Yıl 1976, yani tastamam 40 yıl öncesi… Yurdun en batısından Ege Bölgesi’nin Denizlisi’nden, yurdun en doğusuna, Kars’a dek bir tren dolusu askerin sevkiyat işi ile görevliyiz…
Başımızda bir yüzbaşı var, bir teğmen var, biz üç asteğmeniz birimiz doktor olmak üzere, iki de astsubayımız var. Ve 10’ye yakın da nezaretçi erbaş ve er…
Denizli er eğitim tugayından getirdiler acemilikten yeni çıkmış, kıtalarına götürülecek askerleri, tören yapıldı, kara trene bindik.
Evet kara tren, yani buharlı tren… Çuf, çuf çuf diye yol alanlardan, azami sürat 50 km… İçi kompartımanlarla dolu… Bugünkü gibi lüks pulman koltuklar yok…
Kompartımanlara yerleşiyoruz üçer dörder… Yalnızca Ahmet Yüzbaşı bir kompartımana tek başına yerleşiyor, açıyor rakısını demlenmeye başlıyor, bu uzun yolculuk başka türlü çekilmezmiş…
Denizli’den hareket eder etmez, demiryoluna paralel uzanan karayoluna ticari taksiler doluşuyor, torbasını pencereden dışarı atıyorlar bazı askerler, sonra kendileri de atlayarak bu taksilere binip kaçıyorlar, uyarılarımız, önlemlerimiz kâr etmiyor… Bu kaçanların amacı askerden kaçmak değil, biz Kars’a gidene kadar, onlar da 3-5 gün aileleri ile birlikte olmak istiyorlar, sonra gidip kendiliklerinde birliklerine katılacaklar. Fakat o günkü koşullarda ordu buna izin vermiyor, yoksulu var, yol parası olmayan var vb…
Bu “Trenden kaçma” durumu Erzincan’a kadar sürüyor… Konya’da gece yarısı, evinin yakınına gelen trenden atlayan bir er ne yazık ki trenin altında kalıp canından oluyor. Bizim de yolda durdurulup ifadelerimiz alınıyor…
O gün böyle idi, sonra sonra bu saçmalık kaldırılıp askere dağıtım izni verildi ve izin bitiminde birliğinde olması istendi, ordu da büyük bir maddi yük ve sorumluluktan kurtuldu…
Yolculuğumuza dönelim, 4 gün sonra Erzurum Aşkale’ye gelebilmiştik, gece yarısı idi, astsubaylardan birisi her nasılsa kaçmamış olan 3 askeri aldı (aslında oraya 22 asker teslim etmemiş lazımmış), 4. Zırhlı Tugay’a teslim edip gelecek…
Gitti gelmez… Bekle ha bekle, tam o sırada tren hareket etmez mi? Öteki astsubay “Ertan orada kaldı” diye ortalığı velveleye veriyor, “Yahu çek şu imdat frenini, dursun tren” dedim “Lafa bak, sen çeksene yanıtını aldım” ve kalkıp çektim… Tren zorlukla durdu, trenin içi foşurtular ve buharlarla doldu… Az sonra bir kondüktör gelip “Kim çekti imdat frenini?” diye sertçe sordu, “Ben çektim” dedim sertçe. Keyfi çekilmezmiş, ceza verecekmişim, has-tir be! Teğmen İbrahim Güngör, yakasına sarıldı “Ulan sen bizden hareket emri almadan kendi başına nasıl çeker gidersin” dedi…
Ahmet Yüzbaşı tartışmaları duymuş, çıktı kompartımanından, sordu, söyledik, kondüktöre “Gel gel, gel içeri oturalım benimle konuş, onlar genç, boş ver onları” dedi… Aldı bunu içeri… 5 dakika sonra adam çıkıp gitti, astsubay da geldi, yeniden hareket ettik… Sonra yüzbaşı yanımıza gelip sordu “Hanginiz çektiniz freni?”, “ben” deyince güldü “Kuvvetli çekmişsin ki kondüktör çok kızmış” diye espri yaptı. Bir arkadaşımız “Komutanım siz onu nasıl sakinleştirdiniz?” dedi, anlattı o da: “Rakı verdim, onlar geçtirler, sen onlara uyma, olgun adamsın, olur böyle şeyler, dedim, tamam Yüzbaşım onları size bağışlıyorum” deyip gitti.”
