Yüzyıllar önce anavatanları doğudan kopup kendilerine Kafkas dağlarını vatan edinen Dağıstanlılar (Avar Türkleri diye de nitelendirilen), Ruslara karşı şanlı bir direniş örneği sergilemişlerdi.

Yüzyıllar önce anavatanları doğudan kopup kendilerine Kafkas dağlarını vatan edinen Dağıstanlılar (Avar Türkleri diye de nitelendirilen), Ruslara karşı şanlı bir direniş örneği sergilemişlerdi.

Kimi onları Çeçen, kimi Şapsih diye ansa da sonuçta Dağıstanlıların hepsi aynı soy ağacına mensup, aynı dine inanmış ve dili dilimize uyan kardeşlerimizdir. Onların bu yerlerde hürriyet içinde yaşamaktan gayri gayeleri olmamıştır. Yer yer kabileler halinde yaşayan zeki ve son derece bu atik kahraman kardeşlerimiz XVI. asırda ilk kez rahatsız edilmeye başlamışlar, ama hiç kimse Dağıstanlı mücahitlere karşı hâkim olmanın zevkini tadamamıştı. Kaldı ki Rus çarları kendi emelleri uğruna Dağlı Alperenlere karşı Kazakları kullanmalarına rağmen onları bu mücadeleden alıkoyamamışlardır. Nitekim XVI. asırda IV. İvan’ın korkunç zulmü karşısında boyun eğmemeleri bunun en tipik göstergesi zaten. Her bir Dağıstanlı Alperen Rus generallerinin kara kâbusu olmuştur adeta. Çünkü buralarda her bir yiğit kendini Şeyh Şamil hissetmiş, her Alperen Gazi Muhammed gibi canını feda etmişti. Öyle ki, ölüm ve savaş hayatlarının bir parçası olmuştu.

Kafkas dağlarının dillere destan bu şerefli mücadelesi tarihin altın sayfalarına çoktan geçmişti bile. Dün kendilerinden beş on misli kalabalık Rus tümenlerini hallaç pamuğuna çeviren bu civan yiğitler, yakın bir zamanda da Dudayev komutasında aynı ruh, aynı iman gücüyle tüm dünyanın gözü önünde Yeltsin ve ordusunu çileden çıkaracak yeni bir destan yazmışlardır. Dün nasıl ki, Çariçe Katerina önderliğinde ki Moskof, Kafkas dağlarının kahramanlığı önünde eğilmeye mecbur kalmışlarsa, aynı şaşkınlığı Şeyh Şamil’in torunları karşısında da yaşamışlardır. Hiç kuşkusuz bu karlı dağların üstünde abideleşmiş ve Dağıstan’ın bağrından çıkan Şeyh Şamil, böyle bir şerefli tablonun manevi başbuğudur.

XVI. XVII. ve XVIII. asırlar, asla Çarların hatırlamak istemedikleri yıllar olup, adeta o yıllar dudak ısırtacak kahramanlık örnekleriyle dopdoludur. O destanın içinde Gazi Muhammed, Şeyh Şamil ve Hacı Murat liderliğinde şahadet şerbeti içenlerin yerine bir diğer yiğit bayrağı kapıp mücadeleyi diri tutmuşlardır. Çarlar tarihten yeterli ders alamadıkları şundan belli ki, günümüzde de Rus zulmü zaman zaman gün yüzüne çıkabiliyor. Meğer glasnost ve perestroyka gibi yaldızlı laflar zulümlerini örtbas etmek içinmiş. Gerçek niyetlerini ört bas etseler de, Çeçenlerin o mücadele azmi onların arka planda yatan gizli maskelerini düşürmeye yetmiştir.

