İlkokul beşinci sınıf… 5/A ve 5/B… Birbirimizle kıyasıya yarışıyoruz. Salon kavgaları, bez top maçları, elbette “en çalışkan sınıf” yarışmaları. Yıl boyu süren bu didişmeler, “mezuniyet günü” etkinliklerinde tam bir dayanışmaya dönüşmüştü.

İlkokul beşinci sınıf… 5/A ve 5/B… Birbirimizle kıyasıya yarışıyoruz. Salon kavgaları, bez top maçları, elbette “en çalışkan sınıf” yarışmaları. Yıl boyu süren bu didişmeler, “mezuniyet günü” etkinliklerinde tam bir dayanışmaya dönüşmüştü.

Öğretim yılı başında mezuniyet günü çalışmaları, plânlama biçiminde başlamıştı. Bu plânlamaları sınıf öğretmenlerimiz, birkaç çalışkan ve uyumlu öğrenciyle yürütmüş, bizim haberimiz bile olmamıştı. İkinci yarıyılla birlikte bizim de katılımımız başlamıştı.

Öncelikle bir piyesin sergilenmesi söz konusuydu. Aklımda kaldığına göre “özverili bir öğretmen”i konu edinen bir oyundu. Tüm roller, iki sınıfın ezber yeteneği gelişmiş, çalışkan öğrencileri arasında dağıtılmıştı. Onlar hemen hemen her gün son derslerde bir araya geliyor, çalışıyorlardı. Başrol de tartışmalı bir biçimde Mehmet’e verilmişti. Tartışma konusu ilginçti. Mehmet, Ankara’dan gelmiş, devlet memuru olan ağabeysisinin yanında okuyordu. Nasıl olur da kasabamızdan olmayan birisine başrol verilirdi? Hâlbuki Mehmet bu göreve pek hevesli değildi. O, piyes çalışmalarının derslerine etki edebileceğini düşünüyordu. Öyle ya hedefi okul birinciliğiydi. Bitirme sınavlarına çok iyi hazırlanmalıydı. Sonradan tıp doktoru olan ve talihsiz bir hastalık sonucu vefat eden arkadaşımızı, sınıf öğretmeni ikna etti. Tartışmanın üstü küllendi ve oyun hazırlandı.

Mezuniyet töreni, bir oyundan oluşamazdı. Şiirler okunacak, fıkralar anlatılacak, monologlar sergilenecekti. Ve öğretmenlerimiz, sınıftaki her öğrencinin az ya da çok bu etkinlikte yer almasını istiyordu.

Ben ve benim gibi birkaç arkadaşımın bu tür etkinliklerle işimiz olmazdı. Olamazdı çünkü bu tür çalışmalar belirli bir disiplini ve bu disipline uyumu gerektiriyordu. İşte bu bize uymazdı(!) Uymadığını öğretmenler de bilir bize sadece getirgötür işi verirlerdi. Bu işleri bile angarya sayar, görevlerimizi başkalarına satmaya (!) çalışırdık. Ara sıra çalışanları izler, onlarla gırgır geçerdik. Belki de onları kıskanıyorduk! Onların yaptıklarına özeniyor, yapmadığımız için de işi alaya alıyorduk. Bu duyguları o zaman çözümleyemiyorduk, çözümleme durumunda olanlar da bu duyguları dikkate almıyorlardı. Ama bir gerçek daha vardı, görev alan arkadaşlarımızla aramızda derin sorunlar oluşmuyordu.

Gösterilerin içinde bir de ront etkinliği vardı. Üç dört erkekle aynı sayıda kız, özel giysilerle ve müzik eşliğinde dans gösterisi yapacaktı. Erkek bulmak kolay da, kız oyuncular kim olacak? Ona da çözüm bulundu: iki sınıftaki babası memur olan tüm kızlar toplandı. Bunlardan gerekli olanlar ayrıldı ve rontta görevlendirildi. İşte gırgırın kralı da ondan sonra başladı. Rontta görevli erkeklerin lakabı hemen belirlendi ve benimsendi: çikolata çocuğu!... Bizi ilgilendiren de kızlar değil oğlanlardı. Bu zavallılarla üç ay boyunca herkes gırgır geçti. Onlarla alay edildi… Direndiler… Özellikle aileleri ve öğretmenler büyük destek verdiler. Ve yılsonu gösterilerinde en büyük alkışı da onlar aldılar… Bu ront gösterisi bizim de çok hoşumuza gitmesine gitmişti de bu etkinlikte görev alan erkek arkadaşlarımızla bu gün bile “çikolata çocuğu” diye gırgır geçeriz…

Gösterilere yakın bir gün öğretmenim beni yanına çağırdı. Hiç yapmadığı bir şeyi yaptı; elini omzuma atıp, okulun toplantı salonuna doğru götürdü. Salonda herkes bir etkinlik içinde çalışıyor, bir hayhuydur gidiyordu. Benim ne işim vardı burada? Aslında etkinliklerde görev alanların kimi derslere girmediğini görünce bizim de aklımızdan bir görev almak geçmiyor değildi. Öyle ya, al bir görev derslerden kırabildiğin kadar kır! İlkbahar başlamış, günler uzamış, sokaklar bizi bekliyor; okul da neymiş! Öğretmenim yüzümü kendine çevirdi “Sana gece için çok önemli bir görev vereceğim. Bu görevi en iyi sen yaparsın!” demez mi? Elime iki sayfa bir yazı tutuşturdu ve “Bunu iki günde ezberle!” buyruğunu verdi.

