Müzik en az insanlık tarihi kadar eski ve bir o kadar da kadim dosttur. Bu yüzden soluğunu derinlerde aramak gerekir. Kökleri öylesine derin ki, anne karnından ağlama inlemesiyle dünyaya gelen bir bebek uyuyacağı zaman bile ninni müziği eşliğinde uyumaktadır. Buna şaşmamak gerekir, besbelli ki yaratılışta bezm-i elest’e ruhlar toplandığında Yüce Allah; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim” çağrısı kıyamete kadar tüm doğacak çocukların ruh dünyasında ilahi ses olarak yer etmiş gözüküyor. İşte bu sese özlem duymanın bir neticesi olarak dünyada tüm icra edilen enstrümanların bezm-i elest kaynaklı olduğunu söyleyebiliriz. Madem öyle, bezm-i elesti hasretle yâd etme anlamında ağlama ve ninni seslerin tümüne müzik dersek yeridir. Tabii, Âdemoğlu bunla da kalmadı, anayurt cennetten dünyaya ilk adım attığında sayısını bilemediği nice seslerin ortasında buldu kendini. Öyle ki, her işittiği sesten kendince mana çıkarmaya çalıştı da. Derken cümle âlemde yankılanan her nesnenin bir ses ya da bir nefes olduğunu fark etti. Bundan dahası kendi vücut kafesi içerisinde kalbine nakşedilmiş “Lafza-i Celal” ismi şerifince ve “Yere göğe sığmam mümin kulumun kalbine sığarım” buyruğunca “Allah, Allah” diye tempo tuttuğunu (zikrettiğini) idrak etti. İcabında sükûtun bir lahza kelam olduğunu fark edip sükût lehçesini ikrardan saydı. Öyle ya, madem dokunulan her şeyde bir tılsım var, hem madem bu tılsım daha henüz konuşmaya başlamadığımız sükût deminde doğmuş, o halde daha ne duruyoruz gelin hep birlikte 'dem bu dem' deyip kendimizden geçelim.

Evet, kâinat aşk üzerine yaratılmış, makamda aşk üzerine bestelenmiş, derken 'aşk olmadan meşk olmaz' gerçeğiyle yüzleşmişiz. Nasıl yüzleşmeyelim ki, bakın ecdadımız aşk garip kalmasın diye müzik eğitimi veren meşkhâneler, yani bugünün diliyle konservatuarlar kurmuşlar bile. Madem öyle, bu fani dünyada aşkı meşk, meşki aşk eylemeli ki; sevgilinin bakışında makam ve usulünce aşkın gözyaşı çağlayabilsin. Olmadı, tıpkı meşkhânelerde (Mehterhâne, Mevlevihane, Enderun, mûsikî esnaf loncaları vs.) olduğu gibi her türden enstrümanlarla üflemeli ki, aşk ziyan olmasın. Zaten aşkı nasıl kıyıp ta ziyan ediliriz ki, bir kere aşk tarifi imkânsız bir haldir ki, gönülleri fethettiğinde;

‘Yere göğe sığmam, mümin kulumun gönlüne sığarım’ ilahi buyruğunca gönle üflenen 'ney' olur da.   
— Âlem-i emirden gelen tılsımla yol alan erenler yüce makamlara edeple vardığında usulünce lütufla dönüşü vuku bulur da.   
— Seveni sevilenden ayırmaya her kim kalkışırsa gönül ferman dinlemez buyruğunca gönül galebe çalar da.
— Yaşanılan şu dünyayı fani bilip kâlû belâ’da verilen o sözü hatırlayanların gönlünde sevgililer sevgilisine olan hasret hissi tutuşur da.