Tarih tekerrür ediyor dersek yeridir. Onların bir hesabı varsa Allahın da elbet değişmez bir hesabı vardır. İşte Çeçenler de bu inanç doğrultusunda Şeyh Şamil’i unutturmayacak müthiş bir direniş sergilemekten vazgeçmemişlerdir. Adeta Şeyh Şamil’i günümüze taşımanın mücadelesini verip  “Bir ölür, bin diriliriz” sözü Dağıstanlı mücahitlerin meşalesi olmuştur. Hatta bir Çeçen yüz Rus öldürmeden gerçek şehit olamaz düşüncesiyle and içmişlerdir. Kelimenin tam anlamıyla Dudayev, Şeyh Şamil olmuş, Dağıstanlı kahramanlarda Alperen olmuştu. Dün bugün, bugün dün olmuş gibiydi sanki. Allah için sebil ettikleri kanlarıyla: “Yeni İvan’lar asla bizi yıldıramaz” diye dağa, taşa, suya yazdıkları destanı yenidünya düzeninin patronlarına böyle ilan etmişlerdi. Madem öyle, bu destanın başkahramanı Şeyh Şamilden söz edebiliriz.  Şöyle ki, nöbeti devraldığı insan, çocukluk arkadaşı, mektep şakirdidir, yani Hocası Şeyh Cemaleddin’in en büyük yardımcılarından Gazi Muhammed’dir. Öyle ki Gazi Muhammed son nefesinde; “Benim yerime o geçecek” deyip emaneti Şeyh Şamil’e öyle devretmiştir. Tabii bu arada II. Katerina’da boş durmamış siyasi taktik icabı Kazak Sultanlarına iltifatlarda bulunmuş, hatta onları sinsice yatak odasında koynuna almayı düşünerekten Dağıstanlıları imha etmeyi planlamıştır.  Neyse ki tüm entrikalarına rağmen hevesi kursağında kalmıştır. Hatta bu konuda Kazakların hatmanı Duruşenko; “Yenilmeyen bir millet tanıyorum. O da Kafkasyalılar” diye itirafta bulunmuştur.

Malum, Kafkasya’nın o sarp dağları yetti gayri dedirtecek cinsten çetin olması hasebiyle amansız mücadeleye sahne olmuş,  ne topla, ne tüfekle, ne süngüyle, ne de kılıçla aşılabilmiştir. Bu yüzden Dağıstanlılarla özdeşleşmiş bu dağlar bir kısım Moskof generallerinin apoletlerinin sökülüp nişanlarının geri alınmasına sebep olmuş ta. Böylece Kafkasya bu amansız mücadele sayesinde Bolşevik ihtilaline kadar hür ve bağımsız yaşamayı bilmiştir.

Çarlara baş eğmeyen Şeyh Şamil, Avar Türklerinden ün salmış bir soydan gelen Kafkas kartalımızdır. Soyu, Avarların meşhur kahramanı Emir Han’a uzanmakta, Babası Muhammed Dengav, annesi ise Avar Beylerinden Pir Burak’ın kızı Bahu Mesedo’dur. Gimri’de yerleşen bu ailenin iki çocuğu olup, bunlardan biri Ali, diğeri Fatıma’dır. Daha altı aylık bebekken hayatından ümit kesilen Ali’ye dualar eşliğinde muska yaptırılıp can verilmeye çalışılmıştır. Bu da yetmez dağ bayır demeden her ne kadar çiçek her ne kadar ot varsa toplanıp şifa niyetine bitki özü içirilmiştir. Bu da yetmez kendisine Allah’ın sıfatlarından “korusun” manasına Şamil adı verilmiştir. İşte ne olduysa bundan sonra olmuş ve bu isim, bir hayat iksiri olmasına yetmişti, adeta cana can katmıştır. Hani öldürmeyen Allah öldürmez derler ya, gerçekten de yücelerden korunmaya alınıp sonunda yavuz delikanlı oluyor. Öyle bir yavuz delikanlıdır ki o; köyün güzel kızları hayallerinde hep onu düşlüyordu. Peki ya akran arkadaşları,  malum onlar da kendilerini onunla kıyasladıklarında kıskançlığa kapılıyorlardı. Zira her yerde onun adı geçiyordu. Hatta onun delikanlılık yönü sadece çevresine değil aile yuvasına da yansımıştı. Nasıl yansımasın ki;  babası aşırı içki içen bir babaydı. Şamil bir gün babasına:

- Baba bir daha artık şarap içtiğini görmeyim demiş, o da:

- Ya içersem ne olacak? Beni mi öldüreceksin?

