Kur’an insanlığa en son nüzul olmuş tek kutsal kitap olduğundan, asrın idrakini aydınlatan tek ışık kaynağıdır. Zaten asrın insanı bu ışığa yöneldiğinde susuzluğunu gidermiş oluyor da. Her ne kadar İbni Sebe’den Salman Rüşti'ye ve Peygamberimizi aşağılayan Danimarka karikatür krizine uzanan halkada bir takım şer odaklarının ışığı engelleme girişimleri olsa da İslam her devirde yükselen yıldızıyla gök kubbede esenlik kaynağı olmaya devam edeceğine inancımız tamdır. Düşünsenize Yahudiler geçmişte Hıristiyanlara yaptıkları yıkıcı faaliyetlerin bir benzer uygulamalarını şimdilerde Kur’an ve İslam’a saldırarak yapmaktalar. Onlar yapadursunlar, ama biz inanıyoruz ki bu ışığı asla söndürmeye güç yetiremeyeceklerdir. Zira Allah;
“Nurumu tamamlayacağım” vaad etmiş bile.
Bakın, bir zamanlar gayrimüslimler, hürriyet ortamında bizimle beraber huzur içerisinde yaşıyorlardı. Onlar hiçbir dönemde Müslümanların baskısına maruz kalmadılar, hatta mal ve can güvenlikleri fıkhı kanunlarla himaye altına alınmıştı. Tarihe şöyle bir göz gezdirdiğimizde, savaşlarda esir düşenler devlet bütçesinden karşılanan ödeneklerle eman hakkının yerine getirildiğini görürüz. Hakeza ödeme imkânı olmayanlar da bu haktan mahrum edilmezdi. Öyle ki; bu coğrafyada her kim ister diri, ister hasta, ister ölmüş olsun fark etmez yediden yetmişe herkesim üzerinde şefkat hissimiz, merhamet sinemiz ve himmet elimiz eksik olmazdı. Dahası gayrimüslimler İslam mührünün damga vurduğu her coğrafi hürriyet ortamında memur olabildikleri gibi ticaret yapıp mal mülkte edinebiliyorlardı. Hatta azınlıklar öldüğünde bile bu haklar zayi olmayıp baki kalırdı. Nasıl ki, varisi olmayan bir Müslüman’ın malı Beytü’l Mal’a (hazineye) aktarılıyorsa, aynen öyle de bir zimmînin malı da kendi dindaşlarına aktarılıyordu. Böylece ulu’l-emr, Kur’an ışığında adaleti yeryüzüne hâkim kılmanın huzuruyla ülkesini yönetmiş oluyordu.
Peki, bunlar iyi hoşta, Müslümanlarla gayrimüslimler arasındaki gerek ticari, gerek sosyal, gerek siyasi alanda yürütülen ilişkiler esnasında İsrailiyat kaynaklı haberlerin tefsirlere sızmasına ne demeli. İşte tarih boyunca Müslümanlarla ehl-i kitab arasında bir arada yaşamışlığımızdan olsa gerek bu tür haberler sızabilmiştir. İlginçtir, Ömer Nasuhi Bilmenin tefsirinde bile bugünkü ilmi gerçeklerle bağdaşmayacak o bildik Yunan’lı Batlamyus’un teorisine ve izlerine denk gelebiliyoruz. Doğrusu bu tür iz düşümler tefsire nasıl girmiş bizde şaşkınız. Tarihe şöyle bir bakın; değil Batlamyus teorisini bizim kabul etmemiz, batı dünyasından Nicolaus Copernicus hayatını ortaya koyarak bedel ödeme pahasına da olsa Batlamyus’un tam aksine dünya ve diğer gezegenlerin güneş etrafında döndüğünü dile getirmişte. Evet! Bir kez daha söylemekte fayda var Batlamyus deney ve gözlemden uzak görüşleriyle dünyanın sabit olduğunu, dört mevsimin güneşin hareketinden kaynaklandığını söyleyen bir bilge adamdır. Ama gel gör ki Batlamyus ve Batlamyus türü teorisyenlerin görüşleri bir şekilde tefsirlerde yer almış gözüküyor. Hatta bir başka tefsir kaynağı
Tibyan’da ise; “Zuhre adlı bir fahişeye Allah gazab etmiş, onu taşlatmıştı (Zühre yıldızı yıldıza tahvil edilen bir kadındı) ifadelerine yer verilerek sanki Kur’an tefsiriymiş gibi anlatılmıştır, oysa anlatılan İsrailliyat ve Yunaniyettir.’
