Bir kitap çalışması için Prof.Dr. Faruk Beşer’in “Genç Kızlara Özel Fetvalar” (Paradoks Yayınları) adlı kitabını internet yoluyla sipariş verdim. Kitap geldi, içinden bir de küçük boy, 124 sayfalık armağan bir kitap çıktı. Adı: “Ey İnsan”, yayınevi: Beka, yazarı: İbrahim Yarengülü.
Okudum kitabı, tam bir şeriat savunusu ve laiklik düşmanlığı propagandası. Önemli yerlerini aşağıya alacağım, sonra da yanıt vereceğim.
“Yanıt vermeye değer mi?” sorusunu sorabilirler birileri. Bence değer, mutlaka değer, değmeli. Bunlara yanıt verilmediği için bu adamlar, Tanrı adına konuştuklarını, Tanrı’nın emrini tebliğ ettiklerini söyleyip halkın aklını çeldiler ve bugün Türkiye halkı “laikim” demekten korkar hale geldi.
Evet işte alıntılar o kitaptan:
“İslam kişinin Allah’ın dinine (hayat şekline) iradesiyle teslim olması, boyun eğmesi, hayatının tüm safhalarında ve davranışlarında, Allah adına hareket etmesi demektir. Böyle bir düşünce tarzı, kişinin hayatının ister istemez yeniden tanzimini zorunlu kılar. İşte insanın yaşaması gereken bu hayat tarzına ve yaşama şekline şeriat adı verilir. Şeriatın dayanağı Kur’an-ı Kerim (vahiy)’dir.
(…) Kısaca İslamî toplum, gerek kişisel, gerek toplumsal hayatta uyulması gereken kuralların Allah (cc) tarafından vahiyle tanzim edildiği toplumdur. Diğer bir deyişle uygulanacak yaşama biçiminin insan tarafından değil Allah (cc) tarafından belirlenmesidir.”
“Müslüman olan, heva ve hevesi bir kenara iterek, düşünce ve yaşantısıyla Allah’ın kurallarına uyandır. Peki kendimize soralım: Nerede, ne zaman Allah’ın kurallarına teslimiz? Cumaları, Ramazanlarda, bayramlarda… Hele ölünce tamamen İslami kurallara uyarak cenazemiz illa camiden kalkar. Hayır öyle olmaz, her an, her zaman, her yerde ve her işte inanç, düşünce, sosyal hayat, ticaret, miras, okul, sokak, üniversite, meclis… Her yerde Allah’ın kurallarına uyuyorsak Müslümanız. Bir insan tüm hayatını Allah’ın kurallarına göre yaşıyorsa Müslüman’dır. Bir cemaat böyle yapıyorsa, Müslüman bir cemaattir. Eğer devlet bütün yasalarını Allah’tan alıyorsa Müslüman devlettir.
(…) Fakat bizler hayatımızın bazı yerlerinde heva ve hevesimize göre yaşıyoruz.
‘Yoksa siz, kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?’
‘Artık sizden böyle yapanların cezası, dünya hayatında aşağılık olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah yapmakta olduklarınızdan gafil değildir.’
Evet bizler kitabın bir kısmına inanıyor, bir kısmını inkâr ediyoruz. Nasıl mı? Hocaların maaşını veren, namazı kılması için ve deri toplaması için gerekli kolaylığı gösteren ve sözde Diyanet İşleri Başkanlığını kuran devlet, Allah’tan hiçbir kanun almamıştır. İsviçre’den, İtalya’dan, Almanya’dan kanunlar alınmış, Allah’ın kitabından hiçbir kanun alınmamış ve üstelik Allah’a isyan edilerek Allah devlet işlerine karıştırılmamış. Buna rağmen Müslümanız denmiş, Kur’an öpülmüş, ezanlar susmayacak denmiş, insanlar aldatılmış ve dolayısıyla kendilerini aldatmışlar.
(…) Birtakım belamların (Hz. Musa hakkında, yalan ve fena söyleyerek Beni-İsrail'i kandıran Bel'am bin Baura adında birinin adı…. Cazim Gürbüz), din istismarcılarının ‘dinsizlik değildir’ dedikleri ve günümüzde insanlara yanlış empoze edilen laiklik şudur: Din devlet işine karışmaz. Pek dinin sahibi kim? Allah. Yani laiklik: Allah devlet işine karışmaz diyor (hâşâ).
Allah devlet işine karıştırılmıyor. Neden? Allah devlet işinden anlamıyor mu? Yoksa kanunları çok mu katı? Yoksa bilmiyor mu?”
Artık başlayalım bu laiklik düşmanı şeriatçının dinsel saplantılarını yanıtlamaya öyle değil mi? Yanıtlayalım ama onların telinden çalarak yanıtlayalım. Din-devlet ve din-dünya işleri İslam’a göre de ayrılamaz mı, ayrılmamış mıdır? Sorusunu sorarak ve bunun İslamî dayanaklarını, İslam bilginleri ve bilim adamlarının görüşleriyle ortaya koyarak yapalım. “Kartal Gözüyle Laiklik” kitabımızda da bunu yapmıştık zaten:
“Kur’an’da inanca ve ibadete ait emirler dogmadır demiştik. Hepsi kelime-i şahadette özetlenir. İnanç ve ibadete ait emirlerin dışında kalanlar, muamelatla yani dünya işlerini düzenlemeyle ilgilidir. Kur’an’ın muamelata ait emirleri dogma değildir. Bütün emirler dogma olmuş olsa, toplumsal yaşamı dondurmuş olurdu. İslamiyet Arabistan yarımadasının dışına taştığı zaman, birçok milletin gelenekleriyle karşı karşıya gelmişti. Elbette Kur’an ve sünnetteki emirler bütün sorunları içermiyordu. Bu nedenle muamelata ait emirler için İslam hukukçuları daha önce de söylediğimiz gibi, zamanın değişmesiyle hükümler değişir prensibini kabul etmişlerdi. Yine muamelata ait emirler, inanç ve ibadete ait emirler gibi tamamlanmış değildi. Bu tamamlanmamış emirler için sadece amaç belirtilmişti: ‘Adalet’. Adalet donmuş bir kavram değil, devletin görevi, haklıyla haksızı ayırmak, zulmü kaldırmak, insanlar arasında eşitliği sağlamaktı. Doğal olarak bu, toplumun sosyo-ekonomik yapılarına göre değişecektir. O halde gerek İslam hukukunda, gerekse toplumsal yaşam felsefesinde tutucu, gelişmeye aykırı bir yan söz konusu değildi.