Malum, aşk ne kalemle ne de kitapla izah edilebilir, aşk ancak yaşanıldığında hissedilebilecek bir tutkudur. Bu yüzden aşkta mana aranmaz, illa bir anlam yüklemek gerekiyorsa seveni sevilene, sevileni sevene mest eden nağmelerin dizelerine bakmak kâfidir. Baktığımızda, her nefesin nağmeyle nağmeleşip 'Hûş der dem’i soluduğu görülür de. O halde öyle derin bir nefes almalı ki, her nefes gönül bestesi olsun ve her nefes alışımız bizi Hakka vardırsın.

Şu bir gerçek; duygular sese dönüşürken, seste notayla veçhe kazanır. Öyle duygular vardır ki; kelimeler anlamlandırmaktan aciz kalırken, ses ise kelimelerin tam aksine bir duygu eşliğinde coşar da. Bu yüzden sesle tıpkı bir ressamın renklerle oynadığı gibi oynamak gerektir. Yeter ki, ses hakkıyla icra edilsin, bak o zaman müziğin ana sütü gibi işlenmiş pak maya olması bir yana 'müzik ruhun gıdası' sözü gerçek anlamda mana kazanır da. Nitekim müziğin dergâhlarda dervişleri cezbe ve aşka getirmesi bunu doğrular da. Öyle ki ruhu terennüm eden her güzel bir ses (müzik) ilahi tefekküre vesile olmanın ötesinde Şeb-i Arûsa yol aldırırda. Şayet bir müzik ruh âleminde yankı bulmuyorsa, anlayın ki, o müzik kuru gürültüden başka bir şey değildir. Bakın, batı eşyanın esaretine girdiği günden bu yana icra ettikleri her tür müzik eskisi kadar ruh dünyalarında yankı bulmuyor. Nasıl bulsun ki, bir kere dünyevi ve şehvani arzularına yenik düşmüş durumdalar. Müzik artık onlar için sadece bir kur gürültü ve eğlenme aracıdır. Her ne kadar icra ettikleri müziğin köklerini kilise kaynaklı olduğunu söyleseler de, kazın ayağı hiçte öyle değil, bilakis icra ettikleri müzik hiç kuşkuya mahal bırakmaksızın çılgınca raks eşliğinde habire tepinip durmaktan başka bir şey değildir. Oysa boşa tepinip duruyorlar, dedik ya bugünkü çok sesli çalgı aletlerle tempo tutturdukları müzik kuru gürültüden başka işe yaramıyor. Böyle devam ederlerse oldukları yerde daha çok debelenip duracaklardır. Aslında batı müziği on iki perdelik enstrüman üzerine kurulu bir müziktir. Bu demektir ki, bu on iki perdede olmasa ortada müzik adına bir şey kalmayacak gibi.

Peki ya bizde durum vaziyet nasıl? Çok şükür bizim müziğimizin böyle bir sıkıntısı yok, nasıl olsun ki, bir kere bizim illa da çok sesli enstrüman olsun diye bir derdimiz yok ki, bize tek başına insan sesi yetiyor. Bakın, Ezan-ı Muhammedi tek başına bunun en çarpıcı örneği zaten. Din’i musikimiz deseniz, o da malum kendi içinde cami ve tekke musiki diye neşvünema bulmuş bile. Her iki tür arasında şöyle mukayese yaptığımızda tekke müziğinde sesin yanı sıra enstrümanın (def) varlığı göze çarparken, cami musikisinde ise sadece sesin varlığı gözlenir. Sonuçta ister defli, ister defsiz olsun fark etmez her iki türde din’i kökenli ya, bu yetmez mi? Hiç kuşkusuz ilahi soluk alma her şeyin üzerinde bir değerdir. Ama ne var ki; Bilal-i Habeşi'nin müezzin olarak seçilmesinde ki o ince değeri anlayamamanın ortaya koyduğu tabloda, minarelerden yankılanan ezanların hangi vakte göre değişik makamlarda okunması gerektiğini fark edemeyecek haldeyiz. Öyle ki, değişik makamların olabileceğinden bihaberiz de. Hadi biz neyse de, müezzinlere ne demeli, gelinen noktada acaba ezanı vaktinde makamınca okuyan müezzinimizin sayısı kaçtır? Belki de saymaya gerek yok, her şey ortada beşparmağın beşi geçmeyecek derecededir. Tabi durum vaziyet bu olunca minarelerimizde yankılanan salaların cuma salası mı, cenaze salası mı, haber salası mı, sabah salası mı, doğrusu ne okunuyor belli değil. Sadece tek tip sala bellenmiş o okunuyor, şayet buna da sala denirse. Kaldı ki, dini müzikte bile çeşitlilik söz konusudur. Hele bu çeşitlilik içerisinde en dikkat çeken bir ilahi türü var ki, o da malum Ramazan ilahisinden başkası değildir. Bilhassa Ramazan ayının ilk on beş gecesinde “Merhaba Ey Şehri Ramazan merhaba” ile başlayıp, son on beş gecesinde  ‘Elveda Ey Şehri Ramazan elveda’ ile yâd edilip uğurlanarak bestelenmiş ilahiler müminlerin gönlünde yankı bulur da.