(Bkz. Haricilik ve Şia Taha Akyol s.231). Neyse ki, Beydavi tefsiri gibi birçok tefsir kaynaklarında dünyanın yuvarlaklığı ile ilgili ifadelere denk geliyoruz da “oh be hele şükür” deyip derin bir rahat nefes alabiliyoruz. Yine bu meyanda bizim için hele şükür diyebileceğimiz bir başka kaynak ise Gazi Muhtar Paşa’nın Serair’ül-Kur’an adlı kitabıdır. Nitekim bu kitapta Zumer Suresi ayet-5’te geçen gece ve gündüzün birbirini örtmesiyle ifadelendirilen
‘yukevvirul’ ibaresi dünyanın bir sarık misali devri âlem eylediği manasına gelen yuvarlak
(küremsi) oluşunun bir işareti olarak karşımıza çıkar. Hakeza yine bir başka kitapta ise bu bilgi, yani Mustafa bin Şemseddin Ahterî yazdığı kitapta zikrettiği;
“Ardından yeri yayıp döşedi” (Nazirat, 30) ayette geçen
'deha' tabiri deve kuşu yumurtası manasına gelen bir benzetmeyle izah eder. Böylece her iki kaynaktan hareketle dünyanın elips şeklinde olduğu kanaatine varırız. Yetmedi yine bu hususlarda Sabit bin Kurra, Benû Musa Kardeşler ve daha nice İslam âlimlerinin eserlerine bakıldığında dünyanın yuvarlak olduğuna dair daha nice kayda değer bilgilerin varlığını her daim görmek mümkün.
Şu bir gerçek; Peygamberimiz (s.a.v) ehl-i kitabla ilgili haberler hususunda ümmetini çok önceden bilgilendirmiş kutlu bir elçidir. Ancak gel gör ki, ümmet olarak dile getirilen uyarılardan pek ders almış gözükmüyoruz. Bir kere Ehl-i kitab bildiğimiz Yahudi ve Hıristiyanlarla karşılıklı beşeri münasebetlerimizi sürdürürken o arada besbelli ki bir şeyleri gözden kaçırmışız ki, bizim üzerimizden birtakım asılsız haber, görüş ve düşünceler tefsirlere sirayet edebilmiştir. Düşünsenize Ahmet İbn-i Hanbel’den rivayet edilen bir hadiste Resulullah (s.a.v)’in;
“Ehl-i kitaba hiçbir şey sormayın. Kendileri sapkın olan bu adamlar sizi asla doğru yolu iletmezler. Sizler de (ehli kitaba sorduğunuz ve cevap aldığınız takdirde onları tasdik veya tekzipten dolayı) ya hak olan bir şeyi yalanlamış veya batıl olan bir şeyi doğrulamış olursunuz. Allah’a yemin ederim ki eğer Musa sağ olsaydı bana iman edip yoluma uymaktan başka çare bulamazdı” beyanına rağmen gaflette bulunabilmişiz. Evet, rivayet edilen bu hadis Müslüman’ım diyen her kulun kulağına küpe olmalıydı. Hadi gaflete dalıp bir takım öğütleri bir an unuttuk diyelim, İslam’da birinci kaynak Kur’an ve ikinci kaynak hadis varken, her iki kaynağa ters düşen İsrailiyat haberlere merak salıp balıklamasına dalmaya ne gerek vardı. Bari bu tür haberlere itibar edilecekse de Kur’an ve hadisin ruhuna uygun kıssalar alınmalıydı. Hatta alınmış olanda İsrailiyat kaynaklı olduğu belirtilmeliydi. İşte belirtilmediği içindir asıl kaynaktan git gide uzaklaşmışız. Belki de aramızdan birileri gaflette bulunuşumuzu örtbas etmek adına Peygamber (s.a.v)’in:
“Onlar tarafından anlatılanları ne tasdik ve ne de tekzip ediniz” ve
“Ben-i İsrail’den haber nakletmenizde beis yoktur” hadisini gerekçe gösterenler olabilir. Elbette bu hadisler kimin haddine yabana atılacak hadisler değil. Fakat bir gerçek var ki; hadiste geçen 'beis yoktur' ifadesi mutlak emir manasına değildir. Zaten mutlak emir olsaydı tefsir kapısı İsrailiyat haberleri için daha da bir yolgeçen hanı olurdu. Kaldı ki, Kur’an ve hadislerdeki bilgiler hiçbir kaynağa ihtiyaç duymayacak kadar zenginlik içerir. Yeter ki, Kuran ve hadisin manalarını çözecek ilim erbabı yetiştirilsin, bak o zaman hiçbir İsrailiyat haberi ilgimizi çekmez de. İşin özü Kur’an-ı Mucizül Beyan’ı tam hakkıyla anlamaya çalışmak bizim derdimiz ve davamız olmalıydı. Buna mecburuz da.
