştaki konuya döndüğümüzde Benjamin Netanyahu İsrail’in başına geldiğinde toprağa karşı barış sloganı kendiliğinden suya düşmüş oldu. Tabii Netanyahu hemen daha işin başında tüm Arap âlemini karşısına almayı göze alamaz. Dolayısıyla politikalarını daha çok güvenlik ekseni üzerine kurar. Hatta bu eksende Mısırda terör zirvesi gerçekleştirilmesine yeşil ışık yakar da. Ama maalesef zirvenin hemen ardından Tel Aviv ve Kudüs’te ardı ardına patlatılan bombalarla 60 kişinin ölümü zirveye gölge düşürür. Böylece barış girişimleri fiyaskoyla neticelenir. Belli ki, Ortadoğu’da bir türlü bitip tükenmek bilmeyen hadiselerin arka planında büyük bir enerjiyi kapma yarışı ve İsrail’in çıbanbaşı olarak bölgede varlığının güvence altına alma hesapları vardır. Zaten her daim ajandalarında saklı tuttukları bu tür emeller var oldukça bir değil bin zirvede düzenlenseler de Ortadoğu’da sular hiçbir zaman durulmayacaktır.  Hele birde işin içinde petrol üreten Libya, İran ve Irak yöneticilerinin Amerika’yla ters düşmeyecek politikalar izleyeceklerini göz önünde bulundurduğumuzda Ortadoğu’da alicengiz türünden oyunların gırla gideceği malum. Sıkıysa hele bir ters düşsünler hemen ambargo uygulamaları devreye girer de. İşte bu noktada bize düşen kimin ne yaptığı değil asıl bizim ne yapacağımız çok önemli husustur. Hiç kuşkusuz bir yandan komşularımızla iyi geçinmenin yollarını ararken diğer yandan da ucuz kahramanlık eğilimlerine kapılmadan kurtlar sofrasında alnımızın akıyla çıkabilecek politikalar ortaya koymak en akılcı yöntem olacaktır. Yeter ki dost sandığımız içimizden ve dışımızdan tekerimize çomak sokan ihanet şebekeleri çıkmasın evvel Allahın izniyle uluslararası güçlerin üstesinden geliriz elbet.  Bakın tarihi süreç içerisinde batıyla ihtilafa düştüğümüz dönemleri bir düşündüğümüzde karşımıza çıkan ilk manzarada İran’ın sürekli bizim tekerimize çomak sokarcasına gizli bir güç gösterisi yarışı içerisine girdiğini görürüz. İran’ın batıya karşı güç gösteri hevesine kapılıp meydan okumasını anlarız da Türkiye’ye karşı içten içten diş bilemesini doğrusu anlamakta zorlanıyoruz. Doğrusu İran’ın dost mu düşman mı belli değil, ama şu bir gerçek Ortadoğu denkleminde dikkatle izlenmesi gereken ülke olduğu muhakkak. Çünkü bir bakıyorsun 8 yıl süren Irak-İran savaşının fitilini ateşleyebiliyor, bir bakıyorsun güya İsrail karşıtı gözüküp Şii taassubuyla İsrail’in değirmenine icabında su taşıyabiliyor. Hele ki Ortadoğu’da en büyük kâbusu Türkiye’nin Ortadoğu’daki ağırlığı ve Fırat Kalkanı harekâtında ki dillere destan başarısı söz konusu olduğunda bir bakıyorsun Suriye meselesinde ateşkesin sağlanmasında Rusya ile birlikte yanımızda yer alabiliyor. Allah bilir ya, Türkiye bir dara düşmüş olsa içten içe elini ovuşturup oh olsun diyen ülkelerin başını çekecektir. Dedik ya dost mu düşman mı belli değil,  sanki ortama göre şekil almakta. Hele yarın öbürsü gün bir sisli bir hava sezmeye görsün hemen o sisli havayı kaşımaktan geri durmaz da.