Şamil’in verdiği cevap ilginçtir:

- Seni değil ama bıçağı kalbime saplar kendimi kıyarım.

Tabii babası bakmış ki oğlunun şaka götürür bir yanı yok, derhal bu bir tavır karşısında; artık bundan böyle şarap içmeyeceğine dair söz vermiştir.  İşte baba oğul arasında yaşanan bu olay, Şamil’in daha küçük yaştayken bile istediklerini kabul ettiren mizacını ortaya koyuyordu. Düşünsenize delikanlı çağında böyleyse ilerisini siz düşünün. Nitekim bir gün gelecek onu Don’dan Volga’ya kadar herkes sayacak ve itaat edecektir, öyle de olur zaten.

Şamil orta tahsilini kendisinden dört yaş büyük olan arkadaşının eğitim gördüğü Betliha’da görür. Betliha, Şamil için arkadaşına kavuşmanın sevincini yaşamasının yanı sıra Şeyh Cemaleddin gibi büyük bir hocanın terbiyesi altında yetişmesine vesile olacaktır. Nasıl ki Fatih’in terbiyesinde Molla Gürani’nin ve Şeyh Akşemseddin’in çok büyük rolü olmuşsa, Şamil’in tahsil hayatı ve yetişmesinde de arkadaşı Gazi Muhammed ve Şeyh Cemaleddin’in çok büyük tesiri olmuştur.  Hatta Şeyh Cemaleddin onun için şöyle der:

- Bu küçük yarın çok büyük adam olacak!

Bu iltifatı işiten Şamil:

- Size layık olmaya çalışacağım, sözünü vermiştir.

Hakeza yine Fatih’in babası Molla Gürani’ye teslim ederken,

- Eti senin kemiği benim demişse, Kafkas Kartalı Şeyh Şamil’i de babası Şeyh Cemaleddin’e emanet ettiğinde aynı duyguları hissetmiştir.

Şamil, bütün hayatında iki şeyi mukaddes bilmiştir:  biri mensup olduğu milliyet, diğeri ise İslâmiyet’ti. O kendisini Avar milletine adamanın idrakiyle İslâm’ın yılmaz kılıcı olmaya namzetti. Hayatını buna göre tanzim etmişti. Resûlüllah’a (s.a.v.) öyle aşkla bağlıydı ki, mutlaka bir gün Mescidi Nebeviye’ye yüz süreceğinin heyecanını taşıyordu yüreğinde. O veli tabiatlı bir ruha sahip olmanın ötesinde aynı zamanda bir mücahitti. Bu yüzden savaş öncesi harekete geçmeden önce camiye kapanaraktan istihareye yatıp, sefere öyle koyulurdu.

