Robert Bresson; hemen her şey gösterilseydi ardından görecek bir şey kalmazdı diyor. Aslında dile getirdiği bu sözlerle belki de farkında olmadan insanın sübjektif dünyasının deryayı umman bir okyanus olduğunun ipucunu sunmuş oluyordu.
Sanki hepimiz bir engin okyanusa açılmışçasına, hatta dalgalara meydan okurcasına bir meçhule doğru habire ilerleyip duruyoruz da. Ancak okyanusun sonunda gemimiz bir kıyıya yanaştığında karşılaştığımız liman meçhul olmanın ötesinde hakikatin ta kendisi limanmış meğer. Aslında şöyle bir düşündüğümüzde konuk olduğumuz dünyada bir gemi sayılır, üstelik konuklarını da beraberinde taşıyan bir gemidir bu. Ne zaman ki dünyada ahiret limanına demir atar asıl o zaman dünya ve dünya içindeki tüm konuklar kendi gerçeği ile yüzleşecek demektir. Böylece dünyanın fani ahretin baki olduğunu idrak edip sanki o dalgalara meydan okuyan biz değilmişiz gibi bir bakmışsın hepimiz dut yemiş bülbüle dönmüşüz. Öyle ki masumlaşıp duruluruz da. Nasıl masumlaşmayalım ki, burası çok farklı bir liman çünkü, yani dünyada ki limanların hiçbirine benzemiyor. Farkı fark ettirende etkisinde gizli zaten. Düşünsenize daha limana yanaşır yanaşmaz etkisini “aklımız daha yeni başımıza geldi” dedirtecek derecede hissettirir de. Hani atalarımız ‘bin nasihatten bir musibet yeğdir’ der ya, aynen dünyada iken sıkıştığında firar eden aklımız ahret gerçeği ile yüzleştiğinde burada öyle kolay kolay kaçacak bir delik bulamayacaktır. İşte mizan böyle bir şey, insanın aklını böyle başına getirir. Gönül isterdi ki mizana çıkmadan önce aklımız başımıza gelseydi de hesabımızı kolay veriyor olsaydık. Mizan bir anlamda dünyada ne ekersek ahrette de onu biçeceğimizin bir göstergesidir. O halde dünyada iken kendi hakikatimizi keşfetmeli ki, ruz-i mahşerde mizanımız yükte hafif pahada ağır değerde bir gösterge olsun.
Şu bir gerçek ister dünya limanı ister ahret limanı olsun hiç fark etmez, asıl önemli olan her hal ve şartta kendi hakikat çizgimizden şaşmamak çok mühimdir. Nasıl mı? Şayet hakikate giden yolda arayışımız dış dünyamızla ilgili bir arayışsa biliniz ki bu elle tutulan, gözle görülen, yani objeye yönelik bir arayış ve maddi keşif olacaktır. Yok, eğer arayışımız iç dünyamızla ilgili bir arayışsa biliniz ki bu elle tutulmayan çıplak gözle görülmeyen, yani subjeye yönelik bir arayış ve manevi keşif olacaktır. Malum, birde bunlardan ayrı rüya âlemimiz var ki, uykuya geçtiğimizde bir bakmışsın hem objelere dokunuyor, hem kokluyor hem de gözlemleyebiliyoruz da. Ancak bu olgular uykuda vuku bulduğu içindir bu noktada rüyalarımızda sübjektif kapsamında bir keşif olarak karşılık bulur. Oysa ister uyanık halde ister uyku halinde olsun sonuçta her iki halde de yaşanan hadiseler aynıdır. Yani ortada fark eden hiç bir şey yoktur. İlla da bir farktan söz etmek gerekiyorsa, birincisinde başımızdan geçen olaylar uyanık halde dış gözle vuku bulurken, ikincisinde ise uyurken iç gözle gerçekleşmektedir. Besbelli ki ayık ya da uyanık her ikisinde de yaşananlar beynin dışa ve içe açılan