Neseb deyince ilk evvela ana, baba ve sülale akla gelir, gelmesi de gayet tabiidir, neticede bir çocuğun nesebi şer’i ölçüler içerisinde aynı soy ağacına ait erkek bireylerden gelen babasıyla sabit olmakta. İşte bu sebeple bir insan nesebini reddetmekle, neseb reddedilmiş sayılmaz. Yine, bir insanın kendi babası dışında bir başkasını baba edinmekle de neseb bağı oluşmaz. Çünkü İslam’da gönüllülük esasına dayalı neseb bağı kabul görmez. Bakın, Yüce Peygamberimiz (s.a.v) böylelerini lanetlemiş bile. Kaldı ki, bir insan nesebini inkâr etse ne olur, etmese ne olur, sonuçta doğduğu anneye nispetle annelik bağını inkâr edemez ya. Nitekim bir çocuk dünyaya ister meşru, ister gayri meşru yoldan gelmiş olsun, her iki durumda da çocuk kimden doğmuşsa annesi odur elbet. Ama baba cihetiyle düşündüğümüzde; neseb her zaman babadan sabit olmayabiliyor, çocuğun bir başkasından olma ihtimal dâhilindedir. İşte her türlü ihtimale mahal vermemek adına çocuğun babalık yönünden nesebinin sabit olması için bir kere ortada sahih ya da fasit nikâh sonucu eşler arasında şüpheye dayalıda olsa cinsel ilişkinin yaşandığına dair bir emarenin olması ve bunun neticesinde çocuğu kabullenmek kâfi gelebiliyor. Tabii, böyle bir kâfilik nesebin görünen yüzü bakımdan kâfiliktir, birde nesebin görünmeyen yüzü var ki, o da malum; ayrılık ve ölüm gibi vakıalar eşliğinde karşımıza çıkan bir takım neseb davalarıdır. Ki, Hanefiler ilk etapta bu tür davaların çözümü noktasında gebelik süresini en az altı ay, en fazla iki yıl bir süre belirlemişlerdir. Madem neseb için böyle bir ölçü belirlenmiş, o halde yeni doğmuş bir çocuğun nesebi annesinin sahih nikâh akdi kıydığı tarih itibariyle üzerinden en az altı ay ve daha uzun bir zaman diliminin geçmiş olmasıyla sabit olacaktır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v)’in; “Çocuk yatak sahibine aittir” beyanı bunun teyididir. Bu hadis-i şerif bize aynı zamanda cinsel iktidar sahibi bir erkeğin meşru nikâh yoluyla koynuna girdiği kadından doğan çocuğun babası olduğunu bildirir bir teyittir. Demek oluyor ki bir çocuğun nesebi sahih nikâhın kıyıldığı an itibariyle belirlenmekte.
Malum, fasit nikâhta nesep, cinsel ilişkiye girildiği an itibariyle belirlenir. Aslında fasit nikâhı bir kenara koyduğumuzda normal şartlarda sahih nikâh yoluyla altı ay ve altı ay üstü bir zaman dilimi içerisinde bir çocuğun dünyaya gelmesiyle birlikte babadan nesebi belirlenmiş olur. Velev ki, bu zaman diliminde karı kocanın ilişkiye girip girmediği hususunda ortada her hangi bir itiraf edilmiş beyan olmasa da hüküm yine aynıdır, yani çocuğun nesebi nikâh kıymış babadan sabit olur. Zaten eşler mahremiyetini başkalarıyla paylaşmak zorunda değildirler. Hakeza karı koca arasında ki mahremiyeti sorgulamakta öyledir. Zira böyle bir şeye kalkışmak hem suizan etmek olacak hem de haddi aşmak olacağından şer’an bu ilişkinin yaşandığı düşünülür hep.