(...) Bu nedenle İslam hukukunda “örfle tayin nasla tayin gibidir” sözü, toplumun örf ve adetlerinin yargılarda yargıç olacağını ve bunun Allah’ın emriyle bir sayılacağını genel kural olarak kabul eder.
O halde toplumu ve devleti ilgilendiren muamelata ait emirlere sanki onlar inanca ait emirlermiş, dogmaymış gibi bakılacak olursa, buradan irtica doğar. Oysa İslamiyet’te laiklik muamelata ait emirlerin zaman ve mekâna göre değişirliği ilkesine dayanmaktadır. Bu yol kapandı mı ortaya bir İslamî Vatikan çıkar ki, devlet bunu kendi alanına tecavüz sayarak yıkmak zorundadır.”(1)
İşte Türkiye’deki dinci çevrelerin akıllarının bir türlü almadığı ve asla kabullenemedikleri budur. Laiklik tartışma ve ayrışması da bu anlayış, yorum ve algılayış farkı yüzünden sürüp gitmektedir. Aşağıda bu bağlamda pek çok görüş ve kanıt vereceğiz. Ancak önce Türkiye’de laikliğin “Din ve dünya işlerinin ayrılması” bölümüne itiraz eden merkez sağ ve Türk-İslam sentezcisi çevrelerin başucu kitabı olarak takdim ettikleri, Prof.Dr. Ali Fuat Başgil’in çok okunan eseri “Din ve Laiklik”ten kanıtlar ve aktarımlar yaparak çözümlememize devam edelim. “Kur’an’ı başka dile çevirmek hem imkânsızdır, hem de manasız ve faydasızdır.”(2) (Din ve Laiklik sayfa 112) diyerek bir bilim adamına yakışmayan terslik ve keskinlikte görüşler ortaya atan Prof. Dr. Ali Fuat Başgil,(3) laiklik konusunda aşağıya aldığımız görüşlerinde “laiklik din ve dünya işlerinin ayrılmasıdır” anlayışına daha esnek ve daha anlayışlı bakabilmektedir:
“Hatırlatalım ki, İslam’da dinsel iş ve hükümlerden herhangi birinin bir dönemde oluşumu mümkün olmazsa, o hüküm imhal olunur, yani izleme ve uygulaması başka bir zamana bırakılır. Nitekim, İslam Hukuku’nun ‘Ukûbat’ kısmı yani ceza hukuku Türkiye’de hemen bir asır önce uygulama alanından kaldırılmış ve yerine laik bir ceza hukuku konulmuştur. Bizim Cumhuriyetten önceki devrin Ceza Yasası, Fransız ceza yasasından neredeyse aynen aktarılmıştır. Bugün ise Türkiye’de İslam Hukuku’nun yalnız ukûbat kısmı değil ‘muamelat’ ve ‘münakehat’ı yani sözleşmeler ve borç hükümleri, evlenme ve boşanma sistemi, kısacası bütünüyle İslam Hukuku bu durumdadır. Biz istesek de, istemesek de durum bugün budur. Bu durum tarihi bir oluşum ve sosyolojik oluşum seyrinin doğurduğu bir sonuçtur.
Bu konuyu bitirmeden bir noktaya tekrar gelmek isteriz. Laik devlet düzeni içinde yaşayan bir dindar, mensup olduğu dinin ibadet ve ahkâmını olduğu gibi, muamelat ve münakehatı da, dilerse bireysel olarak izleyebilir.(4) Buna engel ve bunun laiklik esasına aykırı yönü yoktur. Sözgelimi, dinî nikâhın gereğine inanıyorsa, isterse, sivil nikahtan sonra bir de dinî nikâh yapar. Faizin dinen yasak olduğuna inanan faiz alıp vermez. Özetle, devletin yasa ve düzen ile yasaklamadığı ya da yapılmamasını emretmediği her iş ve işlemi dindar, mensup olduğu dinin kurallarına uyarak yapabilir. Şu halde bu bakımdan laiklik, ilişkiler yaşamına ilişkin olan dinsel kural ve yasaların, resmiyetten kalkması; bunların, devlet yaptırımı özelliğini yitirerek özel yaşama çekilip vicdanlarda yer almasıdır.”(5) (Yazarın ifadeleri, gençlerin anlayabileceği biçimde günümüz Türkçe’sine aktarılmıştır)
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, laikliği “din ve devlet işlerinin ayrılması” ile sınırlı tutmasına karşın, dünyevi alana ilişkin de önemli vurgular ve saptamalar yapmakta, Kur’an’ın muamelâta dair ayetlerinin gerekirse hükümden düşürülebileceği görüşüne destek ve İslam bilginlerinden örnekler vermektedir: “Abdulcebbar’a (Büyük fıkıh bilgini Kadı Abdulcebbar/Ölümü 1025/Ünlü Eseri El-Muğni) göre, aklî alanda yani ibadet ve iman alanı dışındaki konularda peygamberi örnek almak gerekmez. Hatta böyle bir şey isabetli ve sağlıklı da olamaz. Abdulcebbar’a göre, iman ve ibadet alanı dışındaki konularda, yani muamelatta, Kur’an ayetleri aklın verileriyle hükümden düşürülebilir.
Abdulcebbar’ın kendisinden yaklaşık yüz yıl önce ölmüş bulunan selefi, İmam Mâtûrîdî de (ölümü 944) aynen böyle düşünmektedir. Mâtûrîdî, ‘Te’vîlâtü’l-Kur’an’ adlı eserinde, Kur’an’ın muamelet hükümlerinin içtihat ile neshedilebileceğini (hükümden düşürülebileceğini) söylemekte ve örnek olarak da Halife Ömer’in müellefetü’l kulûba zekâttan pay verilmesini emreden Kur’an ayetini ‘bugün böyle bir şeye ihtiyaç yoktur’ diyerek askıya almasını göstermektedir.”(6)
“Ömer bunu yaparken, dinin genel ilkelerini (mukarrerat-ı diniyyeyi) ve zamanın koşullarını dikkate alarak sadece hadislerin değil, ayetlerin bile hükmünü askıya alıyordu. Gerekçesi sadece şu cümle idi: ‘İslam’ın talepleri bugün bu hükmün uygulanmamasını gerektirir.’