pencerelerinden bize yansıyan olgular gerçeğini değiştirmeyecek türden farklılıktır bu. Ancak şunu da unutmayalım ki, her şey beyin marifetiyle gerçekleşmiyor, beyne gelene kadar daha pek çok evrelerde söz konusu. O evrelerin neler olduğunun detayına girmeden ancak şunu diyebiliriz ki; bikere iç ve dış dünyamızda gördüğümüz her ne varsa biliniz ki bunlar bir takım bilinçaltı melekelerimizin maharetiyle üretilen ve harmanlanan marifetlerdir. Beyne bir misyon yükleyeceksek de beyin için sadece ruhi faaliyet ve kabiliyetlerimizin maddi veçhesini gösteren merkez üssü bir organ rolü üstlendiğini demek daha doğru olur. O halde kendisini bilmekten aciz bir et parçasına çokta abartılı paye yüklemenin bir anlamı yoktur, asıl arka planda bu maharet kalbin kumandasında faaliyet gösteren şuurumuza ait bir kabiliyettir bu. Öyle ya, asıl marifet beyinde olsaydı, her hangi bir cerrahi operasyona maruz kaldığında kendisine ne için neşter vurulduğunu biliyor olması gerekirdi. Bilemez, çünkü beynin maddi cephesini oluşturan çekirdek atomlar ve hücreler, asla olan biteni biçimlendirecek bilinçte öğeler değildir. Bu öğeler sadece bilinçaltı şuur melekemizden gelen komutlara aracılık edip nesnellik kazandırmak için misyon yüklenmişlerdir. Çünkü üretmek başka bir şey ürünü pazarda sergilemek başka bir şeydir, hakeza görüntü oluşturmak başka bir iş, görüntü almak başka bir iştir. Madem durum vaziyet bu, o halde gördüğünüz, duyduğunuz, dokunduğunuz her şeyi beyne bağlamak iç kaynak melekelerimize haksızlık değilse, peki ya nedir bu? Bu olsa düpedüz kendimizi inkâr etmekten başka bir şey değildir. Hem kalbe ait bu şeref ve önsezisi gerçeği ortada dururken dış kabukla oyalanmak niye doğrusu şaşmamak elde değil. Belli ki, her şey kalbin derinliklerinde kodlu şuur altı melekenin feraseti (önsezi) marifetiyle gerçekleşmek de. Marifet iltifata tabiidir elbet. Nitekim kalp bu iltifatı hak ettiği şundan belli, Yüce Allah (c.c); “Hiç bir şeye sığmam mümin kulumun kalbine sığarım” diyor, dolayısıyla biz iltifat etmişiz çok mu?
Peki, kalbi anladıkta beş duyu organımızın kendimizi keşfetmede rolü nedir denildiğinde cevaben görünmeyen âlemin görünür kılmak için aracılık ederler dersek yeridir. Her ne kadar dış dünyamız iç dünyamız gibi gizemli olmasa da en azından görünenden hareketle görünmeyen âlem hakkında fikir kanaati oluşturuyor ya, bu yetmez mi? Yeter artar da elbet. Mesela bazen bir insana kanımız kaynadığında iyi bir insan olduğu yüzünden besbelli deriz ya, aynen öyle de dış dünyadan beş duyumuz kanalıyla gelen veriler beyin süzgecine ulaşıp harmanlandıktan sonra ortaya çıkan olgularda aslında iç dünyamızın ürettiği olguların tezahüründen başkası değildir. Hani bazen ‘dışımız içimizin aynası’ deriz ya, yine aynen öyle de dış dünyamız da ahiretin aynasından başkası değildir elbet. İyi ki de iç âlemimiz hakkında kanaat oluşturacak dış dünyadan beş duyumuz vasıtasıyla veri girişini işleme alacak pek çok seyr-i afakî ve seyr-i enfüsi aynalar var da, bu sayede kendimizi keşfedecek hamlelerde