Resulullah (s.a.v) “Allah-ü Teâlâ ile kul arasında yetmiş bin nurdan perde ve yetmiş bin zulmetten perde vardır” beyan buyurmakla kulların yetmiş bin perde arkasında olduğuna işaret eder. Ancak işaret edilen perdeler Yüce Allah’ın doğrudan zatını ilgilendiren perdeler olmayıp bilakis Yüce Allah’ın Esma’sının tecelli mertebeleri ve yarattıkları arasındaki tabakalarla alakalı hicab perdeleridir elbet.

Öyle anlaşılıyor ki Yüce Allah (c.c) zatını yetmiş bin hicab perdeyle perdelemiştir. Ama Yüce Allah’ın zatını perdeleyip gizlemesi Allah’ın var olmadığı anlamına gelmez. Tam aksine müminler olarak bizler her bir perdeden tezahür eden sıfatlarının tecellisine bakaraktan varlığını iman dolu göğsümüzde hissedebiliyoruz zaten, bu yetmez mi? Elbette ki bu dünyada O’ndan tecelli edecek olan her ne varsa o bize ziyadesiyle yeter artar da. Kaldı ki Resul-i Ekrem (s.a.v): ‘Allah zatını nur ile perdeledi. Eğer cemalini açsaydı bütün mahlûkat yanardı’ (Müslim, İbni Mac’e) diye beyan buyurmakta. Bu demektir ki zatına bakmaya hiç kimsenin güç yetiremeyeceği, dolayısıyla Yüce Allah’ı mekândan ve zamandan münezzeh olarak ve O’nun hiçbir benzeri olamayacağını düşünerekten zatını zikretmemiz gerekiyor. Zira Allah’ı bu bilinçte analım ki ahrette cennete girmekle müjdelendiğimizde cemalini temaşa edebilelim. Nitekim Allah ahirette mümin kulları için perdeleri kaldıracak da.

Evet, Yüce Allah (c.c) dünyada zatıyla değil sıfatları ve isimlerinin tecellileriyle bilinmesini istiyor. Tabii bilmek iyi hoşta, ama nasıl bileceğiz denildiğinde bunu açmamız gerekiyor. Bu bilme durumu sohbet, nasihat ve tefekkür yoluyla olabileceği gibi Allah’ı zikretmek yoluyla da olabilir. Nasihat ve sohbet yoluyla; mesela her bir Peygamber kıssası ya da âlim ve evliya sohbetleri de Allah’ı bilmede ışık tutabiliyor. Tefekkür yoluyla; mesela tüm mahlûkatın yaratılış nizamına baktığımızda her bir yaratılan varlık Allah’ın birliğine ayna olup Allah’ı bilmemize vesile olabiliyor.  Hiç kuşkusuz Allah’ı hatırlatacak tüm aynalar asla yalan söylemez. Hem nasıl yalan söylesin ki, bikere Allah’ı hatırlatacak aynalar kul yapısı değil ki, doğrudan Tevhidi işaret eden aynalardır.  İşin içinde Tevhid söz konusu olunca her bir aynanın müminler nezdinde çok büyük anlam ifade etmesi gayet tabiidir. Yeter ki müminler aynalardan yansıyan İlahi nur tecellilerine kayıtsız kalmasın, bak o zaman Allah’ın 99 güzel isimlerinin yüzü suyu hürmetine marifet ilminden üzerine düşen hisse payını ruhunda hisseder de. Kayıtsız kalmamakta kastımız yaratılış gayemiz ne ise onun gereğini yerine getirmektir elbet. Nitekim Yüce Rabbimiz yaratılış gayemizi şöyle beyan buyurmakta: “Ben insanları, cinleri bana ibadet ve kulluk etsinler diye yarattım.”

