“Milliyetçi bilincin olmadığı yerde millet yoktur, Milliyetçiliğin temeli bilinçtir” İlhan Selçuk

“Millî şuur, bir milletin, kendini duyması ve bilmesidir. Hem duyguya hem de düşünceye dayanan millî şuur, bir milletin manevî kuvvetlerinden en önemlisidir. Milletlerin hayatını koruyan dört savunma hattından en geride olanı yani sonuncusu ve en mühimi millî şuurdur. İnsan uzviyetinin akciğer, karaciğer, kalp ve beyin nasıl dört önemli organı ise, bir milletin de ordu, bağımsızlık, dil ve milli şuur, dört büyük kalesidir.

Bir millet, ordusunu kaybedebilir. Bağımsızlığını da kaybedebilir. Fakat, dilini sakladıkça, o millet yaşıyor demektir. Dilini kaybeden bir millet ölmüş sayılır. Buna rağmen bir millet, dilini zorlayıcı sebeplerle kaybettiği halde, milli şuuruna sahipse, o millet kendisine zorla kabul ettirilen yabancı dile rağmen, gerçek kişiliğini bilir ve günün birinde bu millî şuur sayesinde, öz dilini yeniden öğrenerek gerçek benliğine döner. Bunun en güzel örneği Lehistan Türkleridir. Türkçe’yi yüzyıllardan beri unutup Lehçe konuştukları halde Türklüklerini unutmamışlardır ve günün birinde Türkçe konuşacaklardır.

Millî şuurun uyuşuk ve uyanık olması, milletlerin yaşama kabiliyetleri ile orantılıdır.”(1)

Yıl 1984 başbakanlık makamında Turgut Özal var. Aynı dönemin Milli Eğitim Bakanı ise Vehbi Dinçerler. Ülkesinin geleceği adına çözüm yolları araştıran Turgut Özal, eğitim konusunda da Japon pedagoglara bir araştırma yaptırmak ister ve onları ülkemize davet eder. Eğitim konusunda uzman bu heyet, Türk gençleri hakkında araştırma yapmak üzere ülkemize gelirler. Bir süre ülkemizin değişik yerlerinde görüşmelerde ve temaslarda bulunurlar. Nihayetinde araştırmalarının sonuçlarını açıklamak üzere başbakanımız Turgut Özal'ın
yanına çıkarlar. M.E.Bakanı da oradadır. Heyetin vardığı netice gayet açık ve kısadır.

-Sizin gençlerinizde milli şuur yok!

Yöneticilerimiz aldıkları bu üzücü cevap karşısında hayretler içerisinde kalır ve hemen sorarlar.

-Peki siz Japon gençlerine milli şuur verme adına neler yapıyorsunuz?

-Biz gençlerimize, daha ilkokula başlamadan, şok testler uygularız. Mesela, uçak gibi hızlı giden trenlerimize bindirir, bir tur yaptırırız. Çok katlı yollardan da geçen tren, onları şöyle bir sarsar. Sonra robotlarla çalışan büyük fabrikalarımıza götürür, gezdiririz. Mini mini çocuklarımız teknolojinin baş döndürücü neticesini görerek şoke olurlar, hayranlık duyarlar. Bu şoktan sonra onları Hiroşima'ya, Nagazaki'ye götürürüz. İkinci Dünya Savaşı sırasında atom bombasıyla müthiş surette  tahrip olan bu bölgeleri biz aynen koruyoruz. Oraları da çocuklarımıza bilgiler vererek gösteririz. Hiçbir canlının ve bitkinin hayat bulmasına imkân vermeyen atom bombasının bugüne uzanan etkilerini hayretle seyrederler. Tabiidir ki, çocukların bütün görüp dinledikleri, masum ve temiz ruhlarında derin ve etkili izler bırakır. Bütün bunların ardından da onlara deriz ki:

-Eğer sizler çalışmaz, sözden öncekileri geçmezseniz, vatanınızı, işte böyle düşmanlar bombalar, yakar, yıkar ve hiçbir canlının yaşayamayacağı hale getirir; sonra da çeker gider. Çalışırsanız, bindiğiniz hızlı trenleri bile geçecek yeni araçlar yaparsınız. Daha da gelişmiş fabrikalar kurarsınız. Üstelik hiçbir düşman size saldırmaya cesaret edemez. Ülkeniz, milletiniz yücelir, yükselir, daima bütün insanların saygı duyduğu ve özendiği bir konumda kalır. Şimdi artık, çalışkan olup olmama kararını kendiniz veriniz. Çalışmak ve ülkenizi sevmek zorunda değil misiniz? Artık bunu siz düşünün ve kararınızı verin!