bulunabiliyoruz. Zaten tüm mahlûkat içerisinde iç âlemi keşfedecek ruhi donanım ve kabiliyet sadece insanda mevcut. Öyle anlaşılıyor ki, Yüce Allah (c.c) yarattığı kulunu sırf maddeye bağımlı kalıp muhtaç olmasın diye kendini keşfedecek bilinçaltı melekelerle donatmış. Madem kendimizi bilmeye yönelik meleki donanımlarla donatılmışız, o halde bize maddeyi kendi ulvi gayelerimiz doğrultusunda araç olarak kullanmak düşer. Öyle ya, madde bizi kullanacağına biz maddeyi kullanıp hem eşyanın hem de kendi keşfimizi gerçekleştirsek fena mı olur. Bilakis böyle yapmakla madde bizim için artık uğruna ölecek bir değer olmaktan çıkıp her daim kontrolümüz altında tutabileceğimiz bir araç olacaktır. Dikkat edin gaye demedik araç dedik, çünkü madde (dış obje) sadece yaratılış gayemize yönelik faaliyetlerde sadece bize binek taşı ve ayna olmak için vardır, dolayısıyla maddeyi gayeleştiremeyiz. Ruh dünyamızın ise zaten böyle bir derdi yoktur, olması da gerekmez. Çünkü ruhun kendisi zaten başlı başına iç ve dış âlemle irtibatlı seyri bir âlemdir. Dolayısıyla madde gibi binek taşı veya araç olmasına gerek yoktur. Hele bir insan kendi iç âleminde seyr-i âlem eylemeye görsün bir bakmışsın seyr-i sülûk yolunda ilerleme kayd etmiş görürsün. Yeter ki, seyr-i süluk yoluna talip olmuş bu insan Lefza-i Celal zikrin fitilini kalbinde ateşleyip kalpten letaiflere, letaiflerden de tüm vücuda yayıversin evvel Allah’ın izniyle o vücut artık zikirleşmiş halde artık ruhen kabına sığmaz olacaktır. Malum kabına sığmayınca da ötelere kanatlanmak için can atacaktır. Ne diyelim, işte görüyorsunuz insanın kendini bilmesi ya da kendini aşması denen hadise bu can atış arzusunda gizlidir.
Evet, ruhun bir yüzü dünyaya bakar diğer yüzü de ahirete. Ama şu da var ki ruhun bakan yüzlerine perde çekilmemesi gerekir ki, iç ve dış dünyamız kararmasın. Aksi halde ışıksızlıktan kendi kendimizi karanlığa mahkûm etmiş oluruz. Perde çekeceksek de ruh penceremize değil nefsimizin önüne sed (perde) çekmek gerekir. Hadi diyelim ki ruh penceremizin önüne perde çektik neye yarar ki, nasıl olsa bir gün mevta olup ten kafesimizden ruhumuz uçup gittiğinde istesek de artık ışığını kapatamayız. Böylece perdelenmemiş ruh penceremiz sayesinde Resulullah (s.a.v)’in beyan buyurduğu “insanlar uykudadır ölünce uyanırlar’ hadis-i şerifin sırrınca ‘Ya Baki Entel Baki’ olanın sadece Allah olduğunun idrak edip uykudan uyanışa geçmiş oluruz. Gerçekten de öyle değil mi, ölünce kafamız dank edip ancak o zaman Allah’tan gayri etrafımızı kuşatan her ne varsa hepsinin gölge mahlûklar olduğunu fark etmiş oluruz. Tabii yukarıda da belirttiğimiz gibi gönül isterdi ki yaşarken ruh penceremizi kapatmasaydık da ölmeden önce erken uyanabilseydik. Ne yazık ki, ruhumuz ten kafesinden uçup gittikten sonra ancak kabirde ruhun sesine kulak verebiliyoruz. Nitekim kabrimizin başında biri bize selam verdiğinde selamı alan çürümüş bedenimiz olmayacak, bizatihi selamı alan ruhumuz olacaktır. İşte dünyada iken görmezden geldiğimiz ruh gerçeği budur.
