İstanbul çok önemli bir şehirdir. Tarih boyunca önemini hiç yitirmemiştir. Büyük medeniyetlerin merkezi olmuştur. İstanbul, Cihan hâkimiyeti haline gelmiş olan Osmanlı’ya Bizans’tan intikal etmiş bir şehirdir. Bu şehrin Müslüman hâkimiyetine girmesi gereğini Hz. Muhammed (s.a.v.) çok arzu etmişti. Bu yüzden buranın fethini gerçekleştirecek askeri ve o askerlerin kumandanını tebrik ve taltife şayan olacağını müjdelemiştir.

İstanbul çok önemli bir şehirdir. Tarih boyunca önemini hiç yitirmemiştir. Büyük medeniyetlerin merkezi olmuştur. İstanbul, Cihan hâkimiyeti haline gelmiş olan Osmanlı’ya Bizans’tan intikal etmiş bir şehirdir. Bu şehrin Müslüman hâkimiyetine girmesi gereğini Hz. Muhammed (s.a.v.) çok arzu etmişti. Bu yüzden buranın fethini gerçekleştirecek askeri ve o askerlerin kumandanını tebrik ve taltife şayan olacağını müjdelemiştir.

Bu müjdelemeden sonra her İslam kumandanı ve İslam askerinin gönlünde bu şehri feth etme azmi olmuştu. Yapılan Fetih seferlerinden birinde Hz Muhammed (s.a.v.s)‘in mihmandarı Eyüp Ensarî, bu toprağa şehit düşerek İstanbul’u şereflendirmiştir.

Defalarca yapılan fetih seferleri sonunda bu fetih Osmanlının genç padişahı İkinci Mehmet’e nasip olmuş. Bu fethi gerçekleştirmeye müyesser olan o toplumun ruhi yapısı çok önemlidir. Bu ruhu anlatan hikâyelerinden birisi şudur:

Genç padişah İkinci Mehmet İstanbul’un fethinin gerçekleşmesinin toplumun halet-i ruhiyesiyle ilgili olduğuna inanmaktadır. Halkın ahlaki durumunun böyle bir zafere uygun olması gerektiğine inanmaktadır. Bu durumu tespit etmek için tebdili kıyafetle çarşıya alış verişe çıkar. Alış verişe çıkan sıradan bir kişidir. Kimse onun padişah olduğunu bilmez.

Uğradığı ilk dükkânda büyük bir iltifat ve güler yüzle karşılanır. İsteklerini sıralar. Dükkân sahibi isteklerinden bir kısmını hazırlayıp verir. Parasını alır. Diğer isteklerini vermez. Onları da diğer dükkânlardan temin etmesini söyler.

Bunun üzerine müşteri kılığındaki padişah ikinci Mehmet istediği şeylerin dükkânında bulunduğu halde neden veremeyeceğini sorar. Dükkân sahibi ise çarşıda dükkânların yeni açıldığını, kendisine gelen ilk müşteriden bu günlük siftahını yaptığını ancak diğer komşu dükkânların henüz siftah yapmadıklarını belirtir. Bu sebeple onların da siftah yapmaları için kendisini onlardan alış veriş yapmasının doğru bir davranış olacağını söyler.

Genç Padişah bunun üzerine alış verişinin devamını için diğer dükkânlara gider. Her girdiği dükkânda bu şekilde karşılanır ve siftah yapmamış dükkânlara yönlendirilerek alış verişini tamamlar.

Karşılaştığı ahalideki bu ahlak ve erdemliliği gördükten sonra fetih hazırlıklarına karar verir. Netice malum. Allah bu güzel şehrin fethini bu güzel toplumun genç padişahı ikinci Mehmet’e nasip eder. Çünkü hem yönetici Mehmet ve askerleri hem de yönetilen Mehmetler Peygamberin müjdesine mazhar olmaya layık bir toplumdur.