Bir kere gelecek kuşakların bilmesi açısından şunu dile getirmekte fayda var; Türk müziğinin en büyük bestekârları Hammamîzâde İsmail Dede Efendi ve Zeynel Abidin’dir. Bakmayın siz onların öyle imam ve müezzin olmalarına, onlar imam ve müezzin olmanın ötesinde besteleriyle de tüm müzisyenlere ilham kaynağı olmuş müzik dehalarımızdır. Öyle ilham olmuşlar ki, mesela Hafız Post ve Itri'den tutunda daha nice birbirinden kıymetli ustadlar bu ırmaklardan beslenip bize ışık saçmışlar bile.

Müziğimizin kendine has sound’u, yani ses tonu ve melodisinin varlığı o kadar dikkate şayan ki; yediden yetmişe her mizaçtan insanı derinden etkileyebiliyor. İşte müziğimizin bu etkileyici tarzıdır ki:

Yeri gelmiş kâh padişahlarımızı dinlendirip sarayda 'Klasik Türk Müziği'nin doğmasına vesile olmuş, yeri gelmiş savaş öncesi kâh askerimizi coşturup 'Mehteran orkestrası' sahne almış, yeri gelmiş kâh halkımızın yüreğini dağlayıp 'Halk Türküsü' olarak Türkiye kilimine nakşolunmuş, yeri gelmiş kâh dervişleri dergâhlarda raks ettirip 'ilahi müzik' olarak gök kubbede yankılanan hoş seda olmuştur.

Hiç kuşkusuz bu sıraladığımız müzik türleri arasında en dikkat çekeni Klasik Türk müziği ve İlahi müziği dersek maksadımızı aşmış sayılmayız. Bakın, her iki türde çağların yıpratamayacağı bir dayanaklıkla bugünlere gelebilmiştir. Nasıl gelmesin ki, her iki türde Horasan kaynağından beslenmişlerdir. Mesela, Mevlevilik bunun en tipik misalini teşkil edip bu anlamda ilahi müziğin Anadolu’ya taşınmasında en büyük aracı rol üstlenmiştir. Keza mehteran müziğine baktığımızda ise, bu konuda Prof. Dr. Osman Turan'ın Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi adılı eserinde şöyle bir ifade geçmektedir; “Padişahın huzurunda on iki makam, yirmi dört şube, yirmi dört usul, kırk sekiz musiki fasl edilip padişah mesrur olur, askeri ise cenge kaldırırdı. Mehteran’ın heybetli müziği Beethoven’in senfonisine ve Mozart’ın Türk marşına girip ihtişamını göstermiştir.” Evet, bu ifade müthiş ve kayda değer bir tespittir.  Düşünsenize mehteranda ki o coşturucu usul ve vuruşlar iki zamanlıdan başlayıp yüz yirmi zamanlıya kadar devam eder de. Sadece mehteran mı, elbette ki hayır, mehteranla birlikte tüm müzik türlerini birlikte ele aldığımızda beş yüz civarında makamın varlığıyla karşılaşırız. Bu arada müzik notalarının matematiksel mantık dizilimine dayandığı gözlerden kaçmaz da. Böylece bestekârlarımız bu matematiksel nota donanımı sayesinde beynin sol lobunu çalıştırmakta pek zorlanmazlar. Yetmedi bestekârlarımız bu arada beynin duygu yüklü sağ lobunu da harekete geçirip bam teline dokunduklarında müziğimizin o müthiş şaheser yüzü gün yüzüne çıkar da. Hele şöyle tarihin derinliklerine inip bir baktığımızda nerelerden nerelere gelmişiz gerçekten hayrete şayan gelişmeler kaydettiğimiz aşikâr. Şöyle ki;

