Mutlaka her milletin gelişme evresinde büyük değişiklikler olmuştur. Hiç kuşkusuz gelişme evrelerin ilk tohumu göçebeliktir, yani sonun başlangıç evresi.
İster adına bozkır, ister yaylak-kışlak, isterse göçer-konar densin diğer toplumlarda olduğu gibi, Türk’ün de kendine özgü göçebe evresi söz konusudur. Tabii ki, maksadımız göçebelik dönemi hafife almak değil, çok zor şartlarda bir yaşama biçiminin sonucu bu adı almıştır. Göçmen toplumunun ayakta kalabilmesi için o ilk evrede çok büyük mücadeleler gerektiriyordu. Zira göçebe toplumunun üretimi avcılığa ve tabiatı işlemeye dayanıyordu. Dolayısıyla göçebe şartlarında nizam anlayışımız ‘bozkır kültürü’ üzerinde şekillenmiştir. Ancak bozkır kültürümüz sadece at üzerine kurgulanmış değildi, bunun yanı sıra bu kültürde demiri dövmekte vardır.
Bozkır hayat tarzında “Bey” olabilmek için aç’a aş, çıplağa bez giydirmek vardır, ama bunun içinde avını iyi avlayıp kan dökmek gerekiyordu. Dolayısıyla böyle bir toplum yapısında güç gösterisini gösterecek simgenin yırtıcı hayvanlardan seçilmesi gayet tabiidir. İşte bu gerçekler ışığında ‘Bozkurt’ coğrafyamızın bize kazandırdığı sembol olmuştur. Bilhassa o dönemde yiğitlik ölçüsünün sembolü bozkurttu. Derken ‘Bozkurt’ göçebe toplum yapımıza uygun simgeleşmiş, hatta Göktürk bayrağının amblemi olmuş bile. Belli ki bu sembolün dışa karşı hâkimiyet anlamı da var. Zaten ‘kabile kültürü’ dışa karşı savaş ve hâkimiyet demektir.
Anlaşılan bozkır hayat tarzımızda tek ilke kuvvettir. Dolayısıyla göçebeliğe dayanan toplum evremizin destanî kültürün de yer alan “Baş kesip kan dökmek” yiğitlikten sayılıp kahramanlık olarak addedilmiştir. Kaldı ki kahramanlık addedilmese bile göçebe düzeninin devamı için o devrin şartları gereği kan dökmek, avını en iyi şekilde avlamak, tabiata hâkim olmak gerekmektedir. Hakeza savaşmakta buna dâhil olup göçebe toplumunun vazgeçemeyeceği bir unsurdur. Dahası böyle şartlarda ‘yerleşik’ düşünebilmek imkânsızdır. İşte bu yüzden müesseseleşmek, ilim, aşk, üretim gibi yerleşik değerler göçebe toplumuna yabancıdır. Bir başka ifadeyle bozkır kültürü “baş kesip kan dökmek yeğdir” ölçüsüyle hep diri tutulmuştur. Fakat ilerleyen tarihi süreç içerisinde savaştan üretime, çadırdan eve, bozkurttan koyuna, kan dökmekten ilme ve aşka geçişimiz bizi bir başka anlayışa itmiştir. İşte bu gerçekler ışığında bir yandan genel anlamda bozkurt, koyun, bilgisayar gibi öğeleri her devrin gelişme evrelerine uygun sahne almış simgeler olarak değerlendirmek gerekirken, diğer yandan özel anlamda mesela ilim, aşk, üretim, sanat gibi unsurları ise yerleşik hayat tarzının öğeleri olarak görmek gerekir.
Şurası muhakkak; her toplumda olduğu gibi bozkır kültüründen yerleşik kültüre geçişimiz pekte kolay olmadı. Zira yerleşik değerlerle buluşmamızda bir takım zorlukların yaşanması gayet tabiidir. Bu bir geçiş sancısıdır. Ne zaman ki camiler, külliyeler, saraylar, hamamlar boy vermeye başlamış, işte o an geçiş sancıları azalıp yerine yerleşik medeniyetin müesseseleşmiş kurumları damgasını vurmuştur. Belli ki sıkıntılar, bunalımlar geçiş toplumlara has bir alın yazısıdır.
Düşünsenize bir toplum yıllar boyu süren alıştığı nizam anlayışını bir anda terk edecek, bu mümkün mü? Mutlaka yeni bir hayata intibak için bir sürece ihtiyaç olduğu malum.