Gerçektende ruh gerçeğine kayıtsız kalıp ruh penceremizi kapatmış olmasaydık hiç şüphe yoktur ki marifet ve hakikat ilminin sırlarına çoktan vakıf olmuş olacaktık. Tabii bu arada aklımızdan ruh penceresi neyle kapatılır diye bir soru geçmezde değil. Aslında sorunun cevabı çok basit, ‘nefis, şeytan ve kötü arkadaş’ların çekim alanına girmekle ruhun penceresi otomatikman kendiliğinden kapanmış oluyor zaten. Bu demektir ki bizi etkileyen iki çekim alanımız söz konusu. Bu çekim alanlarından biri “nefis, şeytan ve kötü arkadaş” üçgeni, diğeri ise ruh gerçeğidir. Birincisinin sesine kulak verildiğinde ruh penceremiz kapanmakta, ikincisinin sesine kulak verildiğinde ise “nefis, şeytan ve kötü arkadaş” üçgeninden oluşan pencereler kapanmakta. Maalesef bu üçlü sacayağın oluşturduğu olumsuzluklar hem kendi gerçeğimizi keşfetmemize engel olduğu gibi yaradılıştan var olan fıtri yeteneklerimizin ortaya çıkmasına da mani oluyor. O halde ruh penceremizi sürekli açık tutmamız gerekir, buna mecburuz da. Açık tutmazsak ne olur derseniz, olacak olan besbelli, ışıksızlıktan iç ve dış dünyamız karanlığa mahkûm olacaktır. Madem öyle, neydik edip ruh penceremizin önünde ki tüm engelleri aşmamız gerekir. Aşalım ki hem dış hem de içimizde cereyan eden hadiseler karşısında şaşkın ördek durumuna düşmeyelim. Malum ‘şaşkın ördek’ ifadesi olanı biteni anlamamak manasına söylenen bir değimdir. Dolayısıyla gördüğümüz, duyduğumuz ve dokunduğumuz her ne varsa, biliniz ki tüm bunları anlamlandırabildiğimiz ölçüde ancak kendi gerçeğimizle yüzleşebiliyoruz. Sadece kendi gerçeğimizi mi, elbette ki buna ilave olarak eşyayı da anlamlandırıp tabiatına vakıf olmuş oluruz. Derken bir taşta iki kuş vurmuş olup hem eşyanın tabiatını, hem de kendi iç aydınlığımızı keşfetmiş oluruz.
Peki, anlama ve anlamlandırma süreci iyi hoşta anne karnında bir bebeğin 9 aylık sürecini anlayıp acaba anlamlandırabildik mi? Anlamlandıramadığımız şundan belli dünya hayatımıza şöyle baktığımızda fıtratımıza aykırı bir yol izlemekte olduğumuz aşikâr. Şayet dünya hayatımızı fıtratımızla uyumlu bir çizgide düzenlemiş olsaydık tıpkı ana rahminde olduğu gibi dünya rahminde de kundağa sarılmış halde saf ve temiz Müslüman olarak yaşayacaktık. Böylece bu sayede ahret rahmine de lekesiz beyaz kefenimizle göç etmiş olacaktık. İşte Allah Resulünün “Her doğan bebek Müslüman olarak doğar” beyanı bu gerçeğe işarettir. Bu demektir ki kalu beladan dünyaya gelişimize dek Müslüman’ız. Ancak bir çocuk sonradan anne baba ya da çevrenin etkisiyle bir başka eksene kayıp özünden uzaklaşabiliyor. Dolayısıyla insanı özüyle buluşturacak mekanizmaların devreye girmesi gerekir ki, tekrar kendi öz mayasına dönüş yapabilsin. Madem fıtratımızda Müslümanlık mayası kodlu, o halde olan biteni anlama merakımızı Allah'la buluşturacak kodlara yoğunlaşmamızda fayda var. Kaldı ki kodlarımıza yönelmesek de zihnimize takılan her merak konusu husus bir şekilde bize Allah’ı hatırlatıp beraberinde kendimize gelmemize vesile olacaktır. Hatta buna ateiste dâhildir. Sonuçta ateiste olsa Allah var mı yok mu sorular eşliğinde bir şekilde zihnen yaratılış kodlarıyla meşgul olmuş olur. İşte merak bu ya, farkında olmasa da inkâr ettiği Allah’dan zihnen kaçamayacaktır. Derken ateist açısından merak kâbus olurken, bir mümin açısından ise merak ilmin yarısı olup kendini keşfetmeye götürecek iyi bir fırsat olur da. O halde merak deyip geçmemek gerekir, sonuçta merak ettiğimiz her ne varsa kendi gerçeğimizi bulmaya ve keşfetmeye araç olabiliyor. Yeter ki bu yönde azami gayret gösterilsin bir bakmışsın marifet ve hakikat ilminin kapılarının kendi ruh penceremizden açıldığını görürüz bile. Neden olmasın ki, “Gayret bizden Tevfik Allah’tan” elbet.