Halife Ömer bu mantık ve uygulama ile Müelefetü’l Kulûb denen İslam’a yeni girmiş zümreye vergilerden pay çıkarılmayı durdurmuş, kıtlık zamanı hırsızlık yapanlara ceza uygulamamış, ehli kitap kadınlarla evlenmeyi yasaklamıştır. Halbuki bütün bunlar, Kur’an ayetleriyle hükme bağlanan konulardır.”(7)
Ömer’in uygulamaları bunlardan ibaret de değil, dahası da var:
“Ömer adeta başına buyruk biriydi; İstediğini yapan, zaman zaman Kur’an’ın dediklerini rafa kaldıran biri. Ben onun halifelik döneminde Kur’an’ı dinlemediğine ilişkin somut örnekler sunacağım. Mesela onun zamanında Irak toprakları işgal edilir. Kur’an’a göre ele geçen topraklar ganimet sayılmalı ve 1/5’i hazineye ayrıldıktan sonra kalan 4/5’i savaşa katılanlar arasında paylaşılmalıydı. Ancak Ömer bunu yapmıyor. Toprağı sahiplerine bırakıyor ve buna karşılık onlardan her yıl haraç alıyor. Kur’an’da ganimet hakkında açık bir şekilde bilgi olduğu halde Ömer’in Irak topraklarını dağıtmaması Kur’an hükümlerinin dışına çıkmak demektir. Onun yaptığı Müslümanların yararına olsa da bunun Kur’an’da yeri yoktur. Enfal Suresinde ganimetin dağıtımıyla ilgili bilgi verilirken, 1/5’i Tanrı adına Muhammed’e teslim edilir, kalanı da savaşa katılanlar arasında paylaşılır diye ayet var. Aynı surede, ele geçirdiğiniz ganimetten helal ve afiyetle yiyin diye başka bir ayet daha var.”(8)
İmam Mâtûridî, bilindiği gibi, amelde Hanefi Mezhebini seçmiş olan Müslümanların, itikattaki mezhep imamlarıdır. Türk’tür. Mâtûridî’ye göre din ve şeriat ayrıdır “Din’de nasih-mensuh cereyan etmez, ama şeriatta nesh yani hükümsüz kılma mümkündür”. Mâtûridî’ye göre, şeriat din olsaydı, her bir Müslüman hemen bütün davranışlarında dinini değiştiren konumuna düşerdi. Din’in kaynağı akıl, şeriatın kaynağı ise duyma-işitme yani nakil’dir. Mâtûridî ana dilde ibadet de olabileceğini söylemekte ve bilimi ibadetten üstün tutmaktadır. Ne yazık ki, özellikle Yavuz Sultan Selim’in Mısır’dan getirdiği Eş’ari ulemasının çabalarıyla, Osmanlı medreseleri Mâdûridî’ye yüz çevirmiştir. Eş’arilik aklın kullanılmasında engelleyici bir rol oynamıştır. Eş’ari Arap olduğu için öne çıkarıldı, Mâtûridî Türk olduğu için görmezlikten gelindi, bunda İmam Gâzâlî’nın payı büyük. Gâzâli de, son yüzyılda ve günümüzde adı öne çıkarılan Said Nursi de, Eş’aridirler. Said Nursi’nin eserleri de Mâtûridi kimliğimizin silinmesinde etkili oldu.(9)
Prof.Dr. Yaşar Nuri Öztürk’e göre, Hanefi Mezhebinin itikatta imamı Ebu Hanife de Mâtûridi ile aynı görüşte: “Şeriat, İslam veya Kur’an ile eşitlenemez. Şeriat mezhep kabulleriyle, nihayet fıkıhla eşitlenebilir. Şeriatı İslam’la eşitlemek isteyen anlayış, birçok kabulünün Kur’an’la ve zamanla çeliştiği anlaşılmış bulunan örfleri din yapmayı amaçlayan anlayıştır. Bu anlayış önce şeraitle dini eşitlemekte, sonra da devrini bitirmiş yorumlardaki birtakım kuralları din diye halkın önüne koymaktadır. Burada Allah ile aldatmanın tipik bir görünümü ile karşı karşıyayız.
(...) İmamı Âzam, eserlerinden biri olan ‘El-Alim ve’l-Müteallim’de bu konudaki düşüncesini şöyle açıklıyor: ‘Allah’ın dininde değişme yoktur. Din ne değiştirilir ne başka şekle sokulur. Ama şeriatler değiştirilir, başka şekle sokulur. Çünkü öyle şeyler vardır ki, Allah onu bir halk için helal kıldığı halde başka bir halk için haram kılmıştır. Öyle şeyler vardır ki Allah onu şu topluluk için emrettiği halde bir başka topluluk için yasaklar.”(10)
Tüm bu akılcı yaklaşımlar, devrimci Mâliki fakîhi Necmuddin et Tufî (Ölümü 1316) tarafından bir fıkıh ekolüne dönüştürülerek şu cümle ile ilkeleştirilmiştir: ‘Muamelatta hükümler maslahata (kamu yararına) göre belirlenir; bu alanda dinin verileri sadece birer örnektir, tüm zamanları bağlamaz’(11)
İnsan hayatının muamelat kısmıyla ilgili olarak, laikliğin talepleri, yukarıda adları geçen ünlü fâkihlerin, özellikle Tufî’nin söylediğinden hiç farklı değildir. Ne yazık ki, Tufî ve benzeri devrimci fukahanın dedikleri, geleneksel-siyasal tabucu zihniyetlerin engelleri yüzünden vaktinde hayata geçirilememiştir. Ve bunun sonucu, İslam dünyasına çok ağır bir faturanın çıkması olmuştur.
İslam dünyasında, Tûfî’nin fikirlerini ilk kez hayat geçirme onuru, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e nasip oldu. Bu nasiplenmenin omurgasında laiklik ilkesinin yer aldığını söylemek ise bir vicdan borcudur. Ve bir gerçekçiliktir.”(12)
Şeyh Bedrettin’e göre şeriat zamanla değişir: “Ancak dünya tutkularından sıyrılmalar, çağın, zamanın değişmesiyle değişir. Şeriatların birbirinden ayrılışı bundandır. Kendini ve Tanrı’yı bilenler şeriatla kayıtlı değillerdir.(13)
Profesör Amiran Kurtkan Bilgiseven bir bilim kadınıydı; din sosyolojisi konusunda dünyadaki birkaç isimden biriydi ve bir Melami Şeyhi’ydi aynı zamanda. Prof. Enis Öksüz, Prof. Zekeriya Beyaz gibi tanınmış isimlerin de hocasıydı. Tasavvuf ve laikliğin nasıl iç içe olduğunu anlatan bir değerli eseri vardır Amiran Kurtkan Bilgiseven Hoca’nın. Bu eserdeki görüşler de, yukarıdaki verdiğimiz örnekleri doğrular ve destekler mahiyettedir:
“Hayatta iken Medine Site Devleti’nin anayasasını müslim ve gayrimüslim hemşehrileri ile birlikte vaz etmek ve bu anayasada zaman zaman değişiklikler yapmak sureti ile de Hz. Muhammed din ve dünya işlerini birbirinden tamamen ayrı telakki ettiğinin en bariz delilerinden birini vermiştir.