İşte böyle bir ruh eşliğinde Şeyh Şamil’in müritleri tepelerden kurşun yağdırıp, tek yürek tek kalp halde ölüme seve seve koşuyorlardı. Onlar böylesine Rus süngüsüne karşı direndiklerinde kılıçları şimşek misali parıldarken, Şeyh Şamil harekâtı bulunduğu yerden takip ediyordu. Ne var ki kıyasıya mücadelenin akabinde artık uzaklardan kılıç parıltısı ve top sesleri gelmez olmuştu. Çünkü Ahulgo kalesine beyaz bayrak çekilmişti. Çekilen bayrak ateşkes anlamına geliyordu. Şeyh Şamil artık bu noktadan sonra düşmanla anlaşma yoluna gidecektir. Bilinmez ama belki de bu anlaşma insan zayiatına son vermek içindi. Tabii Ruslar işi garantiye almak isteyeceklerdir. Bunun için Kafkas Kartalı Şeyh Şamil’den savaştan vazgeçtiğine dair söz vermesini, ayrıca sözünün doğruluğunu test içinde rehin talep edeceklerdir. Nitekim Şeyh Şamil oğlu Cemaleddin’i milletinin geleceği uğruna rehin vermeye razı olur da. Ancak ‘Ayıdan post, Moskof’tan dost olmaz’ derler ya, aynen öyle de Ruslar, daha Şamil oğlunu Moskof’a verdiği günün akşamı, her iki Ahulgo’yu da zapt etmişlerdi. Elbette ki bu durumda Şeyh Şamil, karısı, annesi, yakınları ve ikinci oğluyla birlikte apar topar emniyet içinde ortadan kaybolmasını bilecektir. Güya Ruslar Şeyh Şamil’i sağ salim ele geçirmek niyetindeydiler. Onlar böyle hesap ede dursunlar o cesur imam beyaz atı üzerinde yüzlerce metre aşağısında kendisini Koysu deresinin köpüklü sularına çoktan bırakmıştı bile. Üstelik kendini bıraktığı o suların üstünden on beş sene geçmişti. Değim yerindeyse bu arada Koysu deresi şerefli misafirini Yunus’u (a.s) karnında ağırlayan balık misali ağırlamıştı. Zira öldü sanılan Şeyh Şamil ölmemişti. Su ab-ı hayattır. Gerçekten de öyle olmuş o derin sulardan Kartal kanatlarını çırpıp yeniden hayata merhaba diyecektir. Hacı Murat bile bu dere olayını duyunca yerinden fırlamış ve:

- O tepeden atıyla sulara gömülen Şeyh Şamil mi? diye şaşkınlığını gizleyememişti. Belli ki Hacı Murat’ı bu olay öyle derinden etkilemiş ki hasım bildiği Şeyh Şamil’le sonunda barışır da. Derken her iki tarafta bu barışıklıktan moral bulup güçlerini Moskof’a karşı birleştirmiş olurlar.

Tarihler 1843’ü gösterdiğinde müritler(alperenler) Unsokul’u Ruslardan geri alacaktır. Böylece 1849’a kadar bazen Rusların, bazen Dağlıların üstünlüğü ile yol alan bu uzunca mücadeleler devam edecektir.  Hiç kuşkusuz bu zaman diliminde en dikkat çeken savaş 1845’te olmuştur. Zira bu tarihte Dağlı alperenler köşke ani baskın düzenleyip prensin zevcesi ve baldızını ele geçirip rehin alacaklardır. Bu durum Şeyh Şamil için iyi bir fırsattı, nitekim evladına kavuşmak için bu kozu büyük bir ustalıkla lehine kullanabilmiştir. Nihayet Çar:

“- Cemaleddin babasına iade edilsin” emrini verir de. Böylece tahta köprünün biraz ilerisinde tarihin ibresi baba-oğul kucaklaşmasına sahne olur. Dile kolay, bu tam tamına 15 senenin hasreti bir kucaklaşmaydı.

Şeyh Şamil, bundan sonra bütün dikkatini Dargo Vidino üzerine odaklayıp Moskof’un bu son kalesini alır da. Hatta Yüzbaşı Likof ve beraberinde seksen kişi de esir alınır. Anlaşılan Gazi dervişler pratik hareket ediyorlardı, öyle ki; Moskof süngüsü bu azmin karşısında bir işe yaramıyordu. Ancak işler tam rayında gidiyor derken, bu arada baba oğul arasında savaş-barış tartışması her şeye tuz biber ekecektir. Zira bu tartışma baba-oğul arasını açmıştı. Şeyh Şamil fikir ihtilafına son vermek için oğlunu evlendirmekte çözüm arar, yani evliliğin oğlunu dağa çekmeye vesile olacağını düşünür. Düşündüğünü uygular da. Böylece oğlunu Dargo Vidino’lu naib Talgika’nın kızı Zulma’yla evlendirir.

Aradan bir sene geçmişti ki bir Rus subayının, oğlunun gafleti sonucu kurtulduğunu öğrenen Şeyh Şamil sert çıkışıp:

- Bu düpedüz hıyanettir der.