İslam öncesi dönemimizde Orta Asya’da kopuz çalıp Türkü söyleyen ozanlarımız vardı. Tabii kopuz kopuzluğuyla kalmayıp bir başka enstrümana kapı aralamıştır. Derken müziğimiz Orta Asya’dan kök salıp Göktürklerden Büyük Selçukluya, oradan Osmanlı’ya devir olunarak bugünlere gelinmiştir. Hele dokuzuncu yüzyılda Orta Asya'da bir Farabi’miz vardı ki; onun ışığı günümüze kadar uzanmışta. İlginçtir o aydınlık dönemlerde müzikoterapi yöntemiyle hastalar iyileştirilmeye çalışılmış bile. Zaten, o dönemde bir Yunan Medeniyeti, bir de Türk medeniyeti vardı. Bu demektir ki, klasik müziğin başlangıcı dokuzuncu yüzyıla dayanmakta. Mesela, Selçuklu’da Osmanlı’nın Mehteranına benzer Mevbethanesi vardı. İyi ki de varmışlar, bu ikili orkestra Selçukluya kartal kanat ve Osmanlı’ya adeta can suyu Nizam-ı âlem olmuştur. Nasıl ki; Süleymaniye ve Selimiye iki eşsiz şahika eserimizse ve yine nasıl ki tuğra ve fermanlar iki eşsiz yazı sanatımızsa, aynen öyle de ister Mevbethane olsun, ister Mehteran olsun fark etmez her ikisi de tarihin en eski şaheser orkestraları olarak mührünü vurmuşlardır. Tabii bu mühür; saray ve ordugâhlarda sınırlı kalmamış, tekkelerde dervişleri cezbelendiren ilham kaynağı da olmuştur.