Evet, ayeti kerimeden de anlaşıldığı üzere Yüce Yaradanı bilmenin sırrı ancak Allah’ı zikretmek ve ibadet etmek yoluyla çözülebiliyor. Hâşâ Allah’ın bizim ibadete mi ihtiyacı var,  O’nu bilmemiz için tam aksine bizim ihtiyacımız var. Öyle ya,  ibadet olmayınca Allah’ı nasıl bilebiliriz ki. Mutlaka kulluğun nişanesi iman, ibadet ve itaat olmalı ki ubudiyet idrak edilebilsin. Hiç kuşku yoktur ki, dünyada iken hayatını Allah’a itaat etmekle geçirenler ahirette Yüce Allah'ın cemalini görme şerefinden mahrum kalmayacaklardır. Nitekim kalp zikri, letaif zikri ve Nefy-u İsbat zikri çekenlerin göğsünde ve alnında kodlanmış âlem-i emirle bağlantılı letaifler bunun emarelerini ve muştusunu veriyor zaten. Malumunuz letaifler Yüce Allah’ın nurani tecelli daireleridir.  Şayet bir salik Lafza-ı Celal (Kalp ve Letaif)  zikri ve Nefy-u İsbat (Kelime Tevhit) zikri gibi daha nice zikirlere talip olup hakkını ziyadesiyle yerine getirirse şunu iyi bilsin ki daha evvel nefsin etkisiyle körelmiş ve nurları sönmüş halde konumlanan:

-Göğüs kafesinin sol memenin dört parmak altında bulunan KALP letaifi,
-Göğüs kafesinin sağ memenin dört parmak altında bulunan RUH letaifi,
-Göğüs kafesinin sol memenin iki parmak üstünde bulunan SIR letaifi,
-Göğüs kafesinin sağ memenin iki parmak üstünde bulunan HAFA letaifi,
-Boyun çukurunun iki parmak altın bulunan AHFA letaifi,
-İki kaş arasında bulunan NEFS-İ NATIKA gibi letaifler  (latifeler) nuraniyet kesb edip asıl makamlarına yükselecektir.

Gerçektende daha öncesinden nefsin ablukası altında Allah’ın zikrinden mahrum kalaraktan körelmiş letaifler nuraniyet kesb ettiğinde görülecektir ki;

-Kalp letaifi huzur bulurken ruh ise Allah’a olan sevgisi arttıkça coşup cezbe haline bürünecektir.
-Sır letaifi kesrette vahdete ererken hafa’da Allah’ın zatı tecellisiyle benliğinden arınacaktır,  yani istiğraka gark olacaktır.
-Ahfa letaifi eşyanın esaretinden kurtularak izmihlal olur. Yani salik ahfa letaifinde malın mülkün sembolü olan eşyanın Allah’ın varlığında yok olduğunu idrak edip böylece dünya hırsından hızla uzaklaşacaktır.
-Nefs-i Natıka letaifi ise saliki enaniyetten mahfiyete taşıyacaktır. Böylece Hak Teâlâ’yı şeksiz şüphesiz tasdik edip emrine amade olacaktır.

Bu arada insan göğsünden bahsetmişken bir hususa değinmekte fayda var. Hani halk arasında göğüs kafesinin tam ortasında bulunan iman tahtasından söz edilir ya hep,  aslında sözü edilen o iman tahtası göğüs kaburgalarını birbirine bağlayan düz kemikten başkası değildir elbet.  Bir insan düşünün ki kalp krizi geçiyor hemen ilk yardım bilen birisince bu düz kemiğin üzerine birkaç kez basmak suretiyle icabında hayatı kurtarılabiliyor. Hakeza bir kaza esnasında göğüs kafesinin kaburgalarından bir tanesinin kırılarak koptuğunda iman tahtası denilen kemikle bağlantısı kesileceğinden kaza geçiren insanın nefes almakta zorlanacağı muhakkak. Allah korusun birde böylesi bir elim durumda bu adamın kaburgalarının tamamının kırıldığının düşünün bu kez kaburga kemiklerinin topyekûn iman tahtasıyla bağlantısı kesileceğinden nefessizlikten ve oksijensizlikten boğularak ölmesi kaçınılmaz hal alacaktır. Aynen öyle de göğsümüzde kodlanmış letaifler nefsin boyunduruğu altına girip koptuğunda âlem-i emirle bağlantısı kesilip ilahi nur ve feyizden mahrum kalaraktan ruh dünyamızın ışıksızlıktan kararacağı muhakkak.  Hatta bu misalden hareketle iman tahtasını bu kez de manevi bir siper olarak düşündüğümüzde bir kahraman askerin yapacağı tek şey göğsünde taşıdığı iman nuru letaiflerle Allah’tan başka tüm iç ve dış sahte mabutlara karşı Çanakkale geçilmez diyebilecek donanıma ve yüreğe haiz olmasıdır. Nasıl ki zahirde bir takım talimnamelerle iyi bir asker olunuyorsa, maneviyatta da iyi bir salik olmak içinde yukarıda özelliklerini dile getirdiğimiz letaifleri işler hale getirerekten nefsin hegemonyasına karşı iman tahtasını siper edindiğinde evvel Allah’ın izniyle tüm iç ve dış sahte mabutların hakkından gelip fenafillâh ve bekabillah mertebelerine erişirde. Derken salik kat ettiği mertebeler sayesinde Yüce Allah’ın tüm mahlûkat üzerindeki tecelli dairelerini müşahede etme şerefine nail olacaktır. Ancak unutmayalım ki, bu mertebelere tek başına erişmek hiçte kolay değil, mutlaka iyi bir komutanın rehberliğine ve talimnamesine ihtiyaç vardır. Yani marifetullah ehlinin komutlarıyla hareket etmeli ki fenafillâh ve bekabillah aşamalarından geçilebilsin. Resulüllah (s.a.v) âlemlere rahmet olarak gönderilen bir elçidir. İşte tüm insanlığa elçi gönderildiği o gün bu gündür O’nun izini iz sürebilecek tüm mürşitlerin (kılavuzların) rehberliğine ihtiyaç duyarız da. İyi ki de Peygamberimiz (s.a.v)’in dünden bugüne izini iz süren rabbani âlimler, evliyalar ve irfan ehli var da bu sayede beşeriyet göğsünde âlemi emirle bağlantılı letaiflerin nasıl çalıştırılacağının tatbikini öğrenebiliyor. Böylece Allah’a yakin olmak hali neymiş taliplilerce idrak edilmiş olunur.