Oğlu:

- Hayır! Baba, ben hıyanet etmiş değilim. Benim maksadım lüzumsuz kan dökülmesine mani olmaktır cevabını verse de, Şeyh Şamil:

- Yıkıl karşımdan! Bir daha gözüme görünme diyerek oğlunu huzurdan kovmuştur.

Artık baba-oğul kırgınlığı Cemaleddin’i içten içe çökertmeye yetmiştir. Zira Cemaleddin ince bir hastalığa yakalanmıştı. Hasta yatağında tek arzusu, babasıyla görüşüp helallik dilemekti. Bu arzusunu mektupla babasına bildirir de. Artık son demleriydi ki Şeyh Şamil hasta yatağında son nefesini vermekte olan oğluna yetişir ve başucunda şöyle der:

- Ben seni çoktan affettim oğul, yeter ki sen yaşa!

Bu sözler Cemaleddin’in duymak istediği son sözlerdi aslında. Böylece başını babasının göğsüne bırakıp Allah’a ruhunu teslim eder.

Şeyh Şamil önce Cemaleddin’i kaybetmişti. Sonrada sevgili karısını kaybetti. Birbiri ardından gelen bu acılar onu acaba savaşmaktan alıkoyacak mıydı? Belli ki o bütün acılara sinesine gömüp vücudunda tam on dokuz süngü yarasıyla durmak yok yola devam diyecektir. Hele hele bu süngü yaralarından biri vardı ki bir türlü iyileşmiyordu. Malum o gönül yarasıydı. Yani evlat kaybının vermiş olduğu derin yaradır.

Her şeye rağmen Kafkas Kartalı Şeyh Şamil gecenin bir karanlığında Günib’e doğru gitmeye kararlıydı. Artık Çarlara baş eğmeyen Dağlı coşkun müritlerine ve halkına şöyle seslenir:

-“Ey Dağıstan ve Çeçenistan milletleri, parolamız ölünceye kadar Allah için savaşmaktır.”

Bu çağrı karşısında Müritler hep birlikte yemin ederler de Ruslar bu kararlılığı sezmiş olsa gerek ki Günib’i kuşatmadan önce Şeyh Şamil’le anlaşmayı denemişler, ancak iletilen cevap onlar için iç açıcı değildir. Yani;

- Günip yüksek bir dağdır! Ruslar bu dağın eteğindedir. Allah’a giden yola ancak bizi çiğneyerek çıkabilirler denilmişti. Artık söz bir kere ağızdan çıkmıştı, tarihler 10 Ağustos 1859 yılını gösterdiğinde Ruslar Günib’i kuşatırlar da. Tabii bu kuşatma tüm moralleri altüst etmişti. Sadece moraller alt üst olsa gam yemeyiz,  bunun yanı sıra:

- Aholga alındı, Dargo Vidino alındı, Günib de alınacaktır diye herkesi bir telaş alır da.

Maalesef Çarlara baş eğmeyen Dağlı bu sefer başını eğip teslim oluyordu artık. Fakat bir şartla, o sadece çarlarına teslim olacaktı. Ve yerinden doğrulduğunda varın Rus generaline deyiniz ki;

- Çarlara baş eğmeyen dağlı şimdi başını veriyor!

Bu sesleniş bir kararlılığın ifadesiydi. Üstelik bu kararı halkını düşündüğü için alıyordu.

Bunun üzerine Albay Lazarov İmam’ı memnuniyetle selamlayıp şöyle der:

- Çarımıza teslim olmakla, şunu iyi biliniz ki siz esirimiz değil, misafirimiz sayılırsınız! Emin olasınız ki şanınıza layık muamele göreceksiniz. Kaldı ki böyle yapmakla on binlerce, yüz binlerce dağlı da hayata kavuşmuş olacaktır.

Şamil vakarlı bir şekilde Albaya doğru yürüyüp göz göze geldikten sonra dağlıların diliyle:

- İnşallah dediğiniz olur!