Nitekim “Baş kesip, kan döküp ad kazanmayı” kahramanlık sayan destanî kültürümüzden, “Ne olursan ol yine gel” diyen kültür anlayışına geçiş sürecinde yaşanan sancılar bu durumu teyit ediyor. Malum, biri göçebe hayat tarzımıza uygun yaşayan modelin adı, diğeri ise yerleşiklik içeren değerlerin temsili ifadesidir. Dolayısıyla kuvvet sembolü Bozkurt’umuz, yerleşikliğe geçişle Yunus’un değişlerinde bambaşka anlam kazanıp, ‘Derviş bağrı baş gerek / Gözü dolu yaş gerek / Koyun’dan yavaş gerek / Sen derviş olamazsın’ mısralarıyla yerleşik kültürde yerini alır da. Böylece bozkır kültürümüzün destanî havası Yunus’un yerleşik sözlerinde incelip, medeni bir havaya dönüşür.
Demek ki Bozkurt, yerleşikliğin gereği koyuna dönüşe biliyorsa, pekâlâ baş kesen kan döken beyler de, gözü yaşlı, gönül adamı olabiliyormuş. Bakın Oğuz Kağan destanında tüccar, çiftçi ve zanaatkâr kavramları yoktur ama Mesnevinin sahifelerini çevirdiğimizde bu temalar sıkça görülür. Çünkü birinde göçebe hayat tarzının ürettiği destanı hüviyet var, diğerinde ise yerleşik hayatın ürettiği değerler söz konusudur.
Demek ki; gelişim evrelerinde yaşanan değişim aşamalarını o toplumun ürettiği kahramanlarından, eserlerinden, destanlarından ve kullanılan figürlerinden anlayabiliyoruz. Nasıl mı?
İşte bozkır kültürü gereği lider adları bile göçebe hayat tarzına uygun Başbuğ, Kağan, Alper Tunga ve Kürşad diye ad alabiliyor. Kelimenin tam anlamıyla her sanat eseri ve yaşayış tarzı bir kültürün mahsulü olduğundan tarihi süreçte her dönemin şartlarına uygun bir tipleme, bir sembol ya da bir ideali ortaya çıkabiliyor. Bu bir kaçınılmaz realitedir.
Göçmen hayat tarzı ile yerleşik hayat biçimi karşılaştırıldığında aralarında çok ciddi farklar olduğu görülecektir. Bir kere yerleşik hayat, adından da anlaşıldığı üzere belli bir mekânda stabil kalma demek. Tabii bu arada yerleşik kalınca ne oluyor sorusu ister istemez merakımızı celb ediyor. Ama fazla meraka da gerek yok, cevabı gayet açık. Bir kere; göçerlikten konarlığa geçişte yerleşikliğin vermiş olduğu ruh sayesinde, ister istemez toprağı işleme, üretim ve müesseseleşmek gibi unsurlar devreye girmektedir. Bu yüzden Rasûlallah (s.a.v.) “Bedeviliği bırakın medeni olun” beyanıyla hem yerleşik olmaya hem de şehirleşmeye davet etmiştir. Zaten Peygamberimizin (s.a.v.) âlemlere “Çöle inen nur” olarak gönderilmesi her şeyi izah etmeye yeter artar da. Nitekim onun gelişiyle birlikte çölde bedevi hayat yaşayan Arap toplumu medeni olma gerçeğiyle yüzleşebilmiştir. Ancak bu yüzleşmenin bedeli ağır olmuştur. Üstelik bedeli ağır olan bu süreçte İslâm’ın öngördüğü kurumsallaşma anlayışına tepki vardır. Öyle ki bedeviler çölde başsızlığa, nizamsızlığa, teşkilatsızlığa alışıktılar. Onların dünyalarında devlet başkanı (ul’ul emr), müessese, devlet gibi yerleşik kavramlar yoktur, olamaz da.