(...) İslamiyet’te bazı hallerde muamelatla ilgili meselelere ait Kur’an hükümlerinde dahi değişiklikler yapılmış ve önceki bazı âyetler sonraki âyetlerle hükümsüz kılınmıştır. Bu durum, İslamiyet’in muamelat hükümlerini zamanın şartlarına göre değiştirme prensibini kabul etmiş olduğunu göstermektedir.
Nitekim İslam’da poligamiden monogamiye geçiş bu suretle vuku bulmuştur. Kadın hakları ile ilgili surelere göz atmak bu hususta kâfi derecede fikir verebilir.
İslami muamelat hükümleri, kelime kelime bu günün Türk Cemiyeti için kanun hüviyetini taşıyacak özellikte değildir. (...) Şu halde, İslam’ın resmi hukuka temel teşkil eden unsurunu söz kalıbı halindeki muamelata ait surelerde aramak yersizdir. Bu arayışın bir yandan cahiller tarafından, diğer yandan da ilim adamları tarafından da yapıldığı görülmektedir.
(...) Bugünkü ihtiyaçlar ve bunları doğuran realiteler tamamıyla değişmiştir. İslam’da şu bir kaidedir ki, zamanın değişmesi ile dinin amel ahkâmı (yani muamelat hükümleri) de değişir. Din ile devlet münasebetleri ise İslam dininin itikadi hükümlerinden olmayıp sırf ameli ahkâmındandır (yani muamelat hükümleri arasındadır).
Başlangıçtan beri din ve devlet, bazı şartlar altında (Suudi Arabistan, Cezayir, Fas ve Tunus’ta olduğu gibi) birleşmiş ve birleşik gitmiş olabilir. İslamiyet’te din ile devletin birleşmesini icap ettiren, hatta devletin tamamen dini bir mahiyet almasını emreden hükümler bulunabilir. Madem ki diyoruz, bu hükümler itikadi değil, amelidir ve madem ki dinin ameli hükümleri (dine ait özün korunabilmesi için) zamanın ve hayat şartlarının değişmesiyle değişir, o halde geçmişte olduğu gibi bugün de din ile devletin birleşmesi lâzım gelmez. Çünkü zaman ve şartlar değişmiştir.”(14)
Cumhuriyet’in ideologlarından Falih Rıfkı Atay’ın “Atatürkçülük Nedir?” adlı kitabından alıntılarla bitirelim:
“Medrese hiçbir zaman, halkın ve devletin dünya işleri üzerinde egemen kalmaktan vazgeçmemiştir. Din bir vicdan işidir. Tanrı ile kul arasındadır. İslamlıkta ruhanîlik yoktur. Bu gerçekleri hep biliriz. Din adamının görevi, bu esaslar dışına çıkamaz. Vaaz ve hutbeleri, Kur’an’ın ahlâk ayetleri üzerine temellendirmeden ileri gitmemek lazım gelir. Atatürk laisizmle, Türklüğü akıl hürriyetine kavuşturmuştur. Türkler dünya işlerine sadece akıl yolu ile düzen vereceklerdir.”
Devam ediyor Falih Rıfkı Atay, diyecekleri bu kadar değil: “Allah birdir, Muhammed O’nun peygamberidir dersin. Dinin farzlarına inanırsın, Hak yemez, zulmetmez, çalmaz, kötülük etmezsin. Din bundan ibarettir. Gerisi akıl ve eğitim işidir. Asıl laisizm, kafa laikliğidir.
Atatürk devrinde Tanrı ikidir mi denmiştir? Hayır! Muhammed O’nun peygamberi değil midir mi denmiştir? Hayır! Beş vakit namaz dört vakte, otuz gün oruç yirmi dokuz güne mi indirilmiştir? Hayır!
Demek din denen şeye dokunulmamıştır. Ya ne yapılmıştır? Din dünya işlerinden ayrılmıştır. Gericilik nedir? Dünya işlerini yeniden din işlerine katmak! Şeriatçılık, gelenekçi Atatürkçülüğü geçmişçilikle yıkmak! Yani eski medrese cehaleti egemenliğini yeniden kurmak!”
1) Prof.Dr.Cahit Tanyol-Laiklik ve İrtica
Okudum kitabı, tam bir şeriat savunusu ve laiklik düşmanlığı propagandası. Önemli yerlerini aşağıya alacağım, sonra da yanıt vereceğim.
“Yanıt vermeye değer mi?” sorusunu sorabilirler birileri. Bence değer, mutlaka değer, değmeli. Bunlara yanıt verilmediği için bu adamlar, Tanrı adına konuştuklarını, Tanrı’nın emrini tebliğ ettiklerini söyleyip halkın aklını çeldiler ve bugün Türkiye halkı “laikim” demekten korkar hale geldi.
Evet işte alıntılar o kitaptan:
“İslam kişinin Allah’ın dinine (hayat şekline) iradesiyle teslim olması, boyun eğmesi, hayatının tüm safhalarında ve davranışlarında, Allah adına hareket etmesi demektir. Böyle bir düşünce tarzı, kişinin hayatının ister istemez yeniden tanzimini zorunlu kılar. İşte insanın yaşaması gereken bu hayat tarzına ve yaşama şekline şeriat adı verilir. Şeriatın dayanağı Kur’an-ı Kerim (vahiy)’dir.
(…) Kısaca İslamî toplum, gerek kişisel, gerek toplumsal hayatta uyulması gereken kuralların Allah (cc) tarafından vahiyle tanzim edildiği toplumdur. Diğer bir deyişle uygulanacak yaşama biçiminin insan tarafından değil Allah (cc) tarafından belirlenmesidir.”
“Müslüman olan, heva ve hevesi bir kenara iterek, düşünce ve yaşantısıyla Allah’ın kurallarına uyandır. Peki kendimize soralım: Nerede, ne zaman Allah’ın kurallarına teslimiz? Cumaları, Ramazanlarda, bayramlarda… Hele ölünce tamamen İslami kurallara uyarak cenazemiz illa camiden kalkar. Hayır öyle olmaz, her an, her zaman, her yerde ve her işte inanç, düşünce, sosyal hayat, ticaret, miras, okul, sokak, üniversite, meclis… Her yerde Allah’ın kurallarına uyuyorsak Müslümanız. Bir insan tüm hayatını Allah’ın kurallarına göre yaşıyorsa Müslüman’dır. Bir cemaat böyle yapıyorsa, Müslüman bir cemaattir. Eğer devlet bütün yasalarını Allah’tan alıyorsa Müslüman devlettir.