Evet, Yüce Allah Resulünü tüm insanlığa rehber olarak gönderip, hem kalbin nasıl çalışacağını bildirdi, hem de kâmil insan nasıl olunabileceğini öğretti. Öğretmeseydi kâmil insanlar günümüze kadar uzanıp aydınlık rehber olamayacaklardı. Hele ki aydınlanması gereken iç âlem söz konusu olunca bu anlamda rehber edinmemiz şart olur da.  Malum iç âlem bilinmeyen bir âlem, beş duyumuzla idrak edemesek de amentümüzle iman etmemiz kâfidir. Ki, amentü daha çok görünmeyene inanmayı gerektirir. Bu nedenle gaybı bilmesek de sorgusuz sualsiz inanmak farzdır. Materyalistler ve ateistler hiç boşa heveslenmesinler, iman akılla kavranılacak bir değer değil. İman ancak vahyi soluklamak, öğrenmekle ve nübüvvet kokusunu fark etmekle anlaşılır. Görüneni müşahede etmek haber niteliğinde bir uğraş gerektirdiği için bunda kâfir mümin ayırımına gerek yoktur. Yani kim daha maddeyi iyi işliyorsa üretime dönüştürmesinde önde olması kaçınılmazdır.  Ama iman öyle değil, bunda deneysiz gözlemsiz amentüye inanmak gerekir ki iman etmiş olunsun. Dedik ya dünyevi olan teoriler görüneni temsil eder, uhrevi olansa diğeri görünmeyeni. Şurası muhakkak ahrette ilk soru görünmeyenden, yani imandan gelecek. İman etmeyen ateistlerin vay haline, mizansız sorgusuz sualsiz doğrudan cehenneme atılacaklardır. Müslüman’ın imansızdan farkı mizan terazisinden geçmesidir. Yani, Allah’ın huzurunda hesabını verdikten sonra gideceği yer ya cennet ya da cehennemdir. Ancak burada cehenneme girecek olan Müslüman’ın da imansızdan farkı gözlerden kaçmayacaktır. Nasıl mı?  Günahlarının bedelini çehennem de çektikten sonra eninde sonunda cennete girecek olmasıyla farkını fark ettirecektir.  Nitekim Peygamberimiz (s.a.v)  bu hususta ümmetinin yüreğine adeta su serperek şöyle hafifletir de: “Zerre miskal kalbinde imanı olan cennete girecektir” (Buharı). Zaten âlemlerin rahmet peygamberine de göğsünde bir nebzede olsun iman nuru parlayanlara ferahlatmak yaraşırdı. Sonuçta hepimiz beşeriz,  beşer olmamız hasebiyle şaşarız da,  bir düşüp şaşmayan Yüce Allah’tır elbet. Kaldı ki insan göğsü ruh yönüyle nurani latifelerle donatılmış olsa da, nefis yönüyle de kötülüğü emreden nefsi emmarenin telkinlerine açık zayıf yaratığız. Madem öyle, zayıf yönlerimiz söz konusu, o halde bize ten kafesi içerisinde körelmiş olan letaiflerin nasıl çalışır hale getirileceğini gösterecek bir rehber edinmemiz gerekmez mi? Gerekmekte ne söz,  dizinin dibinde diz çöküp hemen gerekli eğitimleri almamız lazım gelir. Bakmayın siz öyle Allah ile kul arasına kimse giremez deyip de kafa bulandırmaya çalışan bir takım aklı evvel ahmakların densiz sözlerine. Ahmak oldukları şundan belli,  sürekli vasıtalarla gayeyi birbirine karıştırır olmalarıdır. Onlar sürekli araçla gayeyi karıştıra dursunlar bize bir bilenle yol almak düşer. Hem baksanıza atalarımız ne de güzel söylemişler, danışan dağı aşmış danışmayan düz yolda şaşmış diye. Dolayısıyla lafı hiç eveleyip gevelemelerine gerek yoktur,  şayet Allah ile kul arasına hiç kimse giremez sözünden maksad hiç kimse din kuramaz, ya da dini tekeline alamaz manasında söyleniliyorsa buna asla itirazımız olamaz, bizim itirazımız sadece sözün söyleniş tarzı ve ortaya koyuş biçiminedir. Yoksa bizim kimseyle ne alıp vereceğimiz olur ne de kendimizi onlara karşı ispatlama derdimiz olur. Ama bizle derdi olana da sessiz kalmayız. Onlara tavsiyemiz sanki Allah’a giden yolda tüm vasıtaları ve rehberleri ilah edinmişiz gibisine hakkımızda iftira atmalarından vazgeçmeleridir. Oysa bizi masa başı haberlerle değil yerinde gözlemlemiş olsalardı,  gerçek bir mürşidin kapısına gelenlerin Allah’ın zikrini talim ettikleri gibi seyr-i sülûk yolunda ruhen dirilişe geçtiklerini göreceklerdi. Evet, gerçek rehberlerin tüm amacı ve tüm çabaları ruhu nefse galip kılmaktır.  Bikere adı üzerinde mürşid, yani danışılması gereken ışık feneri. Maalesef gel gör ki bazı aklı evveller rehbere tabii olmayı amigolukla karıştırıp şirk olarak nitelendirebiliyorlar. Hiç kuşku yoktur ki,  bu aklı evveller Allah Resulü döneminde yaşasaydılar sahabenin samimi bağlılığına ya da Ebu Bekir Sıddık (r.a)’ın “O dediyse doğrudur” ifadesiyle özdeşleşen sorgusuz sualsiz teslimiyetine de şirk diyeceklerdi. Hani sohbetlerde anlatılır ya, Allah dostuna sizin işiniz nedir diye sormuşlar. O Allah dostu da şöyle cevap vermiş: “Bizim işimiz dünyadan çözüp ahrete bağlamaktır.” İşte görüyorsunuz her şey bu özlü sözlerde gizli, anlayana tabii.  Evliyaullah’ın derdi davası hâşâ kendilerine taptırmak değil, bilakis insanların Allah’a kul olmaları için göğsünde kodlanmış letaiflerini nuraniyet kesb etmesi için rehberlik etmektir. Zikir ehli olmasa kalp zikrinin en az kaç,  azami kaç sayıda çekileceğini, letaif zikrinin kaçtan başlayıp en son kaç sayıda tamamlanıp Nefy-u İsbat zikrine ne zaman geçileceğini bilemiyor olacaktık. Mesela Nakşibendî Sadatlarına baktığımızda sofilerini seyr-i suluk idmanında kalpte en az beş bin Lafza-i celal zikrini talim ettirerek fitili ateşlerler. Tâ ki kalp yirmi bin Lafza-i celal zikriyle kemal bulur, bu kez Sadatlar sofilerine göğsünde ve iki kaşı arasında, yani altı noktada en az yirmi üç bin olmak üzere Lafza-i Celal zikri talim ettirirler. Derken başlangıçta 23 binle başlanılan letaif zikri belirli dönem aralıklarla yine altı noktada sayıca artırılarak süreç işletildiğinde en nihayetinde yüz bir bin sınırında letaif zikri tamamlanmış olur. Sadatlar işte bu aşamaya gelmiş sofisine bu kez zikirlerin en efdalı Nefy-u İsbat, yani Kelime-i tevhid zikrini talim eyleyecektir. Sadece sayı olarak mı talim eyleyip rehberlik ederler, elbette ki kalpte, göğüs üzerinde ve iki kaş arasında Allah zikrinin nasıl çekileceğinin ve zikir dağılım sayısının nasıl taksim edileceği yönünden de kılavuzluk ederler. Anlaşılan o ki,  nokta atışlar sadece dünyevi şeylerde kullanılmıyor uhrevi işlerde de kullanılmakta.  Nokta atışlar tam isabet ettiğinde salik seyr-i sülûk yolunda ilerleme kayd edip bir bakmışsın vuslat hâsıl olur da. Unutmayalım ki hidayet Allah’tan, mürşitler seyr-i sülûk yolunda sadece rehberdirler.  O halde onların zahirlerine değil, yollarına takılmak gerekir ki hidayete erebilelim.