Nasıl olsun ki, bu kavrama tâ baştan yabancıydılar. İster istemez bedevi toplumun nizam anlayışı ‘bedevilik’ olacaktı. Zaten çölde yaşayıp kızlarını diri diri toprağa gömecek kadar yürekleri katılaşmış toplumdan ne beklenirdi ki. Neyse ki İslâmiyet sayesinde bir süreç dâhilinde yerleşik değerlerle yumuşayıp ‘medeni’ kimlik edinebilmişiz. Hatta bu gerçekler ışığında 'Yesrib' ismi bile 'Medine' ismiyle dönüşüm yaşayıp hayatımızda yer edinmiştir. Derken Medine’mizle ‘medeni’ olup şehirleşme bilincine erdik.
İbn-i Haldun’un bedevi Arapları eleştirmesi bazılarınca Arap düşmanlığı olarak karşılık bulurken, bizde de Mevlâna’nın göçebe Türkmenleri eleştiren ifadeleri Türklüğe karşıymış gibi algılanmıştır. Oysa hem İbn-i Haldun, hem de Hz. Mevlâna’nın ortak paydası, Türklüğe ve Arab kavmine karşı bir tavır değildir, bilakis göçebeliğe ve bedeviliğe son verilmesi gerektiğine bir vurgudur, yani yerleşik hayata ve şehirleşmeye çağrıdır bu. Kaldı ki İslâmiyet, tüm insanlığa ‘Medeni olun' diyordu. Bu anlamda hem İbn-i Haldun, hem de Hz. Mevlâna iyi bir sınav verip yaşadığı toplumun alışılmış olan kalıplarından sıyrılma noktasında kayda değer bir duruş sergilemişlerdir.
Düşünsenize Cihanşümul Osmanlı devleti de, tıpkı Cengiz Han, Hulagular da olduğu gibi yakıp yıkıp dökmek için bir kuru kavga uğruna savaşsalardı ‘devlet-i ebed müddet ülküsü’ asla edinemezlerdi. Cengizlerin, Hülaguların bir kasırga misali tarih sahnesinden çekip gitmelerine en büyük neden yerleşik kalamadıklarından dolayıdır. Peki, Selçuklu ve Osmanlı ne yaptı derseniz, gayet açık; onlarda bu süreçte Alper Tunga’dan Alperene, Deli Dumrul’dan Yunus, Mevlâna, Şeyh Edebali ve Akşemseddin’e terfi etmişlerdir.
Cengiz ve Hülago dünyasındaki nizam anlayışında hep yıkıp dökmek vardır. Yıktılar da ne oldu, sonunda tarihin harabelerine gömülmüşlerdir. Üstelik onlar yüz senelik hâkimiyeti geçmeyen bir hâkimiyetle çökerken Osmanlı 600 senelik sürecin sonunda bile dünyanın altıncı devleti olarak tarih sahnesinden çekilmiştir. Bu yüzden Nizam-ı Âlem fikrinin doruğuna ulaşan tek devlet Osmanlı olmuştur. Belli ki 600 sene ayakta durabilmenin sırrı ileri derecede “Nizam” ve ‘'Medeniyet” şuuruna sahip olmalarından ötürüdür.
Bizim gücümüz sanılanın aksine kılıç değil Nizam-ı âlem’dir. İslâmiyet öncesi Türklüğümüzün “Cihan hâkimiyeti mefkûresi” İslâmiyet sonrası Türklükte “Nizam-ı Âlem Ülküsü"ne dönüşmesi kesinlikle tesadüfü değildir. Kelimenin tam anlamıyla Nizam-ı Âlem davası Selçukluda vatanlaşıp, Osmanlı’da doruğa ulaşan bir cihanşümul ülküdür.
Demek ki kuru cihangir bir dava, Nizam-ı Âlem ülküsüne dönüşebiliyormuş. Hakeza Alpliğin Erenlikle kaynaşıp alperenliğe dönüşü de öyledir. Derken bu dönüşümler sayesinde kabalığın yerini zarafet, çadırın yerini han, kervansaray, ev, camii, medrese ve külliye gibi yerleşik kurumlar almıştır.