(…) Fakat bizler hayatımızın bazı yerlerinde heva ve hevesimize göre yaşıyoruz.
‘Yoksa siz, kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?’
‘Artık sizden böyle yapanların cezası, dünya hayatında aşağılık olmaktan başka bir şey değildir. Kıyamet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah yapmakta olduklarınızdan gafil değildir.’
Evet bizler kitabın bir kısmına inanıyor, bir kısmını inkâr ediyoruz. Nasıl mı? Hocaların maaşını veren, namazı kılması için ve deri toplaması için gerekli kolaylığı gösteren ve sözde Diyanet İşleri Başkanlığını kuran devlet, Allah’tan hiçbir kanun almamıştır. İsviçre’den, İtalya’dan, Almanya’dan kanunlar alınmış, Allah’ın kitabından hiçbir kanun alınmamış ve üstelik Allah’a isyan edilerek Allah devlet işlerine karıştırılmamış. Buna rağmen Müslümanız denmiş, Kur’an öpülmüş, ezanlar susmayacak denmiş, insanlar aldatılmış ve dolayısıyla kendilerini aldatmışlar.
(…) Birtakım belamların (Hz. Musa hakkında, yalan ve fena söyleyerek Beni-İsrail'i kandıran Bel'am bin Baura adında birinin adı…. Cazim Gürbüz), din istismarcılarının ‘dinsizlik değildir’ dedikleri ve günümüzde insanlara yanlış empoze edilen laiklik şudur: Din devlet işine karışmaz. Pek dinin sahibi kim? Allah. Yani laiklik: Allah devlet işine karışmaz diyor (hâşâ).
Allah devlet işine karıştırılmıyor. Neden? Allah devlet işinden anlamıyor mu? Yoksa kanunları çok mu katı? Yoksa bilmiyor mu?”
Artık başlayalım bu laiklik düşmanı şeriatçının dinsel saplantılarını yanıtlamaya öyle değil mi? Yanıtlayalım ama onların telinden çalarak yanıtlayalım. Din-devlet ve din-dünya işleri İslam’a göre de ayrılamaz mı, ayrılmamış mıdır? Sorusunu sorarak ve bunun İslamî dayanaklarını, İslam bilginleri ve bilim adamlarının görüşleriyle ortaya koyarak yapalım. “Kartal Gözüyle Laiklik” kitabımızda da bunu yapmıştık zaten:
“Kur’an’da inanca ve ibadete ait emirler dogmadır demiştik. Hepsi kelime-i şahadette özetlenir. İnanç ve ibadete ait emirlerin dışında kalanlar, muamelatla yani dünya işlerini düzenlemeyle ilgilidir. Kur’an’ın muamelata ait emirleri dogma değildir. Bütün emirler dogma olmuş olsa, toplumsal yaşamı dondurmuş olurdu. İslamiyet Arabistan yarımadasının dışına taştığı zaman, birçok milletin gelenekleriyle karşı karşıya gelmişti. Elbette Kur’an ve sünnetteki emirler bütün sorunları içermiyordu. Bu nedenle muamelata ait emirler için İslam hukukçuları daha önce de söylediğimiz gibi, zamanın değişmesiyle hükümler değişir prensibini kabul etmişlerdi. Yine muamelata ait emirler, inanç ve ibadete ait emirler gibi tamamlanmış değildi. Bu tamamlanmamış emirler için sadece amaç belirtilmişti: ‘Adalet’. Adalet donmuş bir kavram değil, devletin görevi, haklıyla haksızı ayırmak, zulmü kaldırmak, insanlar arasında eşitliği sağlamaktı. Doğal olarak bu, toplumun sosyo-ekonomik yapılarına göre değişecektir. O halde gerek İslam hukukunda, gerekse toplumsal yaşam felsefesinde tutucu, gelişmeye aykırı bir yan söz konusu değildi.
(...) Bu nedenle İslam hukukunda “örfle tayin nasla tayin gibidir” sözü, toplumun örf ve adetlerinin yargılarda yargıç olacağını ve bunun Allah’ın emriyle bir sayılacağını genel kural olarak kabul eder.
O halde toplumu ve devleti ilgilendiren muamelata ait emirlere sanki onlar inanca ait emirlermiş, dogmaymış gibi bakılacak olursa, buradan irtica doğar. Oysa İslamiyet’te laiklik muamelata ait emirlerin zaman ve mekâna göre değişirliği ilkesine dayanmaktadır. Bu yol kapandı mı ortaya bir İslamî Vatikan çıkar ki, devlet bunu kendi alanına tecavüz sayarak yıkmak zorundadır.”(1)
İşte Türkiye’deki dinci çevrelerin akıllarının bir türlü almadığı ve asla kabullenemedikleri budur. Laiklik tartışma ve ayrışması da bu anlayış, yorum ve algılayış farkı yüzünden sürüp gitmektedir. Aşağıda bu bağlamda pek çok görüş ve kanıt vereceğiz. Ancak önce Türkiye’de laikliğin “Din ve dünya işlerinin ayrılması” bölümüne itiraz eden merkez sağ ve Türk-İslam sentezcisi çevrelerin başucu kitabı olarak takdim ettikleri, Prof.Dr. Ali Fuat Başgil’in çok okunan eseri “Din ve Laiklik”ten kanıtlar ve aktarımlar yaparak çözümlememize devam edelim. “Kur’an’ı başka dile çevirmek hem imkânsızdır, hem de manasız ve faydasızdır.”(2) (Din ve Laiklik sayfa 112) diyerek bir bilim adamına yakışmayan terslik ve keskinlikte görüşler ortaya atan Prof. Dr. Ali Fuat Başgil,(3) laiklik konusunda aşağıya aldığımız görüşlerinde “laiklik din ve dünya işlerinin ayrılmasıdır” anlayışına daha esnek ve daha anlayışlı bakabilmektedir:
“Hatırlatalım ki, İslam’da dinsel iş ve hükümlerden herhangi birinin bir dönemde oluşumu mümkün olmazsa, o hüküm imhal olunur, yani izleme ve uygulaması başka bir zamana bırakılır. Nitekim, İslam Hukuku’nun ‘Ukûbat’ kısmı yani ceza hukuku Türkiye’de hemen bir asır önce uygulama alanından kaldırılmış ve yerine laik bir ceza hukuku konulmuştur. Bizim Cumhuriyetten önceki devrin Ceza Yasası, Fransız ceza yasasından neredeyse aynen aktarılmıştır. Bugün ise Türkiye’de İslam Hukuku’nun yalnız ukûbat kısmı değil ‘muamelat’ ve ‘münakehat’ı yani sözleşmeler ve borç hükümleri, evlenme ve boşanma sistemi, kısacası bütünüyle İslam Hukuku bu durumdadır. Biz istesek de, istemesek de durum bugün budur. Bu durum tarihi bir oluşum ve sosyolojik oluşum seyrinin doğurduğu bir sonuçtur.