Peki ya, Rabıta?  Malum,  rabıta bir gönlü bir gönle bağlamanın adıdır. Teşbihte hata olmasın, bunu bir kıza gönlünü kaptıran gencin sevdasından da anlayabiliriz pekâlâ. Ama bu demek değildir ki o genç sevdalandığı kıza tapıyor.  Tasavvufi manada rabıtada aynen o gencin sevdası gibidir.  Hatta rabıtayı tıpkı  “Ya Resulullah!  Anam babam canım sana feda olsun” haykırışında yerini bulan sahabenin sevgisinde de bunu pekâlâ anlayabiliyoruz. Bu ve buna benzer pek örnekleri sıralayabiliriz de. Malum, tasavvufta rabıta mürşidi kâmil’in iki kaşı arasında çıkan ilahi nur’un göğüs kafesi içerisinde ki kalp ve letaiflerin üzerine aktığını ve bu akan nur-i feyizle kalb ve letaiflerin tüm kirlerden arındırılıp siyah bir duman şeklinde vücuttan çıktığını tasavvur etmenin adıdır rabıta. Bunun dışında yok mürşide tapmakmış,  yok Allah ile kul arasına girmekmiş gibi bir sürü suizan yorumlar asla rabıtanın mana ve ruhuyla uzaktan yakından alakası olmayan ilgisiz tanımlamalardır. Onlar gönlü gönle bağlamak kavramını ilgisiz tanımlamalarla karalamaya dursun biz yinede onlara Necip Fazıl Kısakürek’in ‘Rabıta-i Şerife’ adlı eserini okumalarını tavsiye ederiz. Okuduklarında göreceklerdir ki, rabıtanın tapmak olmadığını, bilakis müridin malayani boş işleri tasavvur etmekten uzaklaştırıp kalbi ilahi tecellilere baş başa bırakmaya yönelik ‘rabt’ etmek hadisesi olduğunu anlayacaklardır.  Mürşidin burada ki konumu sadece yüce makamlardan gelen ilahi nur’a ayna olmaktır, dolayısıyla bunun dışında bir mürşidden şeriata aykırı bir durum beklenmez zaten. Bakın Muhyiddin Arabî Hz.leri ne diyor: “Âlem ayna, bu aynanın cilası da şüphesiz insanı kâmildir.  İnsan-ı kâmil; Allah’ın Esma'sını, ilahi feyz ve nur’unu beşer yönüyle kendi cinsinden beşere aktarmasıdır” (Bkz. Cami, Nakdu’n Nusus fi şerhi Nakşil Fusus, 104).