Peki, bu ilham kaynakların nefes pirleri kim? Hiç kuşkusuz engin müzik dağarcığımızın baş orkestra nefesleri (şefleri) Dede Efendi, Hafız Post ve Itri gibi mümtaz müzik pirlerimizden başkası değildir.   Bu müzik pirlerimiz yeri gelmiş bir arada bulunmuşlarda. Bilhassa bunlar arasında Zeynel Abidin Efendi Kur’an-ı Kerimi okuduğunda, kıraatin hakkını veren bir zattır. Hakeza Hammamîzâde İsmail Dede Efendi ise Zeynel Abidin'e eşlik edip sarayın baş müezzini bir başka engin dehamızdır. Madem öyle, şimdi bir an kendimizi Zeynel Abidin Efendinin yerine koyup arkamızda saf tutmuş bu işin şuurunda beste yapabilecek düzeye erişmiş bir padişah, bir baş müezzin Dede Efendi ve diğer müezzinlerin olduğunu düşünün. Sanırım hiç kimse böyle bir halde imamlık görevini yapmak istemez, ama o her şeye rağmen omzunda taşıdığı büyük sorumluluk gereği teravih namazı kıldırmaktan geri durmayacaktır. İyi ki böylesi baş nefeslerimiz var, bu sayede Selçuklu coğrafyası vatanlaşırken Osmanlı coğrafyası da cihangirleşmiştir. Ancak öyle bir dönem gelmiş ki, müzik anlayışımız artık din'in dışında ve din'in içinde (cami ve tekke musikisi) iki ana eksen üzerinde bir yol takip etmiştir. Neyse ki, bu yol ayrımında dini eksen üzere yol takip eden tekke musikisi sırf ilahiyle yetinmeyip semazen usulü bir tarzda ortaya koymuştur. Bilhassa bunda Mevleviliğin katkısı çok büyüktür. Tabii daha başka tarzlarda sahne almıştır. Şöyle ki, gün gelmiş müziğimizi yastığımıza kılıf yapıp kimler tarafından bestelendiği bilinmeyen Türk Halk müziği adında halkın ortak duygu seli diyebileceğimiz bir müzik ortaya çıkıp damgasını vurmuşta. Öyle ki, bugün olmuş Türk halk müziği halkın yüreğine merhem olduğu içindir saf duruşuyla hala dimdik ayaktadır. Yeter ki, bu saf yürek aşağılanmasın daha nice yıllar Türk Halk Müziğinin ve diğer yerel müziklerin değerine değer katacağına inancımız tamdır. Bu arada şuna dikkat etmekte fayda var, yurdun dört bir yanında değişik lehçe ve enstrümanlarla icra edilen Halk Türkülerini birbirine harmanlamaya gerek yoktur, aksi halde sapla saman birbirine karışmış halde orijiniyle oynanmış olacaktır. Dolayısıyla orjinaliyle oynayanlara müsaade edilmemelidir. Hani meşhur bir söz vardır ya 'meyve dalında güzeldir' diye, aynen öyle de her yörenin müziği de kendi yöresel dalında güzeldir.

Tolstoy bakın ne demiş; ‘Bir toplumu tanımak için önce o ülkenin müziğini dinlemek yeterlidir.’ İşte, bu güzel veciz sözden hareketle bu toprağın bağrından çıkmış Klasik Türk müziği ve Türk Halk Müziğini tanıtmak hepimizin bir boyun borcu olmalıdır. Ancak tanıtım yaparken kaynağını belirtmekte fayda var. Zira Bekir Sıdkı Sezgin bir gün yurt dışında konser verdiğinde yabancı dinleyiciler:
—Bu müzik Türk musikisi mi? diye sorduklarında;
—Evet, diyerek geçiştirmek istemiş ama tabii bu cevap karşısında yabancılar şaşkınlıklarını gizleyemeyip;
—Nasıl olur, yoksa Türkiye’yi biz mi tanıyamadık?

Bunun üzerine Bekir Sıdkı Sezgin 'evet' dediğine bin pişman olduğunun itirafını şu ifadelerle dile getirir:
—Aslında şu an seslendirdiğimiz eserler Osmanlı dönemine ait beste eserlerdir.

Derken bu itiraf karşısında yabancı konuklar:
— Ha! Şimdi oldu, Osmanlı dedikten sonra artık ortada mesele kalmamıştır derler. Ve böylece unutturulmaya çalışılan Osmanlı yabancıların bulunduğu mecliste bir kez daha gün yüzüne çıkmış olur.