İşte bu sessiz geçiş hem madde planında hemde mana planında son derece manidardır. Öyle bir mana kazanır ki; alp’in aksiyon hamlesi erenliğin inceliği ve üretim değerleriyle birleşince Türk boyu ‘beylikten devlete, devletten imparatorluğa ve imparatorluktan Nizam-ı Âlem’e kanatlanabilmiştir. Madem tarihi gerçekler bu istikamette seyrediyor, o halde gelinen noktada tekrar Devlet’ten Beyliğe geçiş hülyasına kendimizi kaptırmak çağı yakalayamamak anlamına gelecektir. Şöyle tarihi süreç içerisinde geçirmiş olduğumuz evrelere baktığımızda kabalıktan estetikliğe doğru ilerleyip şehirleşmişiz, yetmemiş müesseseleşmişiz, bu da yetmemiş saraylaşmışız. Tüm bunların üstünde medeniyet olmuşuz. Hakeza şahıs bazında da öyledir. Bakın, Bilge Kağan’ın “Ey Türk titre ve kendine dön” seslenişi Fatih’e gelen süreçte “İ'layı Kelimetullah için Nizam-ı âlem” fikriyatına dönüşmüştür. Madem bu tür dönüşümler yaşanıyor, pekâlâ bu çağda da bilgi toplumu yolunda bilgi ötesini gerçekleştirilecek yeni bir hamle neden olmasın ki. Zaten Türk’ün bu azim ve ruhu mizacında mevcut bile. Biliniz ki; modern çağın en üst seviyesine ulaşmış bir sanayileşmiş bilgi toplumu olmakta yetmez, bunun ötesine hamle yapmış gelişmeci zihniyet yarınlarımızın garantisi olacaktır. Bu yüzden Nizam-ı Âlem fikrinin bütün çağlara en büyük damgasını vuracak güç olduğuna inancımız tamdır. Her ne kadar Nihal Atsız; “Din Arab’ın, hukuk Roma’nın, kahramanlık Türk’ündür” demekle kahramanlığı övünç kaynağı sunup piramidin tepesine oturtsa da asıl gerçek şu ki; tarihimizin bütününde din ve hukuk daha ağırlıklı bir değerdir. Sırf kahramanlıkla kim ne bulmuş ki bizde bulalım. Kaldı ki salt kahramanlık yönümüzü tereyağından kıl çeker misali cımbızla çektikten sonra geriye ne kalır ki. Biz yinede Atsız’ın bu kahramanlığı birinci plana alan öngörüsünü tarihimizin bir kesitine (göçebe hayat tarzına) bir heves ya da düşünmeksizin ortaya atılan sürçü lisan bir söz olarak varsayıyoruz. Elbette ki söylenilmesi gereken kelam; kahramanlıkta, hukukta, dinde vs. hepsinde biz varız demektir. İlla da lider ülke olacaksak kahramanlık dâhil hepsinde öncü olmak daha önem arz eder. Bundan öte tarihi bütüncül görmek esastır. Zira Nizam-ı âlem kuru cihangir davasına endekslenmiş bir dava değil, İ'lay-ı Kelimetullah için var olan bir davadır.
Nasıl ki Bozkır toplumumuzun “cihangirlik” anlayışı kahramanlık üzerine kurgulanmışsa, yerleşik toplumumuzun “nizam” anlayışı da üretim, kurumsallaşmak ve medeniyet hamlesi üzerine kurgulanmıştır. Madem öyle, günümüz dünyasında da pekâlâ “Bir elde Kur’an, bir elde bilgisayar” düsturunu esas alan Nizam-ı âlem anlayışını yerleştirmek mümkün. Dün nasıl ki, göçebe toplumunun kavgasında avını avlama veya baş kesip kan döküp bey olmak varsa, bugünde sanayileşmiş bilgi ötesini hedef edinmiş Türkiye sevdası toplumun kavgasında da yeniden Nizam âlem lider ülke olmak vardır. İşte Bu anlayışa engel olmak, sanayileşmiş bilgi çağında göçebeliğin galebe çalması demektir. Bunun böyle bilinmesinde fayda var.
Belki de ulvi dava için bu dünyaya bir değil, belki bin kez gelmek gerek. Düşünsenize bir elde Kur’an, bir elde bilgisayarla çağlara ferman buyurmak ne güzel bir muştu. O halde siz siz olun insanlığın özlediği nizamı tesis edecek bir gaye için bilgi çağının tüm vasıtalarını bir ibadet şuuru içinde kullanmayı vazife addedin. Gelin yenidünya düzeni dedikleri düzeni biz kuralım. Artık süfli davalardan insanlık yorgun bitap düşmüş durumda. Artık dünyada yeniden dirilişin bir zaruret olduğunu idrak edip geleceğe kanatlanmak zamanıdır. Ne diyelim, şimdiden gazanız mübarek ola… Vesselam.