Evet, Muhyiddin Arabî Hz.lerinin beyanlarından da anlaşılan o ki; Yüce Allah (c.c.) ilahi feyz ve nuruyla sevdiği kulunu boyayıp âleme cila eylediği gibi melekleri arasında övüp dostum der de. Şimdi gel de böylesi bir Allah dostuna muhabbet duyma, ne mümkün. Düşünebiliyor musunuz hayatında bir kez olsun muhabbetten nasiplenmemiş bir kısım insanlar dışarıdan sofilerin birbirlerine karışı ve mürşidine olan muhabbetlerine değişik gözle bakabiliyorlar. Mesela bir sofi mürşidin gördüğünde hemen adaba geçip hürmet göstermesini yadırgayabiliyorlar. Değil bir âlim ya da bir mürşide hürmet göstermek, sıradan bir kişiye bile hürmet göstermekle insan küçülmez tam aksine büyük kazanç elde eder de.  Kaldı ki sofi kelimesinin menşeine bir bakın  ‘yün giyen’ manasına geldiğini görürsünüz. Yün yumuşaklılığı çağrıştırdığı için pekâlâ buna ‘yumuşaklılığı libas edinen şahsiyetler’ bile diyebiliriz. Gerçektende öyleler zaten, kendilerine ‘Ashab-ı Suffe’i örnek aldıkları içindir bir o kadarda saf ve narin mizaçlıdırlar. Sofiler gayet çok iyi biliyorlar ki; sırasıyla müride sevgi duymak mürşide sevgi duymaktır, mürşide sevgi duymak Allah Resulüne sevgi duymak demektir, Resullullah’a sevgi duymak Allaha sevgi duymaktır. Dolayısıyla dışarıdan hiç yalandan gazel okuyup da bu sevgi zinciri hakkında, yok efendim şirkmiş, yok efendim rabıta Allah ile kul arasına girmekmiş gibi bir sürü ipe sapa gelmez sözlerle sofilerin muhabbetiyle oynamasınlar. Hem Allah için bir insana muhabbet duymak ne zamandan beri şirk olmuş da bizim haberimiz olmamış. Oysa biz çok iyi biliyoruz ki, bir kişiye duyulan sevgi ulûhiyete dönüştüğünde ancak şirk olmakta, bunun dışında insanların birbirlerini Allah için sevmelerinde herhangi bir beis yoktur.  İşte rabıtada bunun gibi bir şeydir, yani Allah için Allah’ın dostunun gönlüne girmenin adıdır: Rabıta.