Aslında ezber benim tarzım. Ama öğretmenimizle aramda bir iletişim kopukluğu var. Dördüncü sınıftayız ve çarpım tablosunu ezberlemeye başladık. Birler, ikiler kolay… Üçler ve dörtlerin ezberlenmesinde sınıfta sorunlar çıkmaya başladı. Bazı arkadaşlarımız ezberlemeden gelince öğretmen kızdı ve “Dörtler, beşler ve altıları da bu gece ezberleyeceksiniz!” buyruğunu verdi.  Ben dâhil sınıfın yarıdan çoğu ezberleyemedi elbette. Ertesi gün sözlü ve ilk olarak da beni kaldırdı. Ezberlemediğimi öğrenince “Ayıp değil mi? Ailenden de utanmıyor musun?” demez mi? Ben ailemi utandıracak ne yapmıştım ki? Sınıfın büyük çoğunluğu da ezberlememişti, onlar da mı ailelerinden utanacaktı? O günden sonra inat ettim, çarpım tablosunu ezberlemedim. Artık çarpım tablosu ezberi sözlülerine beni kaldırmaz olmuştu öğretmenim. Biliyordu ki yanıt tek: “Ezberlemedim!” Bu yanıttan sonra öğretmenin hiçbir davranışı ya da sözü beni ilgilendirmiyor, etkilemiyordu. Arkadaşlarımın bana yardımcı olma çabalarına da tepki vermiyordum. İnadım inat; çarpım tablosunu ezberlemeyecektim. Bu inadım ancak ortaokul son sınıfta kırıldı. Çünkü artık problem çözümlerinde zaman kaybına neden oluyordu. Parmak kullanarak geliştirdiğim çözüm, problem çözme hızımı kesiyordu. Çarpım tablosunu bir gecede ezberledim…

İşte öğretmenimin bu davranışı nedeniyle verdiği sayfalara bakmadım bile. Çünkü ne verdiyse onu ezberlemeyecektim! Eve gelince çantamı açtım ve en üstteki sayfanın başlığı gözüme takıldı: “Yaramaz”… Demek ki öğretmenim, bana uygun bir monolog seçmiş ve bunu ezberlememi istemişti! Monolog “Yaramaz, yaramaz, yaramaz… Git yaramaz, gel yaramaz…” diye sürüp gidiyordu. Niye başka bir metin değil de bu? Evet, ben yaramazdım, ama yaramazlığımı herkese, hem de sahneden itiraf etmek istemiyordum. Sonra bir de çarpım tablosu olayı vardı. İşte ezberlememem için bir neden daha! Karar verdim: Bu monologu okumayacaktım. “Okumayacağım!” demek olmayacağı için en iyisi ezberlememekti… Evde hiç kimseye bundan söz etmedim. Biliyorum ki o metni bana zorla ezberletirlerdi. Bu davranışlarının iki nedeni vardı bana göre: öncelikle akrabamız da olan öğretmene karşı ayıp olurdu; ikincisi de açıkça dile getirmezlerdi ama, beni de sahnede görmek isterlerdi…

Ertesi gün sınıfta öğretmenin yanına gittim. İki sayfayı kendisine verdim. Ezberlediğimi sanarak şaşırdı. Ama ezberleyemediğimi, bu nedenle de okumak istemediğimi söyleyince önce bozuldu. Sonrada “sen bilirsin” tavrıyla sıramı gösterdi. Yerime oturdum. Ne olacağını merakla beklerken sınıfı şöyle bir gözden geçirdi ve Naci arkadaşımızı yanına çağırdı. İki sayfalık monologu ona verdi. Bir şeyler konuştular. Naci tombiş vücudunu, sevimli bir sallantıyla yürüterek sırasına döndü. Kendisi de çok şaşırmış ve mutlu mutlu gülümsüyordu. Ne olduğunu tam olarak anlamadım. Dinlenme zili çalınca yanına koştum. Öğretmenim monologu ona vermiş ve hemen ezberlemesini istemişti. Naci bu görevi çok iyi yerine getirdi. Hatta ezber çalışmalarına ben de katkılarda bulundum. Gece sunumunda da çok başarılı oldu ve en çok alkışlanan gösterilerden biri oldu.

Tüm bunlara karşın bu gün bile hâlâ şaşar dururum; bu görevin en son verileceği kişi Naci’ydi… Çünkü Naci, sınıfımızın değil, okulun en uslu öğrencisiydi!...

Haziran 2013

Editör: Yazar Ali Kemal Temuçin'in anılarını içeren yazı dizisi devam edecek...