Bu karşılıklı konuşmaların ardından Şeyh Şamil’i savaş alanından alınıp yola koyulurlar ve iki günlük bir yolculuktan sonra kafile nihayet Petersburg’a varır. İlginçtir şehre girdiğinde Petersburg halkı sanki onun yolunu büyük bir merakla beklercesine:

- İşte büyük İmam geliyor diye karşılayacaktır.

Petersburg’da Çar II. Aleksandr’ın huzuruna vardığında Çar o’na;

- Hoş geldiniz. Siz asla bizim esirimiz değil, bilakis şerefli misafirimizsiniz. Kendinizi asla burada yabancı hissetmenize herhangi bir engel durum yoktur, sizden bilhassa rahat olmanızı istirham ediyorum, tarzındaki sözlerini söyledikten sonra, Çar ayağa kalkıp meşhur çifte kartal nişanını, İmam’ın göğsüne takıp onu onurlandırır da. Bu tutumuna karşı İmam Şamil:

- Her şey için teşekkür ederim. Ailem efradıyla beraber yaşayacağımız bu şehirde ölene kadar sesimiz çıkmayacak, bizden bahsedilmeyecektir. Buna emin olabilirsiniz der.

Derken Çar ve İmam Şamil son defa el sıkışırlar. Böylece Şeyh Şamil ve maiyeti Çar II. Aleksandr tarafından tahsis edilmiş olan Kaluğa’daki konağa yerleştirilir.

Artık bundan böyle savaş yoktu. Öyle ki Kaluğa’da geçen 10 yıllık bir süre onun için monotonluk sayılırdı. Ne rütbe, ne şan, ne zafer hiçbiri Şeyh Şamil’i alakadar etmiyordu. Şimdi o, biran evvel Resûlüllah’ın (s.a.v.) merkadna yüz sürmenin derdindeydi. Kendi kendine “Acaba yüz sürebileceğim mi?” diye içine aşk ateşi düşmüştü bile. Derken içindeki bu özlemi bir şekilde Çar II. Aleksandr’a iletmeliydi, iletir de.

Evet, bir zamanların iki çetin hasmı, artık ikili samimi arkadaş olmuşlar ve içindeki bu yangını Çar’a ilettiğinde Çar bu konuyu düşünmek için bir müddet ister. Nihayet arzu ettiği müjde 1869 yılının son baharında alır. Şeyh Şamil bu habere çok sevinmişti. Gerçekten de bu izin Şeyh Şamil için en büyük jestti.

Madem öyle, şimdi Hac yolculuğu için hazırlıklara başlama zamanıdır. İmam’ın hazırlığı bir haftayı aşan bir süre sonunda ışığın doğduğu yere doğru yolculuk başlar. Tabii yolculuk sırasında sırasıyla Kırım, İstanbul, Mısır ve akabinde Cidde duraklarında soluklayacaktır. Derken o şimdi Kutsal topraklardadır. Şeyh Şamil’i karşılayan Vali ve Mekke Emiri’nin kucaklaşması onun yorgunluğunu almaya yeter artar da. Ayrıca bu kucaklaşma orada bulunanları da sevince boğacaktır. Artık sırada Haccın rükünlerini yerine getirmek vardır.  Nitekim bu sıcak karşılamayla birlikte Cidde’den Mekke’ye vardığında Hac farizası gerçekleşir. Sadece Mekke mi, elbette ki hayır, Hac farizasının içerisinde Medine’de vardır. En nihayet Medine’yi ziyaret ettiğinde yıllarca özlemini çektiği Peygamber (s.a.v.) merkadine yüz sürme şerefine nail olacaktır. Bu arada o amansız hastalığa yakalanacaktır. Anlaşılan artık ölüm yaklaşmıştı, dile kolay sanki üzerinden bir ömre birkaç asır sığdırmış bir hayat geçirmişti. O mübarek topraklarda böylelikle ruhunu Allaha teslim eder.  O şimdi çok sevdiği Fahri Kâinat Efendimizin yanındadır.

Velhasıl kelam; Dün’ün Dağlıları bugünün yalnız kurtları, bugünün yalnız kurtları dünün Dağlıları’dır.

Vesselam.

Ekim 2013