Devam edelim yola, geldik Erzurum’a lokomotif çekmiyormuş, görevliler geldiler, bir iki vagon kesmemiz lazım dediler. En arkadan bir iki vagonu boşalttık, oradaki erleri öndeki vagonlara dağıttık, yola çıktık. Horasan’da tren gene teklemeye başladı, birkaç vagon da orada kesildi. Gece 01’de Erzurum’dan hareket etmiştik, ertesi gün saat 10.00 sıralarında Sarıkamış’a geldik. Babam o zamanlar Sarıkamış’ta Ziraat Bankası Müdürü, bana izin verdiler orada indim, zaten bir tek Kars kaldı. Onlar da oradan inip Ağrı 7. Piyade Alayı’nın yolunu tutacaklar…
Vardım eve kara trenin kömür isi ile simsiyah olmuşum 5 gün içinde… Banyoya girdim, başımdan su döküyorum, su aşağıya ininceye dek simsiyah oluyor.
İşte böyle… Kara trenle uzun yolculuk böyle bir şeydi… Şimdi gençler kara treni, kara tren türküsü kadar tanıyorlar:
Gözüm yolda gönlüm darda
Başımızda bir yüzbaşı var, bir teğmen var, biz üç asteğmeniz birimiz doktor olmak üzere, iki de astsubayımız var. Ve 10’ye yakın da nezaretçi erbaş ve er…
Denizli er eğitim tugayından getirdiler acemilikten yeni çıkmış, kıtalarına götürülecek askerleri, tören yapıldı, kara trene bindik.
Evet kara tren, yani buharlı tren… Çuf, çuf çuf diye yol alanlardan, azami sürat 50 km… İçi kompartımanlarla dolu… Bugünkü gibi lüks pulman koltuklar yok…
Kompartımanlara yerleşiyoruz üçer dörder… Yalnızca Ahmet Yüzbaşı bir kompartımana tek başına yerleşiyor, açıyor rakısını demlenmeye başlıyor, bu uzun yolculuk başka türlü çekilmezmiş…
Denizli’den hareket eder etmez, demiryoluna paralel uzanan karayoluna ticari taksiler doluşuyor, torbasını pencereden dışarı atıyorlar bazı askerler, sonra kendileri de atlayarak bu taksilere binip kaçıyorlar, uyarılarımız, önlemlerimiz kâr etmiyor… Bu kaçanların amacı askerden kaçmak değil, biz Kars’a gidene kadar, onlar da 3-5 gün aileleri ile birlikte olmak istiyorlar, sonra gidip kendiliklerinde birliklerine katılacaklar. Fakat o günkü koşullarda ordu buna izin vermiyor, yoksulu var, yol parası olmayan var vb…
Bu “Trenden kaçma” durumu Erzincan’a kadar sürüyor… Konya’da gece yarısı, evinin yakınına gelen trenden atlayan bir er ne yazık ki trenin altında kalıp canından oluyor. Bizim de yolda durdurulup ifadelerimiz alınıyor…
O gün böyle idi, sonra sonra bu saçmalık kaldırılıp askere dağıtım izni verildi ve izin bitiminde birliğinde olması istendi, ordu da büyük bir maddi yük ve sorumluluktan kurtuldu…
Yolculuğumuza dönelim, 4 gün sonra Erzurum Aşkale’ye gelebilmiştik, gece yarısı idi, astsubaylardan birisi her nasılsa kaçmamış olan 3 askeri aldı (aslında oraya 22 asker teslim etmemiş lazımmış), 4. Zırhlı Tugay’a teslim edip gelecek…
Gitti gelmez… Bekle ha bekle, tam o sırada tren hareket etmez mi? Öteki astsubay “Ertan orada kaldı” diye ortalığı velveleye veriyor, “Yahu çek şu imdat frenini, dursun tren” dedim “Lafa bak, sen çeksene yanıtını aldım” ve kalkıp çektim… Tren zorlukla durdu, trenin içi foşurtular ve buharlarla doldu… Az sonra bir kondüktör gelip “Kim çekti imdat frenini?” diye sertçe sordu, “Ben çektim” dedim sertçe. Keyfi çekilmezmiş, ceza verecekmişim, has-tir be! Teğmen İbrahim Güngör, yakasına sarıldı “Ulan sen bizden hareket emri almadan kendi başına nasıl çeker gidersin” dedi…