Peki ya Suriye politikalarımız? Bilhassa 12 Eylül sonrası PKK’nın Suriye’de konuşlanması, Türkiye’yi adı konulmayan maliyeti ağır savaşın eşiğine itmişliği malum. Hiç kuşkusuz böyle bir durumda ilişkilerimizin iyi olması beklenemez. Ama gel zaman git zaman bir takım süreçler yaşayaraktan Arap Baharı havası esmeye başlar bu kez Suriye ile olan ilişkilerimiz tam tersi bir düzlemde seyreder. Ancak ne var ki bahar havası da akamete uğrayacaktır. Tâ ki bahar havası Beşar Esad’ın yan çizip kendi ülke halkına havadan kimyasal silahlarla bombardımanına tuttuğu güne dek sürecektir. Böylece Esad ülkesini ateşin ortasına attığı gibi bizimde komşu ülkelerle sıfır problem politika hedeflerimiz sarsmış olur. Eeeh ne yapalım sıfır problem ilişkiler sürdürelim diye bile bile de zulme rıza gösteremezdik. Hele ki mazlumların ahı figanı gök kubbede yankılanırken bize hiçbir şekilde eli kolu bağlı kalarak sırra kadem basmak yaraşmazdı. Tüm iyi niyetli çabalarımızı görmezden gelip istismara kalkıştılar. Sabır sabır dedik sonunda patladıkta. İşte Fırat kalkanı Harekâtı sabrın en son patladığı noktada mazluma umut zalime korku salmak için düzenlenen bir harekâttır. Asla toprak kapma harekâtı değildir. Şunu dünya âlem bilsin ki oralarda hem kendi güvenliğimizi sağlamak için hem de mazlum hakların gözyaşını silmek için varız. İşimizin hiçte kolay olmadığını biliyoruz. Baksanıza ne idüğü belirsiz ortada bir sürü terör örgütü varsa hepsiyle mücadele içerisindeyiz. Olsun mazlumun ahını dindirmek için bir ölüp bin dirilmeye değer de.

Hiç bir ülke dış politikalarını tarihinden, coğrafyasından ve kültüründen bağımsız yürütemez. Hele ki İsrail’in senelerdir İslam âlemiyle kavga halini hesaba kattığımızda istesek de Ortadoğu’da yaşanan bir takım iç sızlatan hadiseler karşısında köklerimizden bağımsız bir politika izleyemeyiz. Ama bu demek değildir ki derhal ABD ile olan müttefikliğimize son verelim ya da düşman bellediğimiz diğer ülkelerle tüm diplomatik kanalları tıkayalım. İcabında ihtiyatı elden bırakmadan öfkemizi dizginleyip kendimize yeni alanlar açmak gerekir. Her ne kadar Obama’nın giderayak Türkiye aleyhine izlediği politikalar müttefikliğimize gölge düşürmüş olsa da ocak ayında yönetimi devralacak Trump döneminde yeniden ilişkilerimizin rayına oturmayacağı anlamına gelmez. Şu bir gerçek devletler için ebedi düşmanlıklar olmadığı gibi ebedi dostluklar da olmaz. Bu gün düşman bildiğimiz ülke bir bakıyorsun yarın dost olabiliyor, dün dost sandığımız ülke bir bakıyorsun düşman olabiliyor. Dolayısıyla anlık çıkışlar yapmak yerine gelişmelere göre gardımızı almak mecburiyeti vardır.

Şu da var ki, dünyadan kopuk kendi kabına çekilmiş politikalar takip etmekte bize yaraşmaz. Ancak aktif politika izlerken de kör kütük teslimiyet anlamında politika değil elbet, tam aksine dengeleri lehimize çevirecek şahsiyetli politikalar yürütmek kaydıyla aktif politika izlemek esas olmalıdır. Bu arada Türkiye-ABD münasebetlerde İsrail faktörünü göz ardı etmemekte fayda var. Çünkü İsrail’in Nil’den Fırat’a, hatta daha da ötesine taşma arz-ı mev’ud emeli (Yahudiler tarafından vaad edilmiş topraklar diye nitelendirilen ülküsü) meclisinin kapısına yazdığı bir sır değil artık. İsrail’in bir zamanlar ABD desteğini arkasına alaraktan Suriye üzerinden Lübnan’a yönelik sürekli tehditler savurmasının arka planında yatan gerçekte buydu zaten. Dolayısıyla ne zaman ki İsrail kapısında asılı duran o ülküsünü indirir o zaman Türkiye-İsrail ikili ilişkilerde karşılıklı güven esasını ilke edinebiliriz.  Belli ki o yazı kapıda asılı durdukça ne bize rahatlık var ne de Ortadoğu halklarına. Her şeye rağmen yinede yeise kapılmamak gerekir,  sonuçta er ya da geç Allah nurunu tamamlayacak, buna inancımız tam. Şu iyi bilinsin ki bu inanca sahip iktidarlar var oldukça mazlumların ahı yerde kalmayacaktır.

Velhasıl, bizim politikalarımız cennet mekân Abdülhamit Han usulünce yürütülen politikalar doğrultusunda olacaktır. İşte bu doğrultuda ötelere yelken açarsak Ortadoğu o muhteşem mazisine yeniden kavuşabilir pekâlâ. Neden olmasın ki?

Vesselam.