Bu konuyu bitirmeden bir noktaya tekrar gelmek isteriz. Laik devlet düzeni içinde yaşayan bir dindar, mensup olduğu dinin ibadet ve ahkâmını olduğu gibi, muamelat ve münakehatı da, dilerse bireysel olarak izleyebilir.(4) Buna engel ve bunun laiklik esasına aykırı yönü yoktur. Sözgelimi, dinî nikâhın gereğine inanıyorsa, isterse, sivil nikahtan sonra bir de dinî nikâh yapar. Faizin dinen yasak olduğuna inanan faiz alıp vermez. Özetle, devletin yasa ve düzen ile yasaklamadığı ya da yapılmamasını emretmediği her iş ve işlemi dindar, mensup olduğu dinin kurallarına uyarak yapabilir. Şu halde bu bakımdan laiklik, ilişkiler yaşamına ilişkin olan dinsel kural ve yasaların, resmiyetten kalkması; bunların, devlet yaptırımı özelliğini yitirerek özel yaşama çekilip vicdanlarda yer almasıdır.”(5) (Yazarın ifadeleri, gençlerin anlayabileceği biçimde günümüz Türkçe’sine aktarılmıştır)
Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, laikliği “din ve devlet işlerinin ayrılması” ile sınırlı tutmasına karşın, dünyevi alana ilişkin de önemli vurgular ve saptamalar yapmakta, Kur’an’ın muamelâta dair ayetlerinin gerekirse hükümden düşürülebileceği görüşüne destek ve İslam bilginlerinden örnekler vermektedir: “Abdulcebbar’a (Büyük fıkıh bilgini Kadı Abdulcebbar/Ölümü 1025/Ünlü Eseri El-Muğni) göre, aklî alanda yani ibadet ve iman alanı dışındaki konularda peygamberi örnek almak gerekmez. Hatta böyle bir şey isabetli ve sağlıklı da olamaz. Abdulcebbar’a göre, iman ve ibadet alanı dışındaki konularda, yani muamelatta, Kur’an ayetleri aklın verileriyle hükümden düşürülebilir.
Abdulcebbar’ın kendisinden yaklaşık yüz yıl önce ölmüş bulunan selefi, İmam Mâtûrîdî de (ölümü 944) aynen böyle düşünmektedir. Mâtûrîdî, ‘Te’vîlâtü’l-Kur’an’ adlı eserinde, Kur’an’ın muamelet hükümlerinin içtihat ile neshedilebileceğini (hükümden düşürülebileceğini) söylemekte ve örnek olarak da Halife Ömer’in müellefetü’l kulûba zekâttan pay verilmesini emreden Kur’an ayetini ‘bugün böyle bir şeye ihtiyaç yoktur’ diyerek askıya almasını göstermektedir.”(6)
“Ömer bunu yaparken, dinin genel ilkelerini (mukarrerat-ı diniyyeyi) ve zamanın koşullarını dikkate alarak sadece hadislerin değil, ayetlerin bile hükmünü askıya alıyordu. Gerekçesi sadece şu cümle idi: ‘İslam’ın talepleri bugün bu hükmün uygulanmamasını gerektirir.’
Halife Ömer bu mantık ve uygulama ile Müelefetü’l Kulûb denen İslam’a yeni girmiş zümreye vergilerden pay çıkarılmayı durdurmuş, kıtlık zamanı hırsızlık yapanlara ceza uygulamamış, ehli kitap kadınlarla evlenmeyi yasaklamıştır. Halbuki bütün bunlar, Kur’an ayetleriyle hükme bağlanan konulardır.”(7)
Ömer’in uygulamaları bunlardan ibaret de değil, dahası da var:
“Ömer adeta başına buyruk biriydi; İstediğini yapan, zaman zaman Kur’an’ın dediklerini rafa kaldıran biri. Ben onun halifelik döneminde Kur’an’ı dinlemediğine ilişkin somut örnekler sunacağım. Mesela onun zamanında Irak toprakları işgal edilir. Kur’an’a göre ele geçen topraklar ganimet sayılmalı ve 1/5’i hazineye ayrıldıktan sonra kalan 4/5’i savaşa katılanlar arasında paylaşılmalıydı. Ancak Ömer bunu yapmıyor. Toprağı sahiplerine bırakıyor ve buna karşılık onlardan her yıl haraç alıyor. Kur’an’da ganimet hakkında açık bir şekilde bilgi olduğu halde Ömer’in Irak topraklarını dağıtmaması Kur’an hükümlerinin dışına çıkmak demektir. Onun yaptığı Müslümanların yararına olsa da bunun Kur’an’da yeri yoktur. Enfal Suresinde ganimetin dağıtımıyla ilgili bilgi verilirken, 1/5’i Tanrı adına Muhammed’e teslim edilir, kalanı da savaşa katılanlar arasında paylaşılır diye ayet var. Aynı surede, ele geçirdiğiniz ganimetten helal ve afiyetle yiyin diye başka bir ayet daha var.”(8)
İmam Mâtûridî, bilindiği gibi, amelde Hanefi Mezhebini seçmiş olan Müslümanların, itikattaki mezhep imamlarıdır. Türk’tür. Mâtûridî’ye göre din ve şeriat ayrıdır “Din’de nasih-mensuh cereyan etmez, ama şeriatta nesh yani hükümsüz kılma mümkündür”. Mâtûridî’ye göre, şeriat din olsaydı, her bir Müslüman hemen bütün davranışlarında dinini değiştiren konumuna düşerdi. Din’in kaynağı akıl, şeriatın kaynağı ise duyma-işitme yani nakil’dir. Mâtûridî ana dilde ibadet de olabileceğini söylemekte ve bilimi ibadetten üstün tutmaktadır. Ne yazık ki, özellikle Yavuz Sultan Selim’in Mısır’dan getirdiği Eş’ari ulemasının çabalarıyla, Osmanlı medreseleri Mâdûridî’ye yüz çevirmiştir. Eş’arilik aklın kullanılmasında engelleyici bir rol oynamıştır. Eş’ari Arap olduğu için öne çıkarıldı, Mâtûridî Türk olduğu için görmezlikten gelindi, bunda İmam Gâzâlî’nın payı büyük. Gâzâli de, son yüzyılda ve günümüzde adı öne çıkarılan Said Nursi de, Eş’aridirler. Said Nursi’nin eserleri de Mâtûridi kimliğimizin silinmesinde etkili oldu.(9)
Prof.Dr. Yaşar Nuri Öztürk’e göre, Hanefi Mezhebinin itikatta imamı Ebu Hanife de Mâtûridi ile aynı görüşte: “Şeriat, İslam veya Kur’an ile eşitlenemez. Şeriat mezhep kabulleriyle, nihayet fıkıhla eşitlenebilir. Şeriatı İslam’la eşitlemek isteyen anlayış, birçok kabulünün Kur’an’la ve zamanla çeliştiği anlaşılmış bulunan örfleri din yapmayı amaçlayan anlayıştır. Bu anlayış önce şeraitle dini eşitlemekte, sonra da devrini bitirmiş yorumlardaki birtakım kuralları din diye halkın önüne koymaktadır. Burada Allah ile aldatmanın tipik bir görünümü ile karşı karşıyayız.