Evet, kendimizi anlamaya yönelik merakımızla kendi öz cevherimizi keşfedebiliyoruz. Keşfetme aynı zamanda anlama ve idrak etmek demektir. İdrak ettiğimizde anlamlandırma denen hadisede beraberinde gelecektir. Derken bu anlama ve anlamlandırma yolculuğunda insanoğlu bir yandan kendi biyolojisinin sırrına vakıf olmaya çalışırken, diğer yandan bitki ve hayvanatın biyolojik yapısını da çözmeye çalışır. Böylece insanoğlu tüm bu çabalardan ne keşfedebildiyse Allah’ın kudreti karşısında hayreti ve merakı bin misli daha artış kaydedecektir. Düşünsenize canlıyı oluşturan en basit bir hücre yapısından tutunda en küçücük virüs ve bakteriye, yine en küçücük sinek, karınca ve arıdan tutunda en büyük fil, zürafa gibi devasa büyüklüğündeki hayvana kadar pek çok canlının basit bir donanımda olmadığı artık bir sır değil. Yani her biri karmaşık yapıda mükemmel bir donanıma sahipler. Şimdi gel de Allah’ın kudreti karşısında hayretler içerisinde kalma, ne mümkün. Anlaşılan o ki; gerek mikro düzeyde, gerekse makro düzeyde olsun hiç fark etmez, yaratılan her canlının kendi biyolojik yapısı içerisinde kendine özgü tarzlarıyla karşımıza çıktığında bize Allah’ı hatırlatıyor da. Ancak bu kendine özgü tarzlar fıtri tarzlar olabileceği gibi sonradan kazanılmış tarzda olabiliyor. Malum sonradan kazınılmış olanlar canlının yaşadığı ömür süreciyle sınırlı kalıp nesilden nesile aktarılamazlar. Ama fıtri olan böyle değil, genetik olarak aktarılabiliyor. Nitekim bazı hayvanlar eğitilerekten sonradan kazanılmış ilginç yeteneklere sahip olabiliyor, ama sonuçta bu sonradan kazanılan yetenek olduğu içindir kendi hem cinsine aktaramayacaktır, kendi yeteneği olarak kala kalacaktır. İlginçtir insan sonradan kazanılmış yeteneklerini genetik yoluyla olmasa da bir sonraki kuşağa aktarabiliyor. Öyle ya da böyle tüm yaratılmış mahlûkat içerisinde bilgi birikimini nesilden nesile aktarabilen tek donanım insanda gözükmektedir. Nitekim bugün kültür ve medeniyetten söz ediyorsak bunu büyük ölçüde yaratılış mayamıza kodlanmış olan fıtri donanımıza borçluyuz. Anlaşılan o ki; kültür ve medeniyet insan için söz konusudur, zaten bitkinin ve hayvanın kültürle medeniyetle ne işi olabilir ki, olsa olsa kültür ve medeniyet yolunda sadece araç olabilirler. Zira kültür ve medeniyet olmadan da varlıklarını koruyabildiklerini görebiliyoruz.
Her neyse diğer yaratıkların dışında şöyle kendi biyolojik nizamımızı incelediğimizde çevreden beş duyumuz vasıtasıyla gelen mesajların vücut içerisinde ilgili merkezlerce analize tabii tutulduğunu ve gelen mesajlara rastgele cevap verilmediğini, bilakis mükemmel donatılmış haberleşme ağımız sayesinde iletişim sağlandığını müşahede etmiş oluruz. Baksanıza vücudumuz öylesine mükemmel bir iletişim ağıyla örülmüş ki, bir bakıyorsun gönderilen mesajların karşılık bulup bulmadığını kontrol eden bir sistem sayesinde anında haberdar edilebiliyoruz. Nasıl ki buzdolabı mühendislik marifetiyle iç sıcaklık donanımı -1 ila +1 arasında rezistansla kontrol edilebilir bir şekilde dengede tutuluyorsa, aynen öylede biyolojik nizamımızda tıpkı buzdolabının işleyişine benzer bir ısı ayar sisteminde olduğu gibi dengede tutulmaktadır. Sadece ayarı sağlanan vücut sıcaklığı mı, daha nice bilmediğimiz fabrika ayarlarımız vücudun kendine özgü feed-back bağlantılarıyla kontrol edilip dengemiz sağlanmakta. Mesela hipoglisemi atağı başladığında (şeker düştüğünde) derhal vücut alarm vaziyeti alıp kan şekerinin yükselmesi için böbrek üstü bezlerinin iç kısımlarında tarafından öz bölgede adrenal salgılayacaktır. Böylece bu salgı faaliyeti sayesinde dengemiz sağlanır. Kan şekerinin düşmesi durumunda ise tam tersi bir işlem devreye girip bu kez pankreastan salgılanana insülin ve glukagon hormonları imdadımıza yetişecektir. Yetmedi kaslarda depolanmış halde bulunan glikojen serbest bırakılıp şekerin % 90–110 miligram arasında düzeye çekilmek suretiyle dengemizin yerli yerine oturtulması sağlanır. Anlaşılan o ki; vücut sarayımızda öyle bir denge işletim sistemi var ki; kan şekeri yükseldiğinde düşmenin gerçekleşeceği, düştüğünde ise yükselebileceği bir hormonsal denge faaliyeti söz konusudur.
Şu da var ki; biyolojik denge ayarımızla pek oynamaya gelmez, çünkü sağlıksız beslenmeden tutunda bilinçsiz ilaç tüketimine kadar bir dizi dengemizi alt üst edecek hayata dair duyarsız alışkanlıklar sağlıklı yaşama mani olabiliyor. Dolayısıyla biyolojik dengemizin bakımı çok mühimdir. Aksi halde geçmekte olan lokomotif trene iki türlüde bakılabilir, malum bincisinde öküzün trene baktığı gibi bakmak vardır, ikincisinde ise bilinçli derinlemesine bakmak vardır. Tabii bizim tercihimiz ikincisinden yanadır. Kaldı ki derinlemesine bakmak eşyanın tabiatına vakıf olmayı da beraberinde getirebiliyor. O halde deruni ve irfan sahibi olmakta fayda var. Deruni olmayıp vurdumduymaz ve duyarsız olmakla hadiselere ne analitik yaklaşabliriz ne de sübjektif bir yaklaşım sergileyebiliriz, her iki durumda da bakar kör olacağımız muhakkak.
Beşeriyetin şu an yaşadığı sıkıntıların en başında hayata yüzeysel bakmanın doğurduğu bir takım sancıların ortaya koyduğu sonuçlardır. Oysa bu âlemin bir dış aynası, birde iç aynası vardır. Dolayısıyla bu noktada zahir (dış) ve batın (iç) ilişkisini anlamlandırmadan analitik ve sübjektif yaklaşım sergileyemeyiz. Dahası kendi kendimizi kandırmış oluruz. Hem hayata yüzeysel bakmakla kim ne kazanmış ki biz de kazanalım. Kaldı ki yüzeysel ve içi boş işlerle oyalanmak kolaycılığa kaçmaktan öte bir anlam ifade etmeyeceği gayet çok açık bir durum. Çünkü hayatın dış yüzüyle oyalanalım derken bir bakmışsın kendi iç dünyamızı keşfetmekten alıkoyan bir tuzak olduğunu görürüz. Tabii gönül sultanları böyle değil, yani onların meşguliyeti anlamsızlıklar üzerine kurulu sathi oyalanmak değildir, bilakis deryayı ummanda yüzme üzerine kurulu deruni oyalanmaktır. Bu yüzden onlar adından Gönül Sultanları olarak adından söz ettirirler. Madem öyle bizde feraset ehli Gönül Sultanlarını kendimize örnek alıp deruni bir bakış açısı edinmemiz icab eder. Dahası hem dış dünyamızın objektif verilerini hem iç dünyamızın sübjektif verilerini aynı potada harmanlamamız gerekir ki anlam kaybı yaşamamış olalım. Allah korusun anlamsızlığın girdabına düştüğümüzde kendimizi de anlamsız addedip intihar edecek noktaya geliriz bile. Unutmayalım ki hayatı anlamlandırmamız için bize gerekli olan en acil şey çok yönlü deruni bakış melekesi edinmekten geçiyor. Hele şöyle başımızı gömdüğümüz kumdan kaldırıp kendi ruh dünyamızla baş başa kaldığımızda işte o an hayatın gerçeklerini kavramak mümkün olabiliyor. Hatta buna bir de hayal gücümüzü katıp geriye doğru şöyle bir hayat serüvenimize baktığımızda şimdiye kadar tüm enerjimizi dünya metası için harcayıp ahiret azığımızı ihmal ettiğimizi görürüz. Derken yaşadığımız hayatı kendi kendimize zehir zemberek ederek anlam kaybına uğradığımızın farkına varırız ama iş işten geçmiş olur. .
İşte, yaşadığımız hayatı okuyamama ve sırf görüntülerle oyalanmak; maneviyattan uzak yaşamaya neden olduğu gibi kendi var oluş gayemize bigâne kalışımız kimlik bunalımına da yol açtığı bir vaka. Madem öyle, vakit bir an evvel duyarsızlığımıza son verip kendi özümüzle barışık kimlik edinme vaktidir.
Bakın, kâinatta her şey bir sebebe bağlanmış, hem zahir hem bâtıni âlemde cereyan eden her döngü tesadüfe yer verilmeyecek şekilde milim sapmadan yörüngesinde seyri âlem eylemekte. Üstelik bu seyir iç ve dış bir bütün olarak birbiri ile ilintili olarak bir denge içerisinde yürümekte. Yani bu demektir ki evrende meydana gelen her varoluş ve her yok oluş birbirini dengeleyecek şekilde vuku bulmakta. Nasıl mı? Mesela fotosentez olayının girdisi ve çıktısına baktığımızda bir bütünlüğün varlığını görürüz. Yani fotosentez hadisesinde güneş, bitki, su, oksijen ve glikoz bir bütün olarak işliyor. Hele bu sistemden karbondioksit, su ve ışıktan birinin el çektirildiğini düşünün asla fotosentez denen hadise vuku bulmaz. İlla ki sistemin işlemesi için tüm unsurların bir arada olması gerekir ki fotosentez kanunu yürürlük kazanabilsin. Sadece fotosentez mi, kâinatta hemen her şey birbiriyle ilişkilendirilmiş bütünlük içerisinde bir nizama bağlanmış halde dengelenmekte. Yani bu demektir ki “madde- hayvan-bitki- insan” adeta iç içe geçmiş hepsinin bir diğeriyle ilişkisi söz konusudur. Bu yüzden bilge insanlar hayat yardımlaşmadır demişlerdir.
Evet, eşyanın dilini anlamak için analitik çaba yetmez subjektif deruni çabada gerektiriyor. Ancak bu durum eşyayı nasıl okuduğumuza ya da nasıl baktığımıza bağlı olarak bir anlam ifade edecektir. Öyle ya, hayatı okuma biçimimiz şayet analitik ve sübjektif bakma çerçevesinde gelişim kaydederse ancak o zaman kendi gerçeğimizin bilincine varabiliyoruz. Ama gel gör ki, her geçen gün etrafımızda analitik ve sübjektif anlayışta bize rehber olacak şahsiyetlerin sayısı azaldıkça artık kendi kendimize yetemez olduk. Derken pek çok meseleleri çözememekten bir yandan beynimiz fokur fokur kaynayıp alarm vermekte diğer yandan da gönlümüz. Düşünsenize insan beyni 1,3 kilogramağırlığında olup bu ağırlığın % 80’i sudur. Tek başımıza beynin ancak % 10’unu kullanabiliyoruz. Dolayısıyla beyin fırtınası kapasitemizi artırmak için beynin nasıl kullanılacağını gösteren akıl insanların desteğine ihtiyaç vardır. Keza gönül kapılarının da nasıl açılacağını gösteren Gönül Sultanların desteğine ihtiyaç vardır. İşte bu ihtiyacı göz ardı edip akil ve bilge adamsız yola çıkmanın neticesinde 'benim beynim almıyor' ya da Gönül Sultansız ‘benim gönlüm kapalı’ mazeretine sığınmak abesle iştigalden başka bir şey değildir. Nasıl ki akil adamın bilgeliğine başvurmaksızın gerçek manada beyin fırtınası yapılamıyorsa, Gönül sultanının rehberliği olmadan da gönül dünyamızı keşfetmek mümkün olmaz. O halde hem dış hem de iç dünyamızı hareket geçirecek vesilelere başvurmak gerekir ki hayatı okuyabilecek kapasiteye erişip anlamlandırmayı sergileyebilelim.
Hele bir insan etrafında olan biteni bir araştıra dursun eninde sonunda kendi iç dünyasını da merak edip kendisini tanıma cihetine yönelmesi kaçınılmazdır. Nasıl kendine yönelmesin ki, kendi iç âleminde mükemmel bir potansiyel donanımın varlığı söz konusu, fakat o mükemmel donanımın kapılarını tek başına açmak her baba yiğidin harcı değil, büyük bir bilgi birikim sahibine ve insan-ı kâmilin rehberliğine başvurmayı gerektirir. Alıcılarımız zayıf olunca ister istemez tek başına derya-i ummana dalmanın üstesinden gelemeyeceğimiz aşikâr, mutlaka bir bilen eşliğinde iç dalmak icab eder. Yeter ki iç dünyamızın kilidini açmak yönünde azim ve kararlılık gösterelim geresi gelir elbet. Malum, azim ve gayret olmayınca da iç ve dış dünyamıza açılan pencerelere bigâne kalabiliyoruz. Allah’tan bizler bigâne kalsak da ehl-i tasavvuf erbabı seyr-i süluk yolunda hiç geri durmuyor, sürekli ötelere yol almak için gayret ediyorlar. Öyle ya, madem kendi başımıza fıtriyatımızı harekete geçiremiyoruz, en azından hiç olmazsa iç gözleri de görmek için can atamaz mıyız? İşte o noktada iç göz ve feraset ehli veliyi gördüğümüzde biliniz ki gönül gözünden bizim üzerimize de bir şeyler sirayet edip uyanışımıza vesile olacaktır.
Evet, hiç kimse bu fani dünyada durucu değil, dolayısıyla ebedi âleme göç ettiğimizde hazırlıksız yakalanmamak gerekir. Çünkü bizim diğer mahlûkattan farkımız iç âlemimizin derya-i umman olmasıdır. Şayet bu deryayı ummandan bir katre damla bile olsa istifade edip ahrete götürebilirsek ne ala, götüremediysek vay halimize. Bakın, Allah Resulü bu anlamda; ‘Benim göğsüme Allah-u Teâlâ ne yükledi ise ondan Ebu Bekir’in göğsüne de o aktarıldı’ diye beyan buyurmakla aslında iç âlemimizin deryayı umman bir âlem olduğuna işaret ediyor. Tabii anlayana. Kuşkusuz anlayan için kendi varlığının küçük bir âlem olmadığı, bilakis büyük bir âlem olduğunu idrak edip bu yönde bir bakış açısı geliştirmesine yetecektir. Maalesef günümüzde bu bakış açısına sahip pek az insan kaldı dersek yeridir. Zaten günümüz insanından başka ne bekleyebilirdik ki, başta Peygamberimiz (s.a.v) olmak üzere onun izini iz süren Rabbani âlimlerden uzak kalınırsa olacağı buydu. O halde günümüz insanının boş ve geçici hayallerine kapılmadan şimdi kendimize dönüp şunu sormak gerek, bilhassa Anadolu insanımızın sahiplendiği bizim Yunus, şayet Tabduk’un eşiğine yüz sürmeseydi gönlü çağlayıp:
“İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır” çizgisine gelebilir miydi? Gelemezdi elbet. Yunus’un öyle gönlü çağlar ki en nihayetinde ‘Malda yalan mülkte yalan, var birazda sen oyalan’ diyerekten kendi keşfini gerçekleştirir de. Sadece keşif sahibi Yunus mu? Malumunuz Mevlana’da Şems-i Tebriz’e olan deruni bir bağlılıkla o da kendi keşfini gerçekleştirmiştir. Madem öyle, şu fani dünyada kendimiz gibi olmak varken fıtri mayamızın aksi istikametinde boş hayaller peşinden koşup başkalaşmak niye? Şayet kendimiz gibi olmak diye bir derdimiz varsa mutlaka tasavvufi hayatın çekim alanına girmek gerekir ki iç göz olabilelim. Bakın cümle meşayih tasavvuf için İslam’ın iç gözü diyor. Öyle anlaşılıyor ki iç keşif ve kendimizi feraset sahibi bir kıvama getirebilmek ancak seyr-i süluk yolunda ter dökmekle mümkün gözüküyor. Nitekim Habib-i Ekrem Efendimiz (s.a.v)’in ‘Müminin ferasetinden sakının’ beyan buyurması iç gözün varlığına işarettir. Sakın ola ki iç göz deyip geçmeyelim, zira İmam-ı Gazali gibi bir büyük âlim zat bile tasavvufa girdikten sonra bakış açısı değişip bu sayede Hüccetül İslam olmuştur.
Vesselam.