Cihan hâkimiyetine layık bir toplum olan Osmanlı toplumunun ahlaki yapısını anlatan ve günümüzde yaşanan yağma olayı için ibret olacak bir hikâye daha anlatılır. Bu hikayede İstanbul’un ticaret merkezi durumunda olan Karaköy’de 1800‘lü yılların başında yaşanmış bir olay anlatılır:

O zamanlar Karaköy hem Anadolu ve hem de yurt dışıyla yapılan ticaretin merkezi durumundadır. Dolayısıyla Karaköy hem yerli ve hem de yabancı tüccarların sürekli gidip geldiği bir yerdir.

Tüccarlar o zaman en önemli ulaşım aracı olan gemilerle gidip gelmekte, mal sevkıyatı da gemilerle yapılmaktadır. Avrupalı tüccarlar gemilerle gelip Karaköy’de iner ve ticari alış veriş yapacağı yerlere giderlerdi. Yapacakları ticaret için bu günkü gibi banka, çek, havale imkânları olmadığı için para keselerini yanlarında taşırlardı. Kâğıt para olmadığı için de madeni altın, gümüş paralar kullanılırdı.

İşte bu dönemde ticaret için Fransa’dan gelen bir tüccar Karaköy’de gemiden inerken insanların yoğunluğu ve birbirini ite kalka yürümeleri sırasında yanında taşıdığı para kesesini yere düşürür. Bu kalabalık arasında yere düşen kesesindeki altın paraları etrafa dağılır. Bu esnada paraların bir kısmı da denize yuvarlanır.

Paraların sağa sola dağıldığını gören kalabalıktaki insanlar paralara doğru hücum edeler. Hatta bazıları denize düşen altınları almak için suya atlarlar. Durumu gören Fransız tüccar bütün parasının gittiğini, paralarının yağmalandığını düşünerek telaşa kapılır, saçını başını yolmaya başlar. Tabii böyle bir durumda yabancı bir ülkede tüm parasını yitirmiş, çaresiz bir insanın ruh hali içerisindedir. Bu çaresizlik içerisinde bir kenara oturup elini yüzüne koyup düşünmektedir.

Bu sırada yanına gelen herkes önüne altın atmaktadır. Sudan sırılsıklam çıkmış gençler de getirdikleri altınları bu adamın önüne koyarlar. Bu durum karşısında sevinçli bir şaşkınlık içerisinde gelen paralarının kesesinden yere saçılan ve denize düşen paralar olduğunu anlar. Paraları getirenlerin de kesesi düştüğünde yere doğru hücum eden ve denize düşenleri bulmak için denize atlayan insanlar olduğunu anlar. Paraları önüne koyan insanların oradan ayrılmasından sonra saydığı paralarının kesesindeki para miktarıyla aynı olduğunu, hiç eksilmediğini görür.

Bu yaşanmış iki hikâye ve İstanbul’da geçtiğimiz günlerde yaşanan sel felaketindeki yağmalama olaylarında toplumumuzun ruh halinin nerelerden nereye geldiğini göstermesi açısından son derece ibret vericidir.

Osmanlı İstanbul’u 556 yıl önce toplumuna kazandırdığı ahlak ve erdemli ruh haliyle feth etmiş ve bu ruhla üç kıtaya hâkim olmuş ve adalet götürmüştür. Bu ruhu kaybetmeye başlamasıyla da koca cihan imparatorluğunu kaybetmiştir.

***

İstanbul’da geçenlerde meydana gelen sel felaketi ve arkasından yaşanan yağmalama görüntülerinde, toplumun ahlaken çökme noktasına geldiğine acı bir şekilde şahit olduk. Osmanlı’nın mirasçısı olan ülkemiz için, yaşanan bu yağmalama hadisesi çok talihsiz görüntüler arz etmiştir. Bu görüntüler duyarlı insanlarımızın yüreğini sızlatmıştır.

Osmanlıya fethi sağlayan ve onu cihan hâkimi halene getiren o ahlak ve erdemli toplum bu rezil ve aşağı hale nasıl getirildi?  Bu haleti ruhiye ile nereye kadar gidilebilecek?  