Peki ya, iddet bekleyen bir kadının doğurduğu çocuğun nesebi nasıl belirlenir? Malum, bu hususta da Hz. Aişe (r.anh)'ın beyan buyurduğu “Çocuk annesinin rahminde iki yıldan fazla kalmaz” sözü meselenin açıklığa kavuşmasında önemli bir mihenk taşı olmaya yeter artar da. Şöyle ki; hamile kalmış bir kadının kocasından olan talak iddeti ya da ölüm iddetinin sonlandığını itiraf etmeksizin iki yıla kadar bir kısa zaman dilimi içerisinde doğum vuku bulmuşsa çocuğun nesebi talak ve ölüm nedeniyle ayrı düştüğü kocadan neseb sabit olur. Yok, eğer kadın iddetinin bittiğini itiraf edip sonrada çocuk doğurmuşsa böyle bir durumda iki şıktan biri gerçekleşir: Birinci şık seçenekte: kadın itiraf ettiği iddet gününün üzerinden altı ay geçmeden bir çocuk doğurmuşsa bu çocuğun nesebi kocasından sabit olur. İkinci şık seçenekte ise; kadın itiraf ettiği iddet gününün üzerinden altı ay ve üstü bir zaman dilimi geçip te çocuk doğurmuşsa, böyle bir durumda çocuğun nesebi sabit olmaz.
Yine bir kadın düşünün ki, gözden uzak biriyle gıyaben nikâh kıymış olsun, işte böyle bir kadının doğurduğu çocuğun nesebi gıyaben kıydığı o erkekten sabit olur. Zira kocasının uzak diyarlarda olması ilişki kuramayacağı anlamına gelmez, ortada nikâh kıyılmışlık söz konusu olduğu müddetçe çiftlerin her an bir şekilde bir araya gelmeleri ihtimal dâhilindedir. Kaldı ki Hanefiler bırakın eşlerin bir araya gelmelerini icabında aklen ve tasavvur yoluyla da birleşme olabileceğini düşünmüşlerdir. Dolayısıyla Hanefiler bu noktada 'Çocuk yatak sahibinindir' hadis-i şerifini temel ölçü almakla birlikte kerameti de göz ardı etmezler. Böylece 'evliyanın kerameti haktır' düsturunu hem çocuğun nesebini belirlemek hem de kadının ırzını korumak açısından bir fırsat, bir çıkış yolu olarak görmüşlerdir. Öyle ki, bir kadın nikâhlandığı erkekle aralarında duhul (cinsel birleşme) olmaksızın boşanmış olsa da hüküm aynıdır. Yani, böyle bir kadın boşandığı günün üzerinden altı ay geçmeksizin bir çocuk doğurmuşsa, çocuğun nesebi boşandığı kocadan sabit olur. Ancak yine de Hanefiler ihtiyatı elden bırakmamak adına ortada herhangi bir cinsel birlikteliğin olmaması halinde mulâane (liân- hâkim huzurunda yemin edilerek karşılıklı lanetleşme) yoluyla çocuğun nesebini reddetmenin mümkün olabileceğini belirtmişlerdir. Bunun dışında normal şartlarda bir çocuğun nesebi annesinin daha önceden bildirdiği iddet müddeti üzerinden altı ay geçmeden doğduğu tarih itibariyle sabit olmakta. Bu demektir ki, altı ay ve sonrası bir zaman diliminde nesep sabit olmaz. Zaten Ömer Nasuhi Bilmenin Hukuk-ı İslamiyye Kamusuna baktığımızda bu meselelerle alakalı dikkat çeken şu şer’i kural ve kaideler dikkatimizi çeker:
- İmamı Azam ve İmam Muhammed’e göre; bir kız gerdek gecesinden sonra boşanıp akabinde iddet müddetinin bittiğini itirafla hamile olduğunu ileri sürmeksizin boşandığı tarih üzerinden dokuz aydan az bir zaman kala çocuk doğurmuşsa bu çocuğun nesebi gerdek gecesi sonrası boşandığı kocasından sabit olmaz. Fakat İmam Yusuf; talak bain (tam boşanma) ise iki yıla kadar, ric’i (geriye dönüş olabilecek boşanma) ise yirmi yedi ay bir sürede neseb sabit olur demiştir. Peki ya ergen kadın? Evet, bu hususta İmam Azam ve İmam Muhammed; ergenliğe erişmiş bir kadının kocasının vefatının üzerinden on ay on günden az bir süre kala çocuk doğurduğunda, çocuğun nesebi sabit olur demişlerdir. Yani, bu zaman diliminden daha uzun bir süreyi aşmışsa neseb sabit olmaz manasınadır. İmam Yusuf ise iki yıla kadar neseb sabit olur fikrindedir.