Evet, güneş balçıkla sıvanamaz, Osmanlı ne kadar unutturulmaya çalışılsa da bir şekilde bir yerlerde kendini gösterebiliyor. Madem öyle, tarihimizle yüzleşmekten korkmamak gerekir. Dışarıda hangi tür müzik icra edilirse edilsin çok büyük beğeniyle karşılık buluyor zaten. Hele semazenlerimizin gösterisi yediden yetmişe cümle âlemi hayretler içerisinde bırakacak niteliktedir. Evet, müzik dağarcığımızın kökü derinlerde ve bir o kadarda zengin ezgilerle dolu, ama ne var ki zenginliğimizin farkında değiliz. Her ne kadar batı müziği bizim kadar etkileyici tonda olmasa da aynı şeyleri onlar içinde söyleyebiliriz.  Yeter ki, doğu ve batı ekseninde birbirimize ön yargı ile yaklaşılmasın, bir kere kendi toprağında doğan hangi tür müzik olursa olsun sonuçta başka kültür coğrafyaların enstrümanlarını bir şekilde etkileyebileceği gerçeğini göz ardı edemeyiz. Bakın, Mısır ezgileriyle Türk müziğinin ezgileri Orhan Gencebay’ın müzik dağarcığında harmanlanıp adına arabesk dedikleri müzik ortaya çıkmıştır. Fakat gel gör ki, bu tür müzikler TRT'nin o dönemlerde tek tipçi müzik anlayışı engeline takılmıştır. Ancak o dönemin resmi makamları bu müziği arabesk yaftasıyla yasakladıkça halkta inadına dört elle sarılıyordu. Derken arabesk dedikleri müzik halk nezdinde en çok dinlenen müzik konuma gelmiştir. Düşünsenize, Orhan Gencebay o günden bugüne hala halkın gözde sanatçısıdır. Besbelli ki arabeskin halk tarafından tercih edilme sebebi halkın yaşadığı sosyal, kültürel ve ekonomik yapısıyla alakalı olması bir yana, çilesiz bülbülün ötmeyeceği de bir başka gerçek payıdır. Sonuçta bu müzik her nedenle doğmuş olsa da 1940’dan bu yana kırsal kesimden şehirlere göç etmiş yoksul halkımızı ortak çile paydasında buluşturan bir müzik türü olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir. Kaldı ki, bugün geldiğimiz noktada bile bu müzik türü hala etkisini sürdürmekte. İyi ki de etkisini sürdürmekte, bu arada ülkemizin bilhassa 2002 sonrası hızla gelişmişlik kaydetmesiyle birlikte zengin bir müzik yelpazesine yelken açtık ta. Yetmedi, bu topraklarda doğan her tür müzik icabında Eurovision yarışmalarında başka ülkelerin dikkatini çekecek hale gelmiştir. Hatta kimi zaman müziğimiz, onların diliyle de icra edilmiş olsa da bu böyledir. Ama şu da var ki, müziğimizin kimi zaman batı diliyle icra ediliyor olması Türk müziğinin orijinalinden sapmaya onay verdiğimiz anlamına gelmez. Asıl bizim onay vermeyeceğimiz husus batı müziğinin halka bir seçkinlik unsuru olarak dayatılma gerekçesidir. Hani derler ya 'meyve dalında güzeldir' diye, o halde hiç durduk yere yüzde yüz dış kaynaklı enstrümanları kendi öz müzik dağarcığımıza aktarmaya kalkışmak faydadan çok zarar getirir. Çünkü her ülkenin müziği kendi yerinde kıymetlidir. Yine de hangi müzik türünden hoşlanırsak hoşlanalım bu hoşlanmışlık bizim dışımızdakileri ötekileştirmeye yol açmamalı, bilakis karşılıklı saygı çerçevesinde ve had hudut bilerek can kulağıyla birbirimizi dinlemek gerektir.

Malum, şiir olsun, müzik olsun fark etmez her iki ezgi türü de İran taraflarından toprağımıza taşınmış durumda, ama gelinen nokta itibariyle her iki türde İran’la olan bağlantısını koparıp halkın havasına bürünmüştür. Aslında bizim itirazımız müziğin hangi kökten olduğuna değil, bir takım halktan kopuk kesimlerin icra edilen müziğin başına “Türk” ibaresi koymak suretiyle güya bizi temsil ettikleri görünümü vermelerinedir. Onlar bizi temsil ettiklerini düşüne dursunlar, bakın günlerden bir gün Piyano Hocası Azeri Profesör gitmiş olduğu Klasik Türk Müziği konserinde bağlama, kabak, kemane gibi sazların olmadığını görünce “Klasik Türk müziği bu olamaz” şaşkın hali gözlerden kaçmaz, bunun üzerine etraftakiler bunu şu sözlerle kamuflaj etmeye çalışıp;
— O söz konusu enstrümanlar müziğimizin folklorik kısmına ait temalardır, demişlerdir.