Bu arada şunu belirtmekte yarar var, İsrailiyat haberlerin Müslüman toplumu arasında yayılmasında gaflete dalışımızı tek etken unsurmuş gibi göstermekle de işin içinden sıyrılamayız, bu işin içinde bir kısım kassasların
(cami vb. yerlerde halka hikâye anlatan kişiler) inkâr edilemez payı da çok büyük etken unsurdur. Öyle ki, kassaslar tarafından halka ballandıra ballandıra anlatılan hikâyeler sanki gerçekmiş gibi kitaplara sızmış ta. Üstelik kaynağına ve İslami olup olmadığına bakılmaksızın sızmış. Derken, Kuran ve hadislerle bağdaşmayan birtakım uydurma hikâyeler gözyaşları içerisinde duygu sömürüsü bir üslupla Müslümanların galeyana getirilip hakikatlere perde çekilmiştir. Elbette müfessirlerde insan, onlarında gözünden kaçan hususlar olması gayet tabiidir, ama yine de rivayet noktasında ince eleyip sık dokumak gerekirdi. İşte görüyorsunuz titiz olunmadığında İsrailiyat haberler tefsirlere sızabiliyor. Her şeye rağmen yine de ümmetin büyük çoğunluğunun itibar ettiği ehlisünnet çizgi üzere yazılmış tefsirlerde birkaç İsrailiyat kaynaklı bilgilerin varlığı o tefsiri yok saymayı ve külliyen dışlanmasını gerektirmez. Sonuçta yanılmak, hata etmek insanın mayasında var olan bir haslet. İnsan düşer kalkar da, şüphe yok ki sadece düşüp kalkmayan yüce Allah’tır. Madem öyle, ilmi çalışmalarda geniş ve kapsamlı araştırmak metodumuz olmalıdır. İşte bu hassasiyet içerisinde İsrailiyat meselesini;
-İslam’a uygun olan,
-İslam’a uygun olmayan,
-Tasdik ve tekzip edilmemiş İsrailiyat olmak üzere üç grupta değerlendirmek gerekir.
Bu arada bizim için dikkat gerektiren asıl husus; rehber alınacak ölçünün İslam olduğu gerçeğidir. Bu yüzden Kur'an ve sünnet ölçüsüne aykırılık teşkil eden bilgilerin muhtemel fitneye sebebiyet verecek tehlike ve risklerinden uzak kalmak gerekir. İşte bu bağlamda Kur'an ve hadis her an bizi her türlü riskten koruyacak vazgeçilmez emniyet baş tacı kaynaktır. Dolayısıyla Ümmeti Muhammed’in kılına herhangi bir zarar gelmemesi için baş tacı kaynakların dışında her türlü bilgi ve haber kırıntısına balıklamasına dalmayıp ihtiyatla yaklaşmakta fayda var. Bilhassa hakkında ne tekzip ne de tasdik edilmiş İsrailiyat haberlerin tefsirlere sızmaması noktasında sadece hassas olmak yetmez, bu tür haberlerin ulu orta mevzu edilmesine de fırsat vermemek lazım gelir. Zira Hz. Peygamber (s.a.v);
“Ehli Kitaptan bir şey nakletmediğinizde üzerinize bir günah terettüp etmez” buyurmakta.
Malumunuz Kur'an ayetleri çok defa ayrıntılardan uzak mesaj yüklü ayetler içerir, yani her husus uzun uzadıya tafsilatlı anlatılmaz, özü verilir. Ancak yine de Kur’an’da geçen kıssalar İncil ve Tevrat’a göre çok daha kapsamlı verilmiştir. Ki, bu noktada madem kıssalar ehl-i kitaptan daha ayrıntılı zikredilmiş, o halde hiç gereği yokken İsrailiyata ihtiyaç duymamamız gerekirdi. Hele doğruluğuna emin olmadığımız alıntılar tefsirlere ne diye geçmiş pes doğrusu. Kaldı ki, böyle yol yordam bilmeden destursuz alınan alıntılar son derece tehlikeli de. Her şeyden önce ehl-i kitabın tahrif ve bozulduğunu belirten İslamiyet’tir. Velev ki, haber doğru olsa da doğruluğunu ancak Allah bilir. Tahrif edilmiş İncil ve Tevrat’ta hangi kısımların doğru, hangilerinin yanlış olduğunu bilmek bizi aşan hususlardır.