- Evlatlık edinmekle nesep belirlenmez.
- Her ne kadar zina yoluyla dünyaya gelen bir çocuk için neseb sabit olmasa da eğer zina eden kadının hayatta nikâhlı kocası ya da efendisi varsa nesep bunlarla sabit olur.
- Müslüman kadının gayrimüslimle birileriyle evlendiğinde doğacak çocuğun nesebi sabit olmaz.
- Kocası olmayan kadına zina eden bir kişi; ‘bu benim zinadan olan çocuğumdur’ derse nesep sabit olmaz. Sabit olmayınca da çocuk için ömür boyu bir yıkım olacaktır. Dahası haramlığı sabit olan böylesi çirkin bir fiil sonucu dünyaya gelen çocukların ruh dünyalarını altüst etmeye ve alınlarında bir kara leke kalacakmışçasına utangaç durumlara yol açacağı muhakkak. İşte bu ve buna benzer psikolojik travmalardan dolayı toplum nezdinde zina hep namussuzluk olarak addedilmiştir. Aslında zina sadece toplum bazında değil, tüm semavi dinlerde çirkin bir fiil olarak görülmüştür. Hele zina denen bu illetin bir toplumu sarmaya dursun, artık o toplum kolay kolay iflah olmayacağı gibi fakirlik ve miskinlikten geçilmezde. Derken buna ilaveten toplum içinde sonu gelmez düşmanlık ve kavgaların fitilini ateşleyecek bir veba olarak karşımıza çıkar. Dahası zina yeryüzünde hayır ve bereketi bitirecek, aynı zamanda nesebi ortadan kaldıracak türden çirkin bir fiil olarak kuşakları esir alır da.
- Bir adam eşine zina isnadında bulunup ve bu isnadın üzerinden daha altı ay geçmeden bir çocuk doğmuşsa neseb sabit olmaz. Fakat adam zinaya yormazda ‘bu benim çocuğumdur’ derse nesep kendisinden sabit olduğu gibi doğan çocuk veraset hükümlerine tabii olurda.
- Kocası on yaşından aşağı bir hanımdan dünyaya gelen çocuğun nesebi sabit olmazken, on yaş ve üzeri bir kocadan neseb sabit olabiliyor. Ancak Ebubekre göre on yaşta olsa ergen olmadıkça neseb sabit olmaz demiştir.
-Boşanmış bir kadının doğurduğu çocuğun hemen akabinde daha üzerinden henüz bir altı ay daha geçmeden yeni bir çocuk daha doğduğunda bu çocuğun nesebi yine boşanmış olduğu kocadan sabit olur.
-Bir kimsenin nesebi eşlerin itirafıyla belirlenebileceği gibi delille de sabit olur. Yani, bir adamın sadece ‘bu çocuk bana aittir’ itiraf etmesi yetmez, aynı zamanda itiraf edenin akıl baliğ olması şartı da aranır. Oldu ya akıl baliğ bir kimse önce itiraf edip sonra itirafından dönmüş olsa bile önceki itiraf göz önüne alınarak neseb yine kendisinden sabit olur. İlla da ortaya bir delil konulsun deniliyorsa delilin şüphe götürmeyecek derecede açık ve net olması gerekir ki neseb sabit olsun. Malum, delil noktasında iki erkek ve iki kadının şahitliği kâfidir. Ancak şu da var ki; artık günümüz teknolojisinde kimlik tayini çalışmalarıyla neseb davaları çok kolaylıkla DNA testi ile açıklık kazanabiliyor. Anne, baba ve çocuktan alınacak biyolojik numunelerin DNA analiz çalışmaları sonucunda; DNA profilleri karşılaştırılarak çocuğun soy bağı çok rahatlıkla tespit edilebiliyor. Böylece çocuğun hangi anne, hangi babadan olduğu belirlenmiş olmaktadır. Nasıl ki, dünyada her insanın parmak izleri birbirinin aynı değilse, aynen öyle de, tek yumurta ikizleri haricinde her insanın DNA tiplemeleri de farklıdır. Bu yüzden kimlik tayininde şahitlere pek iş düşmüyor, bilakis neseb tayini işleri DNA analiz ve tipleme çalışmalarıyla çözüme kavuşturmak pekâlâ mümkün. Nitekim bir fakir kimse; ‘bu benim oğlumdur’ diye delilsiz nesep iddiasında bulunsa dışarıdan bir başka birisi de; ‘hayır bu benim oğlumdur’ diye DNA profili gibi bir delil gösterse elbette ki böyle bir durumda çocuğun nesebi delili ortaya koyan kişiden belirlenir.