Dikkat edin bu tarifte Allah dostu var, yani bu tarifte bir başkası yoktur. Çünkü müminlerde kendi aralarında derece derecedirler. En üst derecedekilere Kur’an diliyle mukarrebun denilir. Bu hususta Mevla’mız; “Allah kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltir” buyurmakta (Mücadele 58/11). Peygamberimizde “Âlim'in abide üstünlüğü benim sizden en düşük dereceliye üstünlüğüm gibidir” (Tirmizi, ilim 192682) buyuruyor. Madem insanlar arasında dereceler söz konusu, o halde seyr-i sülukunu bitirmiş olan bir salik gün gelir mürşidi aradan çekilir de, çünkü o hakikate meyvesine erişmiştir artık. Zaten mürşit bu mertebeye erişmiş sofisini dua ederek desteklediği gibi emaneti sahibine teslim eder de. Dolayısıyla Cenabı Hak bu manada; ‘Allah Teâlâ’nın kendisine kitap verdiği hiçbir kimsenin insanlara: Allah’ı bırakıp bana kul olun demesi hak değildir. Fakat onlar insanlara şu okuduğunuz kitap gereği Rabbani olun. Onlar size: Melekleri ve Peygamberleri ilahlar edinin diye de emretmezler’ (Al-i İmran 79–80) buyurmaktadır.

Hakeza Allah Teâlâ ‘Beni seven kimse Peygambere uysun’ buyuruyor (Al-i İmran/30). Anlaşılan o ki, onları sevmemizin tek nedeni Allah yolunda rehber olmalarıdır. Bu nedenle Sadatlara seçilmişlerin seçilmişi gözüyle bakarız da. Şayet birileri sırf dünyalık için insanlara rehber oluyorsa, asla böylelerine Sadatlara baktığımız gözle bakmayız, Allah korusun o gözle baktığımızda bizimde dünya perestlerden ve yalaka tayfasından bir farkımız kalmaz. Kaldı ki Allah Teâlâ’nın sevmediği bir kimseyi tüm yalakalar övse ne, övmese ne,  Allah katında böylelerinin hiç bir değeri yoktur zaten. Nitekim Allah Teâlâ değer verdiği kulun vasfını ayetinde şöyle bildirir de: “Allah katında en şerefliniz en muttaki olanınızdır” (Hucurat 49/13).