Maalesef Kuran ve sünnetle taban tabana zıt İsrailiyat haberleri tefsirlere bir şekilde girebilmiş. Oysa ilmiyle amil olmuş rabbani âlimler Kuran ve sünnete bağlılıkta son derece titiz olduklarından dinde olmayan dogma bilgi ve ameli uygulamalara bidat olarak bakmışlardır. Hele bir bidat Müslüman’ın hayatına girmeye dursun o Müslüman’ın ruh dünyasında gedik açıp İslam’ın ana caddesinden savrulması an be an kaçınılmazdır. Bu yüzden Rabbani âlimlerimiz; bidati Kur’an ve hadise aykırılık teşkil eden dinmiş gibi sunulan eklemeler diye tarif etmişlerdir. Bakın, Şahı Nakşibendî Hz.lerine kendi tarikatından sual sorulurken şöyle demiştir:
“Bizim yolumuz sünnetleri ihya etmek bidatlerden kaçınmaktır.” Hakeza İmam-ı Rabbani Hz.leri de şöyle der:
“Bütün dünyanın bizim yolumuza bir bidat karşılığında geleceğini teklif etseler, tarikimize tek bir bidat almayız.” Evet, müthiş sözler! Hiç kuşkusuz, bir bidat için tüm dünya insanının gelmesine tav olmayan anlayış bizimde kabulümüzdür. Hani derler ya; kemmiyet (nicelik) değil, keyfiyet (nitelik) önemlidir, aynen öyle de kalabalık yığınlar olmaktansa hayırhah kitlelerden olmayı yeğleriz. Zaten Sultan Alparslan;
“Biz bidat nedir bilmeyen temiz Müslümanlarız” deyip bizim bu dileğimiz tâ yıllar öncesinde dile getirmişte. Sakın ola ki bu dileğimizden bizim bilimsel çalışmalarla birtakım teknik araçların hayata geçirilmesini de bidat olarak değerlendirdiğimiz sonucu çıkarılmasın. Zaten nasıl böyle bir sonuç çıkarılabilir ki, bir kere Peygamberimiz (s.a.v) döneminde otomobilin yerine deve vardı. Zira o dönemin bineği deveydi. Kaldı ki, Resulullah deveye bindi diye bugünde deveye binilecek diye bir temel kural olamaz. Bu yüzden teknolojik gelişmeler bidat değildir, bilakis Allah’ın Sanî sıfatının tecellisinin karşılığıdır. Dahası Sanî sıfatın lügat manası yaratan, ortaya sanat ve şaheser koymak demektir. Şu bir gerçek sadece ibadete yönelik amellerde değişiklik yapmak bidattir.
Hiç kuşku yok ki; Kur’an dünyada eşi ve benzeri olmayan kutsal bir kitabımızdır. O halde İsrailiyat kaynaklı haberlerden uzak kalmak gerekir. Kur’an her daim başımızda nur olarak parlayan bir yıldızdır, yeter ki o parlayan ışıktan istifade etmesini bilelim, bak o zaman İsrailiyat haberlerine merak sarar mıyız? Artık başımızı kumdan çıkarıp uyanmak zamanıdır. Belli ki uyanamayışımızın arka planında ilahi idrak kapımızı kapalı tutma gerçeği var. Şayet bugün dünyanın neresinde bir Müslüman zeril ve sefil bir hayat yaşıyorsa biliniz ki başucumuzda nur olarak parlayan ışığa perde çekmenin sancısıdır bu. Tabii ki Kur'an duvarda asılı olduğu sürece olacağı buydu, başka ne bekleyebilirdik ki. Kur'an süs olsun diye nüzul olmadı, bilakis yaşansın diye nazil oldu. Zaten Kuran’ı hakkıyla idrak edenlerin yaşayışına baktığımızda, pekâlâ ayetlerin tecellisini onların üzerlerinde görmek mümkün... Öyle ki, o alınlarda ayeti celilerin tecellisi nur halinde parıldar bile.
Velhasıl; Ne mutlu Mehmet Akif’in mısralarında yer alan:
“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı,
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı
İnmemiştir hele Kur’an,
Bunu hakkiyle bilin,
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için”, yani Kur’an ahlakı üzerine yaşayan ilahi idrak ehline..
Vesselam.