- Bir kadının rahminde iki erkeğin sıvısıyla (spermi) çocuk oluşumu mümkün olsa da, bunun tam aksine bir çocuğun iki kadın sıvısından oluşması mümkün değildir. İşte bu mümkün olandan hareketle İmam Ahmed ve Hanbelî’den aktarılan görüşe göre; uzmanların öngörüsüyle dünyaya gelen bir çocuk üç dört erkeğe mal edildiğinde bu noktada neseb hepsinden sabit olur. Tabii ki bu tip görüşleri o çağlarda DNA testi gibi güçlü bir delilin olmamasını göz önünde bulundurarak değerlendirmek lazım gelir.
Hâsılı kelâm; şer’i neseb konusu sağlıklı kuşakların doğması ve neslin devamı için her anne ve babanın hassasla üzerinde eğilmesi gereken bir vecibedir.
İDDET
İddet; bir kadının kocasından ayrılıp ya da ölümü gibi sebeplerle belirli bir süre beklemesi gereken zaman dilimi manasına gelen bir kavram. Mesela bir kadın düşünün ki, kocası ölmüş, ya da evliliği sona ermiş, işte böyle bir durumda birincisinde ölüm iddeti, ikincisinde ise talak iddeti beklemek durumundadır. Ki; bir kadının başkasıyla evlenebilmesi için böyle iddet müddetlerin bitimine ihtiyaç vardır. Ancak şu da var ki, bir kadın hamile iken kocası vefat etmiş, yine hamile iken kocasından boşanmış veya fesh yoluyla ayrılmışsa bu durumda süreye gerek kalmaksızın doğumla birlikte iddet müddeti son bulabiliyor. Nasıl son bulmasın ki, bir kere doğum yapmak rahmin (döl yatağının) temizlenişi demektir.
İddet; bir kadının kocasından ayrılıp ya da ölümü gibi sebeplerle belirli bir süre beklemesi gereken zaman dilimi manasına gelen bir kavram. Mesela bir kadın düşünün ki, kocası ölmüş, ya da evliliği sona ermiş, işte böyle bir durumda birincisinde ölüm iddeti, ikincisinde ise talak iddeti beklemek durumundadır. Ki; bir kadının başkasıyla evlenebilmesi için böyle iddet müddetlerin bitimine ihtiyaç vardır. Ancak şu da var ki, bir kadın hamile iken kocası vefat etmiş, yine hamile iken kocasından boşanmış veya fesh yoluyla ayrılmışsa bu durumda süreye gerek kalmaksızın doğumla birlikte iddet müddeti son bulabiliyor. Nasıl son bulmasın ki, bir kere doğum yapmak rahmin (döl yatağının) temizlenişi demektir.
Normal şartlarda bir kadın için iddet başlangıcı boşanma, ölüm, fesih veya karşılıklı anlaşma yoluyla ayrılma gibi hususlardan biri vuku bulduğunda, şeran bunların her biri için kaç aybaşı, ya da kaç temizlik günü belirlenmişse o iddet sürelerinin sona ermesini beklemek vacip olur. Sadece beklemek mi? Elbette ki hayır, mesela üç talakla (tam boşama) boşanmış bir kadının iddet müddet süresi dolmadan seyahat etmesi caiz değildir. Hatta buna bainen boşanmış (tam boşanmış) veya kocası ölen bir kadının değil seyahat etmesi, iddet müddet süresi içerisinde makyaj yapması, süslenmesi, ipek giyinmesi, eline kına türü şeyler sürmesi, güzel koku kullanması ve birtakım takılar takması da dâhil olup, böyle şeyler yapması asla caiz değildir. Hele yeni kocası ölmüş bir kadının bunları yapması kocasının anısına hürmetsizlik olacaktır.