Tabii karşılarında bu işin uzmanı Azeri Hoca var yutar mı? Ve cevaben şöyle der;
— Madem öyle konserinizin ismini değiştirseniz daha mantıklı olmaz mı? Çünkü icra ettiğiniz müzik; Klasik Türk Müziği değil ki, sunduğunuz düpedüz batı müziğidir. Böylece Azeri Profesör; Bach, Mozart, Beethoven müziği olduğunu belirterek foyalarını ortaya sermiştir.

Musiki öyle paha biçilmez değerdir ki; Osmanlı şemsiyesi altında yekpare olan topluluklar özgürce icra ettikleri mensup oldukları din'in gereği olarak kilise veya cami kökenli müzikle iç içe yaşamışlardır. Ama gün gelmiş Türk müziğini Saray musikisi, Klasik müziğini de Türk sanat müziği olarak nitelendirip birbirine zıt kutupmuş gibi lanse etmişiz. Oysa Klasik Türk müziği tüm diğer müzikler gibi sarayın himayesinde boy vermiştir hep. Vaktaki Tanzimat'la birlikte batılılaşma hareketlerine bulaşıp Cumhuriyet dönemini de kapsayan bir sürece girmişiz, işte o zaman Klasik Türk müziğini icra eden kurumların kapatılışına ve yok edilişine şahit olduk. Sadece kapatılsa yine gam yemeyiz, adına bile tahammül edilememiştir. Bakın bu hususta Ahmed Hamdi Tanpınar ne diyor; “Hâlbuki Türk musikisi hiçte böyle bir akıbeti hak etmiyordu.” Evet, bu sözler klasik müziğimizin düştüğü acı dramın bir göstergesidir.

Gerçekten de öyle bir acı tabloyla karşı karşıya kaldık ki, İstanbul’a gelen turistler dükkânlardan sokağa taşan müziğe kulak verdiklerinde böyle bir tarihi dokuya sahip Türk insanının müziği bu olamaz dercesine hayretler içerisinde kalabiliyorlar. Tabii turistler bilemezdi Tanzimat'tan bu yana köklerimizden koparıldığımızı. Düşünsenize geçmişten bugüne kültürel değerlerimizi yok etmek için önce tarihi bestelere el uzatmakla işe başlanılmış, sonrasında besteler dört satıra indirilmiş, en son gelinen noktada ise iki satırlık nağmeler içerisine serpiştirilmiş nakaratlar müzik diye piyasa sürülmüştür. Aslında Türk halkına reva görülen bu müzikte avazının çıktığı kadarıyla bağırmanın müzik olduğunu belletmek vardır. Oysa müzik bağırmak demek değildir, biz bu hallere düşmemeliydik, neydik ne olduk. Gerçekte Türk müziği genel hatları itibariyle; “klasik, folklorik, askeri ve dini musiki” olmak üzere dört başlıklı müziktir. Maalesef her yükselişin düşüşünde olduğu gibi müzikte de Sultan Mahmud döneminde kurulan Mızıka-yı Hümayun’la düşüş süreci vuku bulmuş, daha sonra Mehteran ve Enderun’un kapısına kilit vurularak bu düşüş süreci hız kazanmıştır. Derken Cumhuriyet dönemine geldiğimiz süreçte ordumuzda sembolikte olsa bir müzisyen generalin olmadığı noktaya demirledik. Düşünsenize Türk Silahlı Kuvvetler bünyesinde hemen hemen her branş var, söz konusu müzik olunca bundan mahrumuz, elde avuçta kala kala bir tek Cumhurbaşkanlığı senfoni orkestrası kaldı, onun da akıbeti meçhul. Hani bizim bir meşhur Bayburt hikâyemiz var ya. İşte o hikâyenin yaşandığı bir zaman diliminde Bayburt’ta senfoni orkestrayı icra ettiklerinde Bayburt halkına nasıl buldunuz diye sormuşlar. Tabii verilen cevap çok manidardır: “Bayburt Bayburt olalı böyle zulüm görmedi.” Evet, köklerden uzaklaşılırsa böyle beklenmedik cevapların gelmesi kaçınılmazdır. Gerçekten de Cumhurbaşkanlığı köşkünde Türk Halk Müziği korosunun olmaması düşündürücü durumdur. Yeri geldiğinde cumhurun halk olduğunu der övünürüz, ama gereğini yapmayız. Neyse ki, Rahmetli Turgut Özal köşkte tasavvuf müziği çaldırmakla bir ilki gerçekleştirmiştir. Bu arada Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan'ın da hakkını yememek gerekir, onlarında bu anlamda öze dönüş gayretleri inkâr edilemez. Ki, her üç cumhurbaşkanımız da biliyordu ki; müziğin kaynağı Horasan Erenlerin nefesinde gizli, o halde bu nefes niye köşkten uzak tutulsun ki. Zaten köşke de bu nefesten ilham alıp yeniden öze dönmek yakışır. Hele halkın Cumhurbaşkanını ilk kez seçmesiyle birlikte yeni köşk anlayışımız daha da bir anlam kazanıp, Cumhurbaşkanlığı Külliyesine dönüşmüştür. Böylece gerçek anlamada halkı temsil eden bir makam görünümü vererek Selçukluyu hatırlatan mimarisi ve birde camisiyle yüreklere adeta su serpmiştir.