Evet, Allah katında bir değer olmak istiyorsak bu ancak muttaki kul olmakla mümkündür. Her ne kadar muttaki kullardan olamazsak da,  muttaki olanları sevmek bile bir derece iman nurunun kemalatına işarettir.  Örnek mi?  Hace Alâeddin Attar (k.s) ve Şah-ı Nakşibend (k.s) ikilisi bunun en güzel örneği.  Öyle ki Hace Alâeddin Attar bir an olsun Şah-ı Nakşibend (k.s)’ı yanı başından hiç ayırmazmış. Tabii bu durum sofilerin dikkatinden kaçmaz da.  Merak edip sorduklarında cevaben:
-Ona öyle göz kulak olmak lazım gelir ki, yüce makamlardan onun üzerine doğacak olan ilahi feyz ve nurlara kimse mani olamasın diye böyle yapıyorum der.

Ne diyelim, işte görüyorsunuz gönül kaynaşması denen hadise budur. Lafla peynir gemisi yürümediği gibi lafla da sevgi hâsıl olmaz, esas sevgi kalben hâsıl olur.

Bakın, şöyle sahabenin hayatına, anam babam canım sana feda olsun diyecek derecede Peygamberimize adeta aşık olduklarını görürsünüz. İşte bu mest oluş sadece şekli şemailine değil, mübarek dilinden tane tane dökülen ses tonundan tutunda sarf ettiği her bir kelamına da mest oluyorlardı. Zaten aşkla ve şevkle dinledikleri her bir kelamını kalplerine nakş ettikleri içinde kendilerine sohbet halkasında şereflenen manasına sahabe dinmiştir. Bırakın sohbetten alınan tadı onu ömründe bir kez görmek bile gönül kaynaşmasına yetiyor. Rabbani âlimlerimiz bu nedenle: “Peygamber Efendimizi bir kez gören bin kere okuyandan çok daha fazla sevgi duyar” demekten kendilerini alamamışlardır. Peki ya müşrikler? Malum onlarda bu durumun farkına vardıklarında  “insan devamlı gördüğü ve işittiği şeylerin esiridir” gerçeğinden hareketle Mekke’ye gelenleri o nurlu yüzle buluşturmamak için ellerinden gelen ne varsa onu yapmaktan imtina etmemişlerdir. Dolayısıyla siz siz olun rabıta olayını hafife almayın. Hem nasıl hafife alabiliriz ki, hicret yolculuğunda Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a),  Peygamberimizle mağarada baş başa kaldığında, Allah Resulü ona:

-Ya Ebu Bekir! Gönlünü gönlüme bağla diyerek yol arkadaşını kalbi bağlılıkla kendine rabt etmiştir.