İslam’da şer’i hükümleri yerine getirmek kaydıyla dört hanımla evlenmeye ruhsat vardır ama Kur’anda çok eşlilikle ilgili husus anlatıldığında ‘yine de sizin için tek olması daha hayırlıdır’ ilahi hükmün dikkate alınması lazım gelir. Şayet bir erkek nikâhlı dört hanımından birini boşadığında kafasına bir hanımla daha evlenmeyi koymuşsa boşamış olduğu hangi kadınsa iddet müddet süresi sona ermeden beşincisiyle nikâh kıyıp evlenemez. Besbelli ki, böyle bir hüküm dört eş sınırı kuralının ihlal edilip çiğnenmesine fırsat vermemek için konulmuş bir kuraldır.
Bir erkek üç talakla boşadığı kadının iddet müddet süresi sona erdiğinde şer’i ölçülere uygun hulle yapmadıkça boşadığı kadınla yeniden bir nikâh kıyıp evlenemez. Malum yeniden nikâh kıyılabilmesi için; erkek ilkin boşadığı kadının bir yandan iddet müddet süresinin dolmasını beklerken, diğer yandan da iddetinin bittiği ikinci aşamada boşadığı kadının başka biriyle evlenip ayrılmasını beklemesi gerekir. Malum bu da yetmez üçüncü aşamada ise boşadığı kadının evlendiği erkekten ayrılıp ve bu ayrılık sonrasındaki iddet müddeti de bitmesi gerekir ki yeniden evlenebilsin. Aksi takdirde böyle bir evlilik haram olur.
Anlaşılan o ki; iddet deyip geçmemek gerekir, iddetle ilgili şer’i kural ve kaideler neyse harfi harfine uymak lazım gelir. Öyle ki; bir kadın çocuk yaşta ya da yaşlı olması gibi sebeplerle hayız (adet) görmese de yine üç aylık iddet müddet süresine uymak zorundadır. Tabii iddetle ilgili hükümler bu anlatılanlarla sınırlı değil, fıkıh kaynaklarda çok daha ayrıntılı bilgiler var. Biz sadece bu kaynaklar içerisinde en dikkatimizi çektiğini düşündüğümüz mevzulardan birkaçına baktığımızda şu kural ve kaidelerle karşılaşırız:
-Sahih evlilikte iddet başlangıcı talak, fesih ve kocanın ölümünden sonra başlarken, fasit evlilikte ise fiili ayrılıktan sonrası başlangıçtır. Ancak ric'i talakla (geriye dönüş olabilecek boşanma) boşanıp kocası ölen kadın için böyle değildir, yeniden sil baştan iddet beklemesi gerekir.
- Kocası ölen bir kadının ölüm iddeti dört ay on gündür. Hatta kocası duhulden önce ya da duhulden sonra ölmüş olsa da bu böyledir. Ki, bu hüküm ayetle sabittir.
-Ölüm iddetinde kadının nafaka hakkı düşse de iddet müddet süresini kocasının evinde geçirmesinde herhangi bir beis yoktur. Her ne kadar ölümle nikâh düşse de sonuçta iddet süresi tamamlana dek ölen kocasının hanımı sayılır.
- Hayız görmeyen bir kadın boşandığında üç ay iddet müddet süresi beklemesi lazım gelirken, hayız gören bir kadınsa ilk temizlik başlangıcından üçüncü hayzın bitimine kadar beklemek durumundadır.
- Küçük yaşta ya da büyük yaşta hayız görmeyen boşanmış bir kadının iddet müddeti üç aydır.
- İddet müddet süreci içerisinde hayz gören bir kadın sil baştan yeniden iddet başlangıcı bu tarih itibariyle başlar. Ya da tam tersi hayza göre iddet bekleyen bir kadın hayızdan kesilirse ay hesabına göre iddet bekler.
-Duhul (birleşme) ve halvet hali (baş başa) vuku bulmadan boşanan bir kadının iddet beklemesi gerekmez.
-Duhul ve halvet hali gerçekleşmiş bir kadın boşandığında iddet beklemesi gerekir. Hatta fasit bir nikâh ya da şüphe götürür bir duhul söz konusuysa da yine iddet beklenmesi lazım gelir.