Tabii bunlar güzel gelişmeler, ama daha yapılacak çok iş var, bakın adına Milli Eğitim Bakanlığı demişiz, ama hala bu gün olmuş müzik dersi okullarda kırk beş dakikalık sürelerle geçiştirilen konumdadır. Düşünsenize bir zamanlar rahmetli Özal öncesi Türkiye’de TRT’ye mahkûm kaldığımız dönemleri hatırladığımızda okullarımızın düştüğü bu içler acısı halini pekte garipsemiyoruz. Buna rehavet mi desek, ya da alışılmışlık mı desek, her neyse ortada asıl anormal bir durum var ki, o da malum, toplumun aynası olan müziğin hala kendi öz yurdunda parya halde garip kalmasıdır. Hele bu ayna kırılmaya dursun, bir daha özümüze dönmek mümkün olmayabilir de. Şayet tarihimiz ve kimliğimizle yüzleşmek diye bir derdimiz varsa bu aynayı göz bebeğimiz gibi korumamız gerekir, buna mecburuz da.

Köklerimize baktığımızda öyle anlaşılıyor ki, müzisyenlerimizin büyük çoğunluğu din adamlarıdır. Itri’den Dede Efendi'ye kadar bir dizi kıymetlerimiz bunun tipik misalini teşkil ederler. Bugün gelinen noktada ise eski müzikten hiç eser kalmamış gibi, oysa eskinin birikimini geleceğe aktarmak ve bu arada batı müziğinin imkânlarını da kullanmak yerinde olurdu. Maalesef bu yapılamadı, dahası yapılmak istenmedi. Tabii sonuç ortada, gerçek anlamda musiki ustalarından yoksun haldeyiz. Ne zaman ki fason değil, hakiki musiki üstadları yetiştirilip halkın aynası yapılır, işte o zaman müziğimiz maziden geleceğe kanat çırpması an meselesidir diyebiliriz.

Velhasıl; müzik ruhun gıdası demekle mesele bitmiyor, onu yeşertmekte gerek, ancak doğru mecrasında işletilmek kaydıyla.

Vesselam.