İki şiirim ve bu iki şiirin iki öyküsü… İlki “Kar Mehtabı” adını taşıyor… Yıl 1976 aylardan Aralık, Ağrı’da yedeksubayım. Bir cuma günü akşam üstü binmişim otobüse Erzurum’a gidiyorum. O zaman Ağrı-Erzurum yolu Tahir Dağı’ndan geçiyor. Tahir Geçidi var orada ya, o geçit her zaman geçit vermiyor, hele de kış günlerinde. Neyse ki o gece tipi yok, mehtap var. Yol ıssız… Pencereden bakıyorum ve gördüklerimi, duyumsadıklarımı şiire döküyorum:

Ayaz gecelerin beyaz gecelerinde
Abartarak yansıtır kar aklığı ay ışığını
Anılarım yıldız yıldız
Böyle gecelerde üşüşürler başıma 

Kar ıssızlığı tekdüze hüzün
Yalnızlık bakar camından otobüsün
Görüp göreceği
Uğur sayılan gececi bir tilki

İçine döner bu yineleklikten bıkkın
Bağrına basar can yoldaşı bir şiiri

İkinci şiirin öyküsü Bayburt yakınlarından… Trabzon’dan Erzurum’a gidiyorum, Ramazan ayı ve kara kış… O zamanlar oruç da tutuyorum… Bayburt’a yaklaşıyoruz, iftar için mola verilecek orada… Verilecek ama iftar vakti, Vauk Dağında gelip çatıyor… Vauk Dağı’nda da bir tipi var ki sormayın gitsin. 
Gerisini şiirle diyelim:

Kar’a boran’a karşı vav çekiyor Vauk Dağı
Vuuuuv!
Soldan sağa kar yılkısı çarçabuk
Gözlerim buyuktu dışarı diremekten
Kaygının sesi ta içerimden 
Buuuv!

Şimdi Vauk saatiyle iftar vaktiymiş
Otobüsten hızlı gelip yetişmiş
Bir poşet su verdi muavinimiz
Yanında el kadar tedbir pidesi
Torul’dan almışlar üç saat önce

Bu yol can yoldaşı Vauk Dağı’nın
Bir özlem halinde Bayburt’a uzar
Sınırsız sorumsuz sabır içimde
Tozar da tozar
Eskilerden uyaklı bir atasözüyle buluşuyoruz
“Kurban olam tipiye/Esti getirdi kapıya”
Esip getirdiği ne bunu düşünüyorum
Sıraya giriyor kaç enstantane
Far ışığında çekiliyor son sahne

Ve Sarıkamış… Bizim ailenin yazgısı… Dedem savaşmış o dağlarda 1914 kışında, yaralı dönmüş Bayburt’a. Babamın 1954 yılında ilk memuriyet yeri orası. Yıllar sonra yine oraya tayini çıktı. Emekli olunca da yine oraya yerleşti, çünkü; ben orada tanımıştım eşimi, orada nişanlanıp, orada evlenmiştim ve hiç hesapta yokken 12 Eylül zulmünde kurtulmak uğruna orada muhasebe bürosu açmak zorunda kalmıştım. Ve 13 yıl sürdürdüm o işi. Çocuklarımın birisi de orada doğdu.

Sarıkamış’ta kar bir başkadır. Onu görenler, yaşayanlar bilirler. O kar’a dair de şiirler yazmışımdır. Onlarla bitireyim:

SARIKAMIŞ'TA KAR...

Sarıkamış'ta kar 
İlkin çamlara konar. 
Gelin eder dağları 
Sarıkamış'ta kar. 

Sarıkamış'ta kar 
Buz olur damlardan sarkar. 
Uyar hınzır tipiye 
Dört nala kalkar 
Sarıkamış'ta kar. 

Sarıkamış'ta kar 
Puslu, beyaz bir derya 
Yollara düşer atlı kızaklar. 
Geçit vermez yolcuya dondurur boğar 
Sarıkamış'ta kar... 
Kar... Kar... Kar...

AK MAHŞERİN KRİSTALLERİ


Gökyüzünde ak mahşer
İniyor paraşütle altıgen kristaller
Boşlukta çiçek… Çiçekte bin desen
Gizlenmiş büyüteçe

Ak mahşerin kristalleri
Toplanmak için mahşer yığınağında
Ak doğuyorlar şu kara buluttan
Yığıldıkça yığılıyorlar
Ak kefen oluyorlar kara toprağa

80 BİN CAN ÜSTÜNE OYNANAN BÜYÜK KUMAR


Dedemden dinlerdim 
Sarıkamış'ın kar'ını, tipisini. 
Soğanlı Dağı'nı, Allahuekber'ini. 

Alnına ay doğan Cahit Yüzbaşı 
rüyası çıkarak o gün 
kurşunla parçalanmış başı. 
Dedemde hayret, dedemde hüzün! .. 
Doğacak ilk evladım 
Cahit olsun. 
Tanrı'dan budur muradım 
and olsun Yüzbaşım and olsun! 

Cesetler yığılırmış 
soğuğa siper olsun diye. 
Ayağı çarıklı bizim Mehmetçik 
hakladığında düşmanı 
kıl çizmesini çeker alırmış. 

Tifüs varmış, bit varmış 
ama çok da yiğit varmış. 
Kırmışız yiğitleri 
bir çevirme uğruna. 
Ayaz yutmuş, tipi yutmuş, kar yutmuş 
uyuyakalanları uykuda ölüm tutmuş. 

'Bir Sarıkamış uğruna ' derdi dedem 
Enver Paşa'sına laf ettirmezdi. 
Kumar oynamıştı oysa paşası 
seksen bin can üstüne. 
Baş üstüne diyerek 
kara toprağa değil 
beyaz kar'a girmişti 
Allahuekber'de tekbir getirerekten 
nice canlar uçmuştu 
ak ölümlere 
pak ölümlere.