(...) İmamı Âzam, eserlerinden biri olan ‘El-Alim ve’l-Müteallim’de bu konudaki düşüncesini şöyle açıklıyor: ‘Allah’ın dininde değişme yoktur. Din ne değiştirilir ne başka şekle sokulur. Ama şeriatler değiştirilir, başka şekle sokulur. Çünkü öyle şeyler vardır ki, Allah onu bir halk için helal kıldığı halde başka bir halk için haram kılmıştır. Öyle şeyler vardır ki Allah onu şu topluluk için emrettiği halde bir başka topluluk için yasaklar.”(10)
Tüm bu akılcı yaklaşımlar, devrimci Mâliki fakîhi Necmuddin et Tufî (Ölümü 1316) tarafından bir fıkıh ekolüne dönüştürülerek şu cümle ile ilkeleştirilmiştir: ‘Muamelatta hükümler maslahata (kamu yararına) göre belirlenir; bu alanda dinin verileri sadece birer örnektir, tüm zamanları bağlamaz’(11)
İnsan hayatının muamelat kısmıyla ilgili olarak, laikliğin talepleri, yukarıda adları geçen ünlü fâkihlerin, özellikle Tufî’nin söylediğinden hiç farklı değildir. Ne yazık ki, Tufî ve benzeri devrimci fukahanın dedikleri, geleneksel-siyasal tabucu zihniyetlerin engelleri yüzünden vaktinde hayata geçirilememiştir. Ve bunun sonucu, İslam dünyasına çok ağır bir faturanın çıkması olmuştur.
İslam dünyasında, Tûfî’nin fikirlerini ilk kez hayat geçirme onuru, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e nasip oldu. Bu nasiplenmenin omurgasında laiklik ilkesinin yer aldığını söylemek ise bir vicdan borcudur. Ve bir gerçekçiliktir.”(12)
Şeyh Bedrettin’e göre şeriat zamanla değişir: “Ancak dünya tutkularından sıyrılmalar, çağın, zamanın değişmesiyle değişir. Şeriatların birbirinden ayrılışı bundandır. Kendini ve Tanrı’yı bilenler şeriatla kayıtlı değillerdir.(13)
Profesör Amiran Kurtkan Bilgiseven bir bilim kadınıydı; din sosyolojisi konusunda dünyadaki birkaç isimden biriydi ve bir Melami Şeyhi’ydi aynı zamanda. Prof. Enis Öksüz, Prof. Zekeriya Beyaz gibi tanınmış isimlerin de hocasıydı. Tasavvuf ve laikliğin nasıl iç içe olduğunu anlatan bir değerli eseri vardır Amiran Kurtkan Bilgiseven Hoca’nın. Bu eserdeki görüşler de, yukarıdaki verdiğimiz örnekleri doğrular ve destekler mahiyettedir:
“Hayatta iken Medine Site Devleti’nin anayasasını müslim ve gayrimüslim hemşehrileri ile birlikte vaz etmek ve bu anayasada zaman zaman değişiklikler yapmak sureti ile de Hz. Muhammed din ve dünya işlerini birbirinden tamamen ayrı telakki ettiğinin en bariz delilerinden birini vermiştir.
(...) İslamiyet’te bazı hallerde muamelatla ilgili meselelere ait Kur’an hükümlerinde dahi değişiklikler yapılmış ve önceki bazı âyetler sonraki âyetlerle hükümsüz kılınmıştır. Bu durum, İslamiyet’in muamelat hükümlerini zamanın şartlarına göre değiştirme prensibini kabul etmiş olduğunu göstermektedir.
Nitekim İslam’da poligamiden monogamiye geçiş bu suretle vuku bulmuştur. Kadın hakları ile ilgili surelere göz atmak bu hususta kâfi derecede fikir verebilir.
İslami muamelat hükümleri, kelime kelime bu günün Türk Cemiyeti için kanun hüviyetini taşıyacak özellikte değildir. (...) Şu halde, İslam’ın resmi hukuka temel teşkil eden unsurunu söz kalıbı halindeki muamelata ait surelerde aramak yersizdir. Bu arayışın bir yandan cahiller tarafından, diğer yandan da ilim adamları tarafından da yapıldığı görülmektedir.
(...) Bugünkü ihtiyaçlar ve bunları doğuran realiteler tamamıyla değişmiştir. İslam’da şu bir kaidedir ki, zamanın değişmesi ile dinin amel ahkâmı (yani muamelat hükümleri) de değişir. Din ile devlet münasebetleri ise İslam dininin itikadi hükümlerinden olmayıp sırf ameli ahkâmındandır (yani muamelat hükümleri arasındadır).