Ahmet Yüzbaşı tartışmaları duymuş, çıktı kompartımanından, sordu, söyledik, kondüktöre “Gel gel, gel içeri oturalım benimle konuş, onlar genç, boş ver onları” dedi… Aldı bunu içeri… 5 dakika sonra adam çıkıp gitti, astsubay da geldi, yeniden hareket ettik… Sonra yüzbaşı yanımıza gelip sordu “Hanginiz çektiniz freni?”, “ben” deyince güldü “Kuvvetli çekmişsin ki kondüktör çok kızmış” diye espri yaptı. Bir arkadaşımız “Komutanım siz onu nasıl sakinleştirdiniz?” dedi, anlattı o da: “Rakı verdim, onlar geçtirler, sen onlara uyma, olgun adamsın, olur böyle şeyler, dedim, tamam Yüzbaşım onları size bağışlıyorum” deyip gitti.”
Devam edelim yola, geldik Erzurum’a lokomotif çekmiyormuş, görevliler geldiler, bir iki vagon kesmemiz lazım dediler. En arkadan bir iki vagonu boşalttık, oradaki erleri öndeki vagonlara dağıttık, yola çıktık. Horasan’da tren gene teklemeye başladı, birkaç vagon da orada kesildi. Gece 01’de Erzurum’dan hareket etmiştik, ertesi gün saat 10.00 sıralarında Sarıkamış’a geldik. Babam o zamanlar Sarıkamış’ta Ziraat Bankası Müdürü, bana izin verdiler orada indim, zaten bir tek Kars kaldı. Onlar da oradan inip Ağrı 7. Piyade Alayı’nın yolunu tutacaklar…
Vardım eve kara trenin kömür isi ile simsiyah olmuşum 5 gün içinde… Banyoya girdim, başımdan su döküyorum, su aşağıya ininceye dek simsiyah oluyor.
İşte böyle… Kara trenle uzun yolculuk böyle bir şeydi… Şimdi gençler kara treni, kara tren türküsü kadar tanıyorlar:
Gözüm yolda gönlüm darda
Ya kendin gel ya da haber yolla
Duyarım yazmışsın iki satır mektup
Vermişsin trene halimi unutup
Kara tren gecikir belki hiç gelmez
Dağlarda salınır da derdimi bilmez
Dumanım savurur halimi görmez
Kan dolar yüreğim göz yasım dinmez
Bu dizeler kara treni yaşamamış olanların düşleminde nasıl bir kara tren canlandırıyor bilemem ama benim gibi kara trenle bu askerlik hatırası dışında da pek çok maceralar yaşamış olanlar o trenin her hâlini yerli yerine oturturlar. Biz o trenin hasretini de, çilesini de, keyfini de biliriz…
Öyle biliriz ki, bunları “Gelin Bizi Ayırt Edin Ulan” adlı gülmece öykü kitabımıza üç kısa öykü olarak da almışızdır. Onları paylaşarak bitireyim:
Bu dizeler kara treni yaşamamış olanların düşleminde nasıl bir kara tren canlandırıyor bilemem ama benim gibi kara trenle bu askerlik hatırası dışında da pek çok maceralar yaşamış olanlar o trenin her hâlini yerli yerine oturturlar. Biz o trenin hasretini de, çilesini de, keyfini de biliriz…
Öyle biliriz ki, bunları “Gelin Bizi Ayırt Edin Ulan” adlı gülmece öykü kitabımıza üç kısa öykü olarak da almışızdır. Onları paylaşarak bitireyim:
GÜMÜŞHANELİ TÜNELE GİRİNCE
Gümüş gitmiş adı kalmış yadigâr, artık gümüş çıkmıyor Gümüşhane’de. Arazi kıt, her yan kaya. Meyvenin en güzeli yetişir ya; o da, ya para etmez, ya da üretimi yetmez yeterli para kazandırmaya. Gümüşhaneli de arar nasibini gurbet ellerde. Eskiden iki tekerlekli atlı arabaları vardı. Konvoy halinde giderler, müteahhitlerin hafriyat alanlarından toprak taşırlardı. “Gısım” denirdi bu konvoylara, Gümüşhanelilerin simgesiydiler sanki.
Böyle böyle çalıştılar yıllarca, derken bir baktık, “gısımlar” kalkmış, nakliye motorize olmuş, her Gümüşhanelinin altında bir kamyon.
Gümüşhaneli işte bu sebeplerden dolayı, motorlu kara nakil araçlarının her türünü iyi bilir, biner ve sürer. Tren hariç. Neden hariç? Çünkü; Gümüşhane’den demiryolu geçmez, Gümüşhanelinin trenle işi olmaz.
İki Gümüşhaneli, bozmak isterler bu trensizlik halini, varıp Erzurum Garı’ndan bilet alırlar İstanbul’a gitmek üzere. Gar’ın yanındaki büfeden de hiç yemedikleri muz meyvesinden alırlar.
Tren hareket eder, kompartımanda yalnız bu iki Gümüşhaneli. Merakla seyrediyorlar trenin içini ve dışını. Muzlara dokunmuyorlar ama birbirlerini kolluyorlar. “O yesin, hele bakayım nasıl yiyecek, ben de ona göre yerim” hesabındalar. Böyle böyle tren geçiyor Aşkale’yi, birinin artık sabrı tükenmiş alıyor muzu, ucundan ısırıyor kabuğunu soymadan, tam o anda tren de ilk tünele giriyor. Bizimkiler tüneli de hep dışarıdan görmüşler, tünele girince ne olur bilmiyorlar. Her yer karanlık. Yemeyen yiyene soruyor: “Aga yedin mi, yedin mi?” Yiyen cevap veriyor: “Yedim yedim de, sakın sen yeme, ucundan biraz kıtladım, iki gözüm kör oldu, bir yeri göremeyirim...”
Gümüş gitmiş adı kalmış yadigâr, artık gümüş çıkmıyor Gümüşhane’de. Arazi kıt, her yan kaya. Meyvenin en güzeli yetişir ya; o da, ya para etmez, ya da üretimi yetmez yeterli para kazandırmaya. Gümüşhaneli de arar nasibini gurbet ellerde. Eskiden iki tekerlekli atlı arabaları vardı. Konvoy halinde giderler, müteahhitlerin hafriyat alanlarından toprak taşırlardı. “Gısım” denirdi bu konvoylara, Gümüşhanelilerin simgesiydiler sanki.
Böyle böyle çalıştılar yıllarca, derken bir baktık, “gısımlar” kalkmış, nakliye motorize olmuş, her Gümüşhanelinin altında bir kamyon.
Gümüşhaneli işte bu sebeplerden dolayı, motorlu kara nakil araçlarının her türünü iyi bilir, biner ve sürer. Tren hariç. Neden hariç? Çünkü; Gümüşhane’den demiryolu geçmez, Gümüşhanelinin trenle işi olmaz.
İki Gümüşhaneli, bozmak isterler bu trensizlik halini, varıp Erzurum Garı’ndan bilet alırlar İstanbul’a gitmek üzere. Gar’ın yanındaki büfeden de hiç yemedikleri muz meyvesinden alırlar.