İnsanımız, Osmanlı toplumunda sokaklarda bulunan sadaka taşlarından ihtiyacından fazlasını almaya tenezzül etmeyen erdemli fakirlerinden; felakete uğramış insanların mallarını pahalı ve lüks arabalarla yağmalamaya gelen insanlar haline nasıl getirildi? Bu hal ve bu nesil kimin eseri?

Zaman artık bu sorulara cevap arama zamanıdır. Kimse birbirini suçlayarak gelinen bu noktanın sorumluluğundan kurtulamaz.

Özellikle 1980 sonrasında köylerden şehirlere yapılan kontrolsüz göç neticesinde oluşan sağlıksız ve çarpık şehirleşme toplumumuzdaki ahlak anlayışını hızlı bir şekilde erozyona uğrattı. Köylerde yaşayan saf ve temiz duygulara sahip insanımızın şehirlere yığılan yeni nesli bu saflığını yitirdi. Aile bağları zayıfladı. Kalitesiz eğitimin yanında lüks yaşamı ve tüketimi körükleyen televizyon programlarının bombardımanı altında temel insani ve ahlaki değerleri yıpratıldı.

Haram, helal, kanaat, cömertlik, ahde vefa, gurur, kadirşinaslık, güven, saygı, sevgi gibi değerler kişilerin hayatlarından neredeyse silindi. Yerine çıkar, bencillik, hangi şartta olursa olsun sadece kazanma hırsı gibi insanı en aşağı mahluk derecesine getiren değerler yükseltildi. Bunun sonucunda ne şehirlinin o beyefendiliği, ne de köylünün o saf ve temizliği kalmadı. Ucube bir toplum oluştu.

Bunun sonucunda şımarık zengin ve hatta gayri Müslim gençlerle ahlak dışı ilişkiler yaşayan kızlarına sahip çıkmayan ve tersine bundan gurur duyan; ahlaki afete maruz kalınca da bundan menfaat devşirmeye çalışan babalar türedi. Başkalarının kızlarıyla gönül eğlendirip bıkınca da onu testereyle doğramaktan çekinmeyen şımarık zengin çocukları türedi.

Hangi yolla olursa olsun para sahibi olma hırsının sonucu birbirini yok etmeye çalışan aile bireyleri; ölmüş aile üyelerinin cesedi soğumadan öncelikli iş olarak ceplerini boşaltmayı, bıraktığı mirası talan etmeyi vazife edinen kefen hırsızları ve helal haram gibi değerleri köyde bırakan mahlûklar türedi.

Başkalarının yaşadığı tabii afetleri, maddi ve manevi acıları kendileri için ranta çevirmeyi mubah sayacak kadar aşağılık hale gelmiş yağmacı zihniyete sahip nesiller türedi.

Böyle binlerce örneği olan ahlaki afete maruz kalmış fertlerden oluşan toplumda maalesef tabii afetin yol açtığı yaralar o kadar önemli olmamaktadır.

Tabii afetlerin yaraları bir noktaya kadar sarılabilir. Asıl olan toplumda meydana gelen ahlaki afetlerin oluşturduğu yaraların sarılmasıdır. Dereleri ıslah ederek tabii afetlerin önüne bir ölçüde geçilebilir. Ama asıl önemlisi ahlaki afetleri önlemektir.

Bunun için de öncelikle nefislerin ve nesillerin ıslahı gerekmektedir. Nefis ve nesillerimizin ıslahı için ise en önemli husus eğitim sistemimizin yeniden gözden geçirilmesidir. Çeşitli yollarla tahrip edilen Milli ve manevi değerlerimizi yeni nesillerimizin yüreğine yeniden nakş etmenin yolları bulunmalıdır. Bu manada en önemli husus da geçici olan bu dünya hayatının her anının ilahi kameralar tarafından kayıt altına alındığı ve karşılığının görüleceği ebedi bir hayatın yani ahiret hayatının mutlak varlığı esasının her ferdin kalbine ve zihnine yerleştirilmesidir. Kalplerine bu gerçek nakşedilmiş fertlerden oluşan toplumlarda ahlaki afetlerin oluşması mümkün değildir.