-Bir erkek boşadığı hür karısının iddet süresi dolmadan cariyesiyle evlenemez. Dahası bir erkek boşadığı kadının mahremiyle evlenmeye kalkıştığında da hüküm yine aynıdır. Hatta bir erkek, üç talakla boşadığı hanımının iddet müddeti dolmadan bir başkasıyla evlenememe hükmü de öyledir.
-Bir başkasından hamile kalmış bir kadınla nikâh kıyan bir erkek, hamilelik son bulmadan, yani çocuk dünyaya gelmeden cinsel ilişkide bulunması helal değildir. Hatta zinadan hamile kalmış bir kadınla nikâh kıymış olsa da bu hüküm değişmez.
-Bir adam düşünün ki, daru’l harbden kaçırmış olsun, işte kaçırılan bu kadın hayız hali görmedikçe o erkeğin cinsel ilişkiye girmesi caiz değildir.
-Bir erkek Daru’l İslam’a geldiğinde Müslüman bir kadını nikâhlamak istese hamile olması durumunda çocuğunu doğuruncaya kadar nikâh kıyamaz.
-Bir erkek ölümcül hastalığa tutulduğunda karısına; ‘falan kişi bu eve gelirse sen benden boşsun’ deyip, o şahısta eve geldiğinde şarta bağlı olarak talak gerçekleşir, ama bu süreçte kadının iddet müddeti dolmadan kocası vefat ettiğinde varisliği düşmüş olmaz. Yok, eğer bir erkek şarta bağlı olmaksızın ‘sen filan şahsı bu eve kabul edersen bainen boşsun’ dediği halde kadında gönül rahatlığıyla o kişiyi eve almışsa elbette ki böyle bir durumda varis olamaz.
-Zina yoluyla duhul vuku bulmuş bir kadının iddet beklemesi gerekmez. Belli ki, bundan maksat veled-i zina yoluyla oluşan nesli meşru yoldan oluşan nesilden ayrı tutmak içindir. Nitekim bu ayırımda; çocuk açısından veled-i zina yoluyla belirlenen baba sıhrî hısımlık bir bağ oluştururken, diğerinde ise çocuğun asıl nesebini belirleyen soy kütüğüne dâhil olmak vardır. Zaten İslam’da asl olanda budur, yani zinadan uzak ak ve pak bir neslin ve nesebin korunmaya alınması esastır. Yinede arzu edilmeyen doğumların gerçekleşmesi durumlarında Hanbelîler ve Malikiler bir annenin iddet beklemesi yönünde görüş belirtmişlerdir. Tabi burada raci olan cumhurun görüşüdür.
Hiç kuşkusuz İslam’da iddet hükmünden beklenilen temel hedef kadının hamile kalıp kalmadığını anlamak ve nesebin korunması içindir. Zira bir kadının kocasından her an hamile kalması mümkündür. Dolayısıyla her türlü ihtimalleri göz önünde bulundurarak şer’i hukukun belirlediği iddet türüne göre beklenme süreleri neyse o iddet sürelerin sonlanmasına ihtiyaç vardır. Aksi halde iddet süreleri sonlanmadan yapılan her bir evliliğin nesep karışıklığına kapı aralaması kaçınılmaz kılacaktır. İşte bu tür olumsuzluklara meydan vermemek için Yüce Allah (c.c) bir ayeti kerimede şöyle buyurmaktadır: “Kadınlarınızdan hayızdan ümit kesmiş olanlar ile henüz hayız görmeyenlerin iddetinden tereddüt şüphe ederseniz, (bilin ki) onların bekleme süresi üç aydır. Hamilenin iddeti ise çocuklarını doğurmaları ile biter (yüklerini bırakıncaya kadardır). Kim Allah'tan sakınırsa onun işinde kolaylık oluşturur.” (Talak,65/4).
Velhasıl, nesebin korunması için bilhassa şer’i iddet kurallara riayet şarttır. Aksi halde nasıl ki dinini inkâr eden dinsizler etrafımızda kol gezdiğini gördüğümüz gibi soyunu inkâr eden soysuzların da kol gezdiğini görmek kaçınılmaz olacaktır.
Vesselam.