Tren hareket eder, kompartımanda yalnız bu iki Gümüşhaneli. Merakla seyrediyorlar trenin içini ve dışını. Muzlara dokunmuyorlar ama birbirlerini kolluyorlar. “O yesin, hele bakayım nasıl yiyecek, ben de ona göre yerim” hesabındalar. Böyle böyle tren geçiyor Aşkale’yi, birinin artık sabrı tükenmiş alıyor muzu, ucundan ısırıyor kabuğunu soymadan, tam o anda tren de ilk tünele giriyor. Bizimkiler tüneli de hep dışarıdan görmüşler, tünele girince ne olur bilmiyorlar. Her yer karanlık. Yemeyen yiyene soruyor: “Aga yedin mi, yedin mi?” Yiyen cevap veriyor: “Yedim yedim de, sakın sen yeme, ucundan biraz kıtladım, iki gözüm kör oldu, bir yeri göremeyirim...”
YÜZÜ BÜYÜK HERİF’İN KUSUNTUSU
Eskinin kara trenleri... Lokomotifi kömürlü, çufçufu bol, sürati az, saatte 50 kilometre azami sürat... Gidiş temposunun dilini de çözmüş Aşkaleliler, diyormuş ki bu tren “Erzincan’a gide gele, kıçım çıktı, kıçım çıktı, kıçım çıktı...”
Yalnız tempo mu, her yanı bir alemdi bu trenlerin. Hele de üçüncü mevkii. Koridorları bile tıkış tıkış olurdu, insan ve eşyadan geçemezdiniz. Ve en büyük dert, tuvaletleri ya kapalı olurdu, ya çalışmazdı, ya da sıra bulamazdınız.
Ayı Cemal de tuvaleti kapalı bulanlardan... Üstelik fena halde ishal... Kıvranıp duruyor... Bir iki vagon öne ve geriye gitmiş ama yine olmamış, kuyruk varmış oralarda da. Dayancası kalmamış Ayı Cemal’in artık, arka vagonlara doğru gidiyor, tenha bir yer buluyor oralardaki koridorda, açıyor pencereyi, sıyırıyor pantolonunu, kıçını dayayıp pencereye, koyveriyor dışarıya sulu dışkılarını. Aşağıda trene bakan bir adamın yüzüne isabet ediyor bu sulu dışkılar. Neye uğradığını şaşırıyor bu adamcağız, tren de gidiyor ardına bakmadan... Peronda duranlar geliyorlar adamın yanına, soruyorlar ne olduğunu, o da anlatıyor:
Eskinin kara trenleri... Lokomotifi kömürlü, çufçufu bol, sürati az, saatte 50 kilometre azami sürat... Gidiş temposunun dilini de çözmüş Aşkaleliler, diyormuş ki bu tren “Erzincan’a gide gele, kıçım çıktı, kıçım çıktı, kıçım çıktı...”
Yalnız tempo mu, her yanı bir alemdi bu trenlerin. Hele de üçüncü mevkii. Koridorları bile tıkış tıkış olurdu, insan ve eşyadan geçemezdiniz. Ve en büyük dert, tuvaletleri ya kapalı olurdu, ya çalışmazdı, ya da sıra bulamazdınız.
Ayı Cemal de tuvaleti kapalı bulanlardan... Üstelik fena halde ishal... Kıvranıp duruyor... Bir iki vagon öne ve geriye gitmiş ama yine olmamış, kuyruk varmış oralarda da. Dayancası kalmamış Ayı Cemal’in artık, arka vagonlara doğru gidiyor, tenha bir yer buluyor oralardaki koridorda, açıyor pencereyi, sıyırıyor pantolonunu, kıçını dayayıp pencereye, koyveriyor dışarıya sulu dışkılarını. Aşağıda trene bakan bir adamın yüzüne isabet ediyor bu sulu dışkılar. Neye uğradığını şaşırıyor bu adamcağız, tren de gidiyor ardına bakmadan... Peronda duranlar geliyorlar adamın yanına, soruyorlar ne olduğunu, o da anlatıyor:
-Yüzü büyük bir kıllı herif, çok fena kustu...