-Çocuklarımız bununla ikinci bir şok daha yaşarlar. Ve bu şoklarla iyi bir Japon olmaya doğru güçlü bir adım atmış olurlar.

-Peki biz, Türk gençlerine milli şuur kazandırma adına ne yapmalıyız?

-Bildiğimiz kadarıyla, sizin, gençleriniz için birçok Nagazaki'niz ve Hiroşima'nız var. Bizimkinden çok daha önemli bunlar. En önemlisi de Çanakkale Savaşlarının geçtiği bölgedir. Birinci Dünya Savaşı'nın bu bölümü, gençlerinizin şoke olması için yeter de artar bile... Bir metrekare toprağa altı bin merminin düştüğü yerdir Çanakkale... Böyle bir savaştan Türkler her şeye rağmen galip çıkıyor, olmazı olur hale getiriyorlar. En gelişmiş teknolojiye ve donanıma meydan okuyarak, imanın galip geldiğinin ispatını yapıyorlar. Üstelik karşılarında tek bir düşman değil, birleşmiş güçler, sizin tabirinizle yetmiş iki buçuk millet vardır. İşte bu tablo ve bu bölge, gençlerinizin milli şuurunun pekişmesine fazlasıyla yeter. Bunun için gençlerinizi gruplar halinde Çanakkale'ye götürmelisiniz. Her Türk genci Çanakkale Savaşlarının olduğu bölgeyi mutlaka gezmeli, görmeli ve öğrenmelidir. Ve bu gençlere denmelidir ki : "Sizler çalışmazsanız, birlik içinde olmazsanız, düşmanlar Çanakkale'ye geldikleri gibi bu defa da başka şartlar altında başka şekilde gelirler, size yaşamayı haram ederler. Çalışır, birlik içinde olursanız, teknolojiyi yakalarsınız; barışa katkıda bulunur, vatanınızı müreffeh bir hale koyarsınız".

İşte Japon heyetinin açıklaması böyledir. İşin bir acı yanı bugün bu öğütleri onlardan alıyor olmamız bir diğeri ise böyle dev bir tarihe sahip olduğumuz halde gençliğimizin milli şuurdan, manevi değerlerinden ve de atalarından kopmuş olmasıdır. Bu utanç verici durumdan kurtulmak için yapacağımız ilk ve en önemli şey, muhakkak Gelibolu Yarımadasına gitmek, bir milletin varlık ve yokluk savaşı verdiği o mukaddes topraklara kapanıp cedlerimizin kalp atışlarına kulak vermek ve bizlere fısıldadıkları şeyleri duymaya çalışmak olmalıdır” (Talha Uğurluer-Çanakkale Gezi Rehberi Kitabından)

Japonlar doğru demişler, doğru demişler de hani ne derler “Duymuşsun Horasan’da halı dokunduğunu da, enine mi, uzununa mı, ondan haberin yok”

Evet, o Çanakkale’de bir destan yazdık. Mustafa Kemal gibi birçok değerli komutan ve askerlerimizin sayesinde “Çanakkale Geçilmez”i kanıtladık dosta düşmana.

Ama sonra ne oldu? Yenildi Osmanlı, Mondros Mütarekesi hükümleri gereğince, kendi elimizle, o geçilmez denilen Çanakkale istihkâmlarını İngilizlere teslim ettik. Eğer bir Atatürk’ümüz olmasaydı, ne Çanakkale kalacaktı elimizde ne de İstanbul.

Çocuklarımıza asıl bunları öğretmek gerek. Yoksa, son yıllarda dinci taife (belediyeler özellikle), her yıl binlerce insanı otobüslere bindirip taşıyor Çanakkale’ye. Taşıyor da, hurafe ve yalan dolu bir tarih öğretiliyor orada. Oradan dönenlerin büyük bir çoğunluğu, “milli şuur” kazanmış olarak dönmüyorlar, beyinlerine hurafe yüklenmiş olarak, yani o savaşı aslında evliyaların kazandığını sanarak dönüyorlar. Sonra da “her şehide bir hatim” kampanyası düzenliyor, milleti toplayıp şehitlere hatim okuyorlar. “Yüce Tanrı, şehitleri zaten cennetle müjdelememiş mi? Onların ölü değil aslında diri olduklarını söylemiyor mu? Siz gidin o hatimleri, günahkâr, mücrim yakınlarınız ya da bu durumdaki müslümanlar için okuyun, onların affını dileyin” desen, kıyamet kopar. Cehalet ve bağnazlık had safhada yani…


Çanakkale’de bir hurafeciyi ben de tanımış, Yeniçağ Gazetesi’nde bir yazımda anlatmıştım da. O yazımı paylaşayım:

“Anafartalar’da Mustafa Kemal, Hurafeler, Diriliş ve Turgut Özakman

Geçen yıl Mayıs ayı sonlarıydı. Yerdeşim, ülküdaşım, sınıf arkadaşım Deli Halit’in (Yıldız) ölüm haberini aldım. Çanakkale’ye doğru yola çıktım hemen, orada defnedilecekti. Delilerimizin birisini yitirmiştik ama diğer delilerin (Tanrım hepsine uzun ömür versin) hepsi oradaydı. Deli Tahir, Deli Necmi, Deli Hüsnü...