Başlangıçtan beri din ve devlet, bazı şartlar altında (Suudi Arabistan, Cezayir, Fas ve Tunus’ta olduğu gibi) birleşmiş ve birleşik gitmiş olabilir. İslamiyet’te din ile devletin birleşmesini icap ettiren, hatta devletin tamamen dini bir mahiyet almasını emreden hükümler bulunabilir. Madem ki diyoruz, bu hükümler itikadi değil, amelidir ve madem ki dinin ameli hükümleri (dine ait özün korunabilmesi için) zamanın ve hayat şartlarının değişmesiyle değişir, o halde geçmişte olduğu gibi bugün de din ile devletin birleşmesi lâzım gelmez. Çünkü zaman ve şartlar değişmiştir.”(14)
Cumhuriyet’in ideologlarından Falih Rıfkı Atay’ın “Atatürkçülük Nedir?” adlı kitabından alıntılarla bitirelim:
“Medrese hiçbir zaman, halkın ve devletin dünya işleri üzerinde egemen kalmaktan vazgeçmemiştir. Din bir vicdan işidir. Tanrı ile kul arasındadır. İslamlıkta ruhanîlik yoktur. Bu gerçekleri hep biliriz. Din adamının görevi, bu esaslar dışına çıkamaz. Vaaz ve hutbeleri, Kur’an’ın ahlâk ayetleri üzerine temellendirmeden ileri gitmemek lazım gelir. Atatürk laisizmle, Türklüğü akıl hürriyetine kavuşturmuştur. Türkler dünya işlerine sadece akıl yolu ile düzen vereceklerdir.”
Devam ediyor Falih Rıfkı Atay, diyecekleri bu kadar değil: “Allah birdir, Muhammed O’nun peygamberidir dersin. Dinin farzlarına inanırsın, Hak yemez, zulmetmez, çalmaz, kötülük etmezsin. Din bundan ibarettir. Gerisi akıl ve eğitim işidir. Asıl laisizm, kafa laikliğidir.
Atatürk devrinde Tanrı ikidir mi denmiştir? Hayır! Muhammed O’nun peygamberi değil midir mi denmiştir? Hayır! Beş vakit namaz dört vakte, otuz gün oruç yirmi dokuz güne mi indirilmiştir? Hayır!
Demek din denen şeye dokunulmamıştır. Ya ne yapılmıştır? Din dünya işlerinden ayrılmıştır. Gericilik nedir? Dünya işlerini yeniden din işlerine katmak! Şeriatçılık, gelenekçi Atatürkçülüğü geçmişçilikle yıkmak! Yani eski medrese cehaleti egemenliğini yeniden kurmak!”
1) Prof.Dr.Cahit Tanyol-Laiklik ve İrtica
2) Başgil bu bağlamda yalnız değildir. Türkleri her fırsatta aşağılayan İmam Gazali (Ilzam al Avam adlı yapıtı) başta olmak üzere birçok kimse bu kanıdadırlar. Büyük mücadele adamı, temiz Müslüman, İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif bile bu konuda kuşkuya düşerek, Atatürk’ün kendisinden istediği Kur’an tercümesini yarıda bırakmıştır. Akif , konuyu Mısırlı din bilgini Muhammed Raşid Rıza’ya sorar. Raşid Rıza, Türklerin Kur’an’ı Türkçeye çevirmelerinin kâfirlik olduğunu söylemiştir. Ama aynı Raşid Rıza, birkaç yıl sonra Kur’an’ı İngilizce’ye çevirmek isteyen Picktall adlı İngiliz’e olumlu görüş bildirmekle kalmamış destek de vermiştir. Bütün bunlara karşın bizler Kur’an’ın tâ Karahanlılar devrinde Türkçe’ye çevrildiğini bilmekteyiz.
Karahanlılar’ın yaptığı bu çeviride, Kur’an’ı Kerim’de bulunan 2500 sözcüğün 2490’ı Öztürkçe’ye aktarılabilmişti. (Kaynaklar: İlhan Arsel/Arap Milliyetçiliği ve Türkler (İnkilap Kitabevi), Divan-ü lugati’t Türk Grameri/M.Vefa Nalbant (Bilgeoğuz Yayınları, Dil ve Din-Cengiz Özakıncı/Otopsi Yayınları
3) Değerli Yazar Aydil Erol, Ufuk Ötesi adlı gazetede yayımlanan bir yazısında, Akis Dergisi’ni kaynak göstererek Başgil’in “Fransız şaraplarının bir numaralı uzmanı” olduğunu belirtiyor (Kasım 2008 www.ufukötesi.com)
4) Ahmed Zühdü Paşa’ya göre, İslam Fıkhının münâkehât ve muâmelât kısımlarını öğrenmek, farz -ı kifâyedir. (Bazı mükelleflerin yapmasıyla diğerlerinin yapması gerekmeyen farz demektir, cenaze namazı gibi).
5) Ali Fuat Başgil/Din ve Laiklik
6) Prof. Dr Yaşar Nuri Öztürk-Kur’an Verileri Açısından Laiklik
Karahanlılar’ın yaptığı bu çeviride, Kur’an’ı Kerim’de bulunan 2500 sözcüğün 2490’ı Öztürkçe’ye aktarılabilmişti. (Kaynaklar: İlhan Arsel/Arap Milliyetçiliği ve Türkler (İnkilap Kitabevi), Divan-ü lugati’t Türk Grameri/M.Vefa Nalbant (Bilgeoğuz Yayınları, Dil ve Din-Cengiz Özakıncı/Otopsi Yayınları
3) Değerli Yazar Aydil Erol, Ufuk Ötesi adlı gazetede yayımlanan bir yazısında, Akis Dergisi’ni kaynak göstererek Başgil’in “Fransız şaraplarının bir numaralı uzmanı” olduğunu belirtiyor (Kasım 2008 www.ufukötesi.com)
4) Ahmed Zühdü Paşa’ya göre, İslam Fıkhının münâkehât ve muâmelât kısımlarını öğrenmek, farz -ı kifâyedir. (Bazı mükelleflerin yapmasıyla diğerlerinin yapması gerekmeyen farz demektir, cenaze namazı gibi).
5) Ali Fuat Başgil/Din ve Laiklik
6) Prof. Dr Yaşar Nuri Öztürk-Kur’an Verileri Açısından Laiklik
7) Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk-İmamı Âzam Ebu Hanife
8) Arif Tekin-Berfin Bahar Dergisi/Sayı 217 Mart 2016
9) Ahmet Vehbi Ecer/Büyük Türk Alimi Mâtûrîdî (Özetlenerek aktarıldı)
10) Prof.Dr.Yaşar Nuri Öztürk-İmamı Âzam Ebu Hanife
11) Daha açık bir ifade ile: “İbadet ve iman alanı dışında, kamu yararı neyi gerektiriyorsa o yapılır”.
12) Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk/ “Kur’an Verileri Açısından Laiklik
13) Reha Çamuroğlu-Bektaşilikte Zaman Kavrayışı/Dönüyordu
14) Amiran Kurtkan Bilgiseven-Sosyolojik Açıdan Tasavvuf ve Laiklik
14) Amiran Kurtkan Bilgiseven-Sosyolojik Açıdan Tasavvuf ve Laiklik