DEVLET İŞİDİR, BAKTIN BİR GECEDE TÜNEL AÇAR
Karslı’ydı. “Yetkili Cafer” derlerdi ona. Çalıştığı bankada bir öğle paydosunda telefon çalmış, o açmış, provizyon isteyecekmiş karşıdaki şube yetkilisi, “Kimsiniz?” diye sormuş, “Cafer” cevabını alınca, “Orada yetkili kimse yok mu?” diye tekrar sormuş, “Ben Şef Cafer” demek yerine, şaşırıp “Ben Yetkili Cafer’im” demiş.
İşte bu “Yetkili Cafer”, bir hafta sonu almış yanına eşini, atlamış banliyö trenine, varmış Ilıca Kaplıcalarına. Kalmışlar bir gece orada, romatizmalarından kurtulmak için şifalı sulara bırakmışlar kendilerini. Ertesi gün de yine binip o trene, ver elini Erzurum demişler.
Ilıca-Erzurum 20 kilometre. Banliyö treni yarım saatte varırdı o yıllarda Erzurum’a. Varmadan önce yalnızca Gezköy’de dururdu 1 dakika, sonra Erzurum. 3 dakika da orada durur, bir Kaplıca beldesi olan Hasankale’ye hareket ederdi.
Yetkili Cafer, trenin Gezköy’de durduğunu fark edememiş. Erzurum’a varınca, Hanım’ı “Ay Cafar, Erzurum’a geldik, haydi düşek” demişse de, azarlamış kadını: “Ne danışırsan ay arvad! Gezköy’dü bura, telesme, eyleş, gahma yerinden!”
Oturmuş Kadın, tren de hareket etmiş, Erzurum’un çıkışında Hamamderesi denilen yerde tünele girince tren, kadın yine uyarmış: “Ay Cafar, biz Ilıca’ya gedende tünel yohudu, biz Hasangala’ya gedirik indi”. Yetkili Cafer de anlamış vaziyeti ama, bozuntuya vermemiş, kullanıp yetkisini çıkışmış eşine:
“Ay Arvad! Devlet işidir, belli mi olar, baktın bir gecede tünel açtı!..”
Karslı’ydı. “Yetkili Cafer” derlerdi ona. Çalıştığı bankada bir öğle paydosunda telefon çalmış, o açmış, provizyon isteyecekmiş karşıdaki şube yetkilisi, “Kimsiniz?” diye sormuş, “Cafer” cevabını alınca, “Orada yetkili kimse yok mu?” diye tekrar sormuş, “Ben Şef Cafer” demek yerine, şaşırıp “Ben Yetkili Cafer’im” demiş.
İşte bu “Yetkili Cafer”, bir hafta sonu almış yanına eşini, atlamış banliyö trenine, varmış Ilıca Kaplıcalarına. Kalmışlar bir gece orada, romatizmalarından kurtulmak için şifalı sulara bırakmışlar kendilerini. Ertesi gün de yine binip o trene, ver elini Erzurum demişler.
Ilıca-Erzurum 20 kilometre. Banliyö treni yarım saatte varırdı o yıllarda Erzurum’a. Varmadan önce yalnızca Gezköy’de dururdu 1 dakika, sonra Erzurum. 3 dakika da orada durur, bir Kaplıca beldesi olan Hasankale’ye hareket ederdi.
Yetkili Cafer, trenin Gezköy’de durduğunu fark edememiş. Erzurum’a varınca, Hanım’ı “Ay Cafar, Erzurum’a geldik, haydi düşek” demişse de, azarlamış kadını: “Ne danışırsan ay arvad! Gezköy’dü bura, telesme, eyleş, gahma yerinden!”
Oturmuş Kadın, tren de hareket etmiş, Erzurum’un çıkışında Hamamderesi denilen yerde tünele girince tren, kadın yine uyarmış: “Ay Cafar, biz Ilıca’ya gedende tünel yohudu, biz Hasangala’ya gedirik indi”. Yetkili Cafer de anlamış vaziyeti ama, bozuntuya vermemiş, kullanıp yetkisini çıkışmış eşine:
“Ay Arvad! Devlet işidir, belli mi olar, baktın bir gecede tünel açtı!..”