İşte bu gerçekler ışığında mürşitler de sofilerini sohbet ve nazarlarıyla sünnet-i seniyye usulünce böyle kendilerine ‘rabt’ ederler (bağlarlar). Hatta bulundukları sohbet meclisi hınca hınç dolu olsa da,  ister en arkada, ister en önde, ister yanda, ister ortada bulunulsun hiç fark etmez onu gören adeta gönlünü kaptırıp rabt olabiliyor. Aslında, hoş bir gönül kaptırmasıdır bu. Ne güzel işte,  gönlünü dünyaya kaptırmaktansa bir Allah dostuna kaptırmışız, sırf bunun için bile ne kadar şükredilse azdır. O halde Allah dostlarının nazarından geçmek için sık sık ziyaret edip sohbet halkasında bulunmak da fayda var. Sakın ola ki duymakla yetinmeyelim, yani ‘Duydum ki falancı yerde bir Allah dostu varmış’ demek yerine bizatihi ziyaretine gitmek icab eder. Zira bu yolda duyumla hareket edilmez, aynel yakinle (müşahede etmekle)  hareket edilir. Aynel yakin olmadan hakkel yakin olunmaz. Kelimenin tam anlamıyla görerek ancak tefekkür hali elde edilebiliyor. Tabii, bazı aklı evveller her konuda olduğu gibi aynel yakin,  hakkel yakin konusunda da Kur’an’da böyle şeyler yoktur diye itiraz edeceklerdir. Oysa yakin olma hali gönlü gönle bağlamanın ötesinde aynı zamanda Yüce Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisini yarattıkları üzerinde tefekkür etmek demektir. Nitekim Kur’an’da pek çok ayette geçen; “Düşünmüyor musunuz? Tefekkür etmiyor musunuz? Baksanıza, düşünsenize vs. tarzı ifadeler rabıtaya (yakin olma hali) ve tefekküre işarettir. Tefekkür edelim ki Allah’ın zikriyle ölü kalbilerimiz dirilişe geçebilsin. Gerçektende insanlar irfan ve feraset ehlini gördüklerinde Allah’ı hatırlar da. Çünkü Allah-u Teâlâ veli kuluna isimleriyle tecelli etmektedir. Madem öyle, o veli kul üzerinde tecelli eden ilahi nuru tefekkür etmek gerekir. Ki, tasavvuf’ta bu tefekkür hali rabıta olarak karşılık bulur. Bunda kadın erkek ayırımı olmaz. Ama bilhassa kadınların mürşidin zahir halini düşünmeksizin sadece nur-i feyzini ve adabını tefekkür etmesi kâfidir. Zaten rabıtadan maksatta Yüce Allah’ın ilahi sıfatlarından tecelli eden nurlarla kalbi diri tutmaktır. İşte bu noktada salik’in mürşidin boyasıyla boyanmaya çalışması demek bir anlamda Allah’ın sıfatlarından tecelli eden nurlarla ahlaklanması ve manen terbiye olması demektir.  Ki, bu durum tasavvufta aynileşme, yani  “fenafi’ş şeyh” hali olarak tarif edilir. Şayet bir sofi mürşidinde ‘fenafi’ş şeyh’ olabildiyse kendisi zahiren uzakta da olsa hiç bir kayıp yaşamayacaktır,  mürşidinin ervahı her daim yanı başında olacaktır. Yok, eğer bir sofi ‘fenafi’ş şeyh’ olamamışsa zahiren mürşidinin dizinin dibinde de olsa mürşidine gerçek anlamda yakin olmuş sayılmaz. Gerçek yakinlik gönül kaynaşmasını gerektirir. Nitekim Resul-i Ekrem (s.a.v) bu hususta: “Ruhlar âleminde tanışanlar, birbirleriyle tanışıp kaynaşırlar (dünyada), Orada anlaşamayanlar birbirleriyle zıtlaşıp dururlar” (Buhari, Müslim, Ebu Davud) diye beyan buyurmakta.  Madem öyle, “Kişi sevdiği ile beraber haşr olunacak” gerçeğinden hareketle hedefimiz Pir’in gölgesi altında kaynaşmak olmalıdır. Çünkü Pir’in gölgesi nefsi islah edecek güçte bir kaynaktır.  Düşünsenize Pir’in gölgesi böyleyse, kim bilir ruh dünyası nasıldır, ötesini de artık siz düşünün. O halde neydik edip dünyada iken Pir’in gölgesinin altına girmek gerekir ki feyzinden istifade edebilelim. Dikkat edin dünyada iken dedik,  dünyasını değiştirdiği zaman demedik, çünkü Gavs-i Hizani (k.s) bu hususta şöyle der: “Ölmüş aslana bağlanmaktansa diri bir kediye bağlanmak daha yeğdir.” Nitekim salik (sofi) hayatta yaşayan Pir’in gölgesinden ne kadar çok istifade ederse bir o kadar da feyizlenecek demektir. Dışarıdan salikin bu haline bakanlar bir anlam veremeyebilirler. Hatta meczup diyenlerde olabilir. Ne derse desinler çok da sofinin umurunda olmaz, çünkü tasavvuf kal (söz) değil haldir. Sofide biliyor ki, halin halinden ancak hal ehli anlar. Hal ehlinin anlıyor olması gayet tabiidir. Zira Yüce Allah (c.c) bir hadis-i kutside şöyle buyurmakta: “Kulum bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir adım yaklaşırım. O bana bir adım atarsa ben ona on adım yaklaşırım. Kulum bana yürüyerek yaklaşırsa ben ona koşarak yaklaşırım”  (Müslim, Buhari).

Velhasıl- kelam; seyr-i süluk yolunda bir sofinin yakin hali arttıkça, Allah Teâlâ o kulunu “Bizim uğrumuzda mücahide edenleri elbette yollarımıza ulaştırırız” (Ankebut/69) müjdesiyle vuslata erdirir de.

Not: Bu hususta daha geniş bilgi almak isteyenler Medine’den Buhara’ya adlı eserime bakabilirler.

Kitabın Linki: https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer