Kasalar kervanlara, mezarlara da hikaye olmuş, çok soygunlar, cinayetler işlenmiştir. Çok bilenen Nasrettin Hoca hikayesidir. Hoca bir gün ölür ve mezara defnedilir. Ölmeden önce mezarının üstünde bir delik bırakılmasını vasiyet eder. Sorgu sualden sonra kafasını o delikten dışarı çıkartır ve dünyada olanı biteni görmek ister. Gece karanlığında kervanda o anda oradan geçmektedir. Develer ansızın bu kafayı görünce ürker ve kaçarlar. O esnada kervandaki katırlar ve develer yüklüdürler. Züccaciye ve mücevherler düşer ve kırılırlar. Kervancılar bu ürkmeye neyin sebep olduğunu araştırır ve mezardaki kafayı bulurlar; "eşşek sudan gelinceye kadar" hocayı döverler. Hoca bu ya yara bere içinde köyüne dönünce halk öteki dünyadan haber sorar. Muzipliği üzerinde olan hoca siz siz olun da sakın kervanının katırlarını ürkütmeyin der. Bir de eşşek, arkada katır ve develer ne acayip bir yolculukla Hintten Yemene gider gelirlerdi. Şimdi yük gemileri, tırlar bu vazifeyi bihakkın yerine getirmektedirler. Ancak şimdi o gemi ve tırlarda insanları zehirleyen gözü dönmüşler bu malzemelere aracılık etmektedirler. Gönül isterdi ki açgözlü, hırs sahibi insanların da buna alet olmamaları gerekir.

Hiç unutmam bir tarihte ben de bu yanılgıya düştüm ve nasıl çok zengin olurum diye düşlemiştim. Allah'tan ki üst makamlarda bir abimiz "sana çok para versem ne yaparsın diye sordu". Bir an durakladığımda cevabı kendisi verdi. "O parayı versem ya bankaya yatırır, ya ev-arsa alırsın, ya da sandık (kasa) içinde eve saklarsın". "Unutma ki bu eyleminden biz her zaman haberdar oluruz" dedi. Açgözlülük ve tamah insanın yakasını hiç bırakmaz. Allah izzet ve şerefimizle yaşamayı ve kanaat sahibi olmayı nasip etsin, Amin.

***

İnsanoğlu yaradılış icabı nefsi emmare dediğimiz istek ve arzularımızı tatmin etmek için her zaman doğru ve haklı şeyleri arzularız. Bazen o isteklerimiz bizi haksız olan şeylere de meyleder. Yolda yürürken hep bir şey buluruz düşüncesiyle hareket ettiğimiz olur. Bazen de bu istekleri dizginleyen nefsine yenik düşmemiş ve iyi insan dediğimiz kişiler yolda veya başka yerde buldukları değerli şeyleri sahibine vermede diğerlerinden daha dürüst davranışlar sergileyebiliyorlar. Nefsine tam ram olmuş bazılarımız da değil yerde veya takside bulduklarını define aramak içinde akla hayale gelmeyen usüllerle başarırlar.

Hatırlarım çocukluğumda Bayburt Kalesi burçlarında değerli çiniler, tabaklar ve buna benzer kıymetli ve tarihi değeri olan o güzelim eşyalar hep çıkarıldı, çalındı ve kaçırıldı. Bu yetmezmiş gibi maddi varlıkları kaybeden Bayburt malesef manevi varlıklarında da azda olsa yozlaşmaya, bireysel davranmaya, bireysel yaşamaya, toplumdan uzak kalmaya başladı. Nemenem şeydir ki bu kasa sevgisi birhaliyle hepimizi olumlu yada olumsuz bir varlık haline getirdi. Allah encamımızı hayır eyleye.  

***

Her Bayburtlu'nun memleketine karşı bir özlemi, sevgisi ve hayali vardır. Özlemini gidermek için ya her yaz memleketine gelir ya bir hemşerisi ile buluşur, hiç bir şey yapamaz ise medyada Bayburt ile ilgili bir haberi araştırır; sevgisini, özlemini, hasretini giderir.

Bizler de çocukluğumuzda Miri Yolu (Devlet Karayolu) kenarına uzanır, yeşillikler içerisinde özellikle Mayıs-Haziran-Temmuz aylarında tabiatın dünyada eşi benzeri olmayan kokularını içimize çekerdik. Akla hayale gelmeyen düşler kurardık. Ancak bu hayaller çocuk olduğumuzdan Ay'a, Güneş'e , Yıldız'lara ve tabiata aşkımızı ifade ederdi. Kışladan (Askeri Kışla) daha yukarıdan başlayan Pönserek Deresi, hele Şingah Mahallesi'nde kireç ocağından gelen dereye ise setler kurar çimerdik (yüzerdik). Nerede o kasa kasa meyveler? Tek bir elma, tek bir mandalina hele karpuz kabukları bile Çoruh Nehri'nde dans ederken iştahımızı kabartırdı.