Cenaze öğle namazından sonra kalkacak, Kepez semtinde sahilde bir çay bahçesine oturduk. Boğazın öte yakasında Kilitbahir. Eski Tarım Bakanı Hüsnü Yusuf Gökalp (Deli Hüsnü yani), çay bahçesinin sahiplerine  ‘Bir rehber bulun da, Çanakkale harbini şöyle yerinde uygulamalı olarak anlatsın bize’  dedi. Biraz sonra bir rehber geldi. Dinci taifeden olanları, ben, tavır ve konuşmalarından hemen anlarım. Bu rehber de öyle idi. Başladı hurafelere:

’Cevat Paşa denize bakar, denizin üstü nura gark olmuştur. O nurun içinde kef ve vav harflerini görür. Anlamını çözemez, oysa kef ve vav harfleri ebcet hesabında 26’ya tekabül eder. Çözemeyince yine rüyada Yüce Allah seslenir kendisine: ’Ey Cevat, depolarındaki 26 mayını denize döşe’, o da döşer’ . Nusrat Mayın gemisiyle boğaza döşenip müttefik gemilerinin canına okuyan mayınlar bunlarmış işte.

Birbirimizin yüzüne bakıyoruz, sonra araya laflar sokuşturup konuyu değiştiriyoruz, Rehber Efendi’nin saçmalıklarını dinlemekten kurtuluyoruz.

Daha sonra Hüsnü Hoca’ya  ‘Yahu bu işkence bize yapılır mı? Turgut Özakman’ın Diriliş’inin üstüne bunlar dinlenir mi?’ dedim.


Turgut Özakman’ın Dirilişi... Çanakkale, bu kitaptan okunur...

Bugün 10 Ağustos, Anafartalar Zaferi’nin 95. yıl dönümü. Şimdi size Özakman Usta’nın Diriliş kitabından (Bilgi Yayınevi) o günleri anlatan bir bölümü sunacağım: ‘Doğu ufku aydınlanıyordu. Uzakta okunan bir ezan dalgalanarak yansımaya başladı. Mustafa Kemal yüksekçe bir yere yürüdü. Durdu. Askerlerine baktı. Soluk şafak ışığında binlerce çelik süngü ve demir yüz parlıyordu. Subaylar ve askerler de alacakaranlık içinde hayal gibi görünen komutana bakıyorlardı.


Mustafa Kemal, kırbacını havaya kaldırdı, bir süre öyle tuttu, bütün birlikler görmüş olmalıydı, hızla indirdi. Subaylar yüreklerini koparırcasına haykırdılar:

-Haydiiiii!

Askerlik tarihinde bir daha eşine rastlanmayacak olan büyük bir süngü hücumu başladı. Binlerce subay ve asker, tek bir beden gibi hızla ileri atıldı. Lav gibi aktı. Yer gök subayların ve Mehmetçiklerin savaş çığlıkları ile sarsılmaktaydı:

-Allah Allah Allah Allah Allah

Kısa zamanda Conkbayırı’nda tek bir canlı düşman kalmadı. Lav yayıldı, ilerledi. Yarlar, uçurumlar, vadilerle dolu vahşi arazide amansız boğuşma sürüp gitti. Kaçan askerleri yakalamak için çılgın Türkler yarların tepesinden aşağı atlıyorlardı. Dirilir gibi toprağın altından çıktıkları gibi şimdi de kuş gibi uçuyorlardı.

Uçan Türkler bir Çanakkale efsanesi olarak kitaplara geçecekti.’ 

İşte bu... Mucize de arıyorsan bu, keramet de arıyorsan bu, evliya da arıyorsan bu uçan Türkler işte. Bu yetmezse, Diriliş’in 442. sayfasına bakınız. Orada ilk kez muharebeye katılan subay adayı İrfan’ın notlarında var yürek mucizesinin şifreleri.

Diriliş kitabı tam 685 sayfa, kitaba bir de harita ekli, anlatılanları oradan da izlemek ayrı bir ufuk açıyor insana.”
(2) 

1) Nihal Atsız- Kızılelma, 2 Ocak 1948, Sayı: 10
2) Yeniçağ-10 Ağustos 2010