Arazide (çiftçilikle uğraşanlar) hayatlarını sürdürenler bilirler ki heryerin ayrı bir değeri ve ismi vardı. Mesela Toy kuşlarının Şingah'taki Yılanlı ya da Sırt dediğimiz bölgeye inmeleri ya da Kotan Göze dediğimiz yerde Turna Gölü; gerçekten leyleklerin, turnaların göç yollarında birer duraktı.

Kasalarımızı, keselerimizi doldururken o güzel toprakları nasıl da harap ettik. Kör olsun bu kasa sevgisi...!

***

Şehirlerin, ilçelerin, beldelerin ve köylerin ruhu vardır. Ortak aidiyet duygusu, yerel hizmetlerdeki hayatı kolaylaştıran uygulamalar, mimaride gözü ve ruhu rahatsız etmeyen görüntü vardır. Esnafı, memuru, öğrencisi, ev hanımı ile dost ve barışık bir hizmet anlayışı vardır. Görünmeyen maneviyat ruhu işte budur. Bayburt'un öyle bilinmeyen, görünmeyen ve sezilmeyen o kadar doğal güzellikleri vardır ki çoğu köyde yaşayanlarımız bile bunu farkedememiştir. Eskiden belde olan Taht köyüne varmadan Polatlı (Kormas) ile Dağtarla'dan (Ortugu) oradan Ballıkaya (Pigeyi) köyüne varan bir vadi vardır. Bir tarafı orman bir tarafı Amerikan filmlerini aratmayan fiziki güzellikleri ile insanı cezbeden bir vadi vardır. Sanırım o vadide yaşayan köylüler hariç başka bir Bayburtlu'nun orayı gezip gördüğünü tahmin etmiyorum. Bu doğa güzelliği başka bir şehirde, başka bir ülkede olsa idi herhalde dünyanın ziyaret edilecek, film çekilecek bir platosunu oluştururdu. O eşsiz güzellikteki manzarayı isterseniz Çoruh Vadisi'nden yukarı çıkarak, isterseniz de Polatlı Tepesi'nden hayranlıkla seyrederdiniz. Sürekli göç veren ve işsizlik olduğu iddia edilen güzelim memleketimizde turizm ve kültür potansiyelinin son derece yüksek olduğunu sadece bunu istihdama dönüştürüp dünyaya tanıtmak sanırım şehrimiz için zor olmazdı. Sadece kasaları ve koltukları düşünen beyinler birazcık çevresine, kentine, köyüne hizmet gözü ile baksaydı 19. yüzyıldan kalma bir kent olmazdı.

***

Bir kasabın ekmeğe, bir fırıncının da ete ihtiyacı vardır. Bu nedenle kasap ile fırıncının birbirini sevmesi için bir neden vardır. Her ikisi de birbirine yararlı olur.

Her kentlinin bir köylüye, her kamilin bir cahile, her hastanın sağlıklı olana, her zenginin de bir fakire illiyet bağı olarak ihtiyacı olabilir.

Kâmil manada düşündüğümüzde Louis D. Brandels'in deyimi ile "her münakaşanın temelinde birisinin cahilliği yatar" deyimini gerçek hayata uyguladığımızda elbette bizim payımıza düşen bir hisse vardır. Hani denilir ya  "bakmakla öğrenilse idi kediler kasap olurdu", meseleye farklı bir bakış açısıyla konuyu daha derinden tefekkür edebiliriz.

Biz kasa dediğimiz de sadece dört köşe ya da dikdörtgen yahutta farklı boyutlarda bir dolap gelmemeli. Özellikle batı ülkelerinde yani kapitalizmin yoğun olarak yaşandığı yerlerde bu sevgi doruk noktaya çıkmıştır. Hatta 60'lı-70'li yıllarda "Almancı" diye tabir ettiğimiz, aslında bu tip söylemlere yani öz vatanın evlatları olarak taa erken Osmanlı döneminde Akıncı Beyleri ya da Anadoludan Balkanlara yerleştirilen insanlarımız için "Göçmen", Batı ülkelerine iş ve aş için giden insanlarımıza "Almancı" denmesini hiç hazzetmem. Ama onların deyimi ve bizim de yakıştırmamız ile "Alman usulü" bizim adet, görenek ve yıllardan süzülerek gelen geleneklerimiz ile hiç uyuşmaz ancak ve malesef bu söylemler bizim kasa sevgimize vurgu yapmaktadır.