Cihad; Allah rızası için ilimce, malca, dille, bedenen, kalben vs. yapılan mücadelenin adıdır. Bilhassa tanımda geçen ‘Allah rızası için’ ibaresi cihadın ruhunu oluşturan en can alıcı noktadır. Öyle bir can alıcı nokta ki; cihad asla macera kaldırmaz. Her ne kadar savaş yakıp yıkma, öldürmek gibi bir dizi özellikleri bağrında taşısa da söz konusu din, namus, mal ve vatanı korumak olunca farz-ı kifâye’nin gereğini yerine getirmek şart olur. Dikkat edin farz-ı kifaye dedik, yani cihad vecibesi de tıpkı cenaze namazında olduğu gibi Müslüman’lardan bir topluluğun bu görevi ifa etmesiyle diğerlerin üzerinden bu yükümlülük düşebiliyor. Tabii cihada katılmak güzel bir haslet, ama cihatta esas olan rıza-i bari niyet üzere olmaktır. Aksi takdirde o cihad, cihad olmaktan çıkıp bir hiç mesabesinde kuru cihangir savaş olacaktır. Malum, İslam’da sadece ulvi değerler uğruna verilen mücadele cihad olarak kabul görür. Evet! Peygamberimizin (s.a.v); “Cennet kılıçların gölgesi altındadır” beyanı bu manayı taşıyan bir buyruktur. Ancak her aklı esenin  ‘Hurra! Haydi, cihada’ çağrısı yaptığında bu çağrıya hemen uyup cihada çıkılsın manasına gelen bir buyruk değildir. Bir kere cihad için devletin çağrısı esastır. Kaldı ki devletin bile cihad çağrısı yapabilmesi için:
“— Düşmanın İslam dinini kabule yanaşmaması,
— Müslümanlarla gayrimüslimler arasında herhangi bir anlaşma veya emân’ın bulunmaması,
— Müslümanların cihad için yeteri güç ve donanıma sahip olması”
gibi bir dizi savaş hukuku kuralları dikkate alıp öyle cihada çıkması lazım gelir. Hakeza fert bazında da hukuku kural söz konusudur. Şöyle ki; fıkhı kaynaklara bir göz attığımızda çocuklar, ihtiyarlar, zayıflar, hastalar, körler, topallar, azık veya bineği (vasıtası) olmayanlar, kadınlar ve kölelerin (efendileri izin verirse cihada katılabilir) cihaddan muaf tutulduğunu görürüz. Ancak öyle zaruret durumlar var ki, mesela genel seferberlik halinde;  köleler, kadınlar, âlimler, hatta savaşa muktedir çocuklarda cihaddan sorumlu tutulabiliyor. Madem öyle sorumluluğun gereğini yerine getirmek lazım gelir, Allah yolunda yan çizmek olmaz. Düşünün ki bir adam cihad’dan muaf olmadığı halde kendi adına ücret karşılığında adam tutmuş ya da kiralamaya tevessül etmiş olsun, böyle bir usul asla tasvip görmez. Oldu ya böyle bir kiralama vuku bulmuşsa kiralayan şahıs savaş sonrası dağıtılacak ganimet mallardan pay alamaz, sadece savaşan pay alır. Yine bir başka savaş hukuku kuralı gereği bir Müslüman cihad esnasında siper kazdığında ya da istihkâm gibi işler yaptığında ücret talep edemez, ama harp (savaş)  dışında her ne iş olursa olsun ücret almasında her hangi bir beis yoktur. Şayet söz konusu zimmî şahıssa ister savaş içinde olsun, ister savaş dışında olsun fark etmez her halükarda ücret alabiliyor. Veliyyül’emr gerektiğinde mücahitlere bir miktar para vermesinde sakınca yoktur. Ki, gerek duyup verdiğinde bu tür uygulama gaza ruhunu artırmaya vesile olacağından tenfil kapsamında değerlendirilir.

Bu arada şunu belirtmekte yarar var, cihad için Müslüman olmak şarttır. Malum, bir şahsın veya topluluğun Müslüman olup olmadığını anlamak için:
— İslam’ı kabul ettiğini apaçık ikrar etmesiyle,
— Müslümanlarla beraber aynı safta cemaat olmasıyla,
—Ana, baba veya tabiiyetinin Müslüman olduğuna hükmedilerek vs.
gibi kriterler yeterlidir. Tabii bu demek değildir ki Müslüman olma şartı sadece cihad içindir, diğer dini mükellefiyetlerin yerine getirilmesinde her daim aranan bir haslettir. Madem Müslümanlık güzel bir haslet, o halde bu güzel hasletten herkes nasiplensin amacı doğrultusunda kendileriyle savaşılacak gayrimüslimlerle savaş öncesi İslam’a davet yapmak gerekir. Zaten davet yapmaksızın savaşa girişmek uygun değildir. Dolayısıyla önce davet yapılır kabul ederlerse ne ala, etmezlerse cizye (güvence bedeli) karşılığında İslam’ın ahd ve himayesi hatırlatılır. Eğer bu yaklaşımda kabul görmezse artık bu noktadan sonra savaş kaçınılmaz olur. Hakeza bu hükme İslam dininden hiç haberdar olmamış gayrimüslimlerde dâhildir. Ancak kendilerine İslam’a davet etme fırsat kalmadan Müslüman yurduna ansızın baskın yaptıkları an işin rengi değişir, bu durumda derhal karşı atağa geçmek şart olur. İşte görüyorsunuz savaş öncesi İslam’ın tavrı budur. 

Peki ya savaş sonrası?  Malum,  savaş öncesi hukuku kurallar neyi gerektiriyorsa savaş sonrası hukuku kurallarda onu gerektirir. Mesela savaş sonrası hayatta kalanlara gazilik uygun görülürken toprağa düşmüş neferlerde şehit olarak yâd edilir. Hatta sadece yâd edilmekle kalmaz naaşları yıkanmadan defin işlemleri halledilir. Ki, Peygamberlik makamından sonra en üst makamlardan biri de şehitlik mertebesidir. Derken bu işlemlerin akabinde fethedilen toprakların imar ve inşa faaliyetine geçilir. Nitekim bir yerde maddi ve manevi inşa faaliyeti varsa bu demektir ki o yer yeni nazlı vatanımızdır. Dahası şahıs planında savaş sonrası hayatta kalanlar için gazi, ölenler için şehit ismi ne anlam ifade ediyorsa, coğrafi planda ise ele geçen topraklar için daru’l-İslam, kaybedilmiş topraklar için daru’l-harb denilmesi de o dur. Nasıl mı? Bir kere ister savaş öncesi ister savaş sonrasında olsun Müslümanlarla bir ahitleşme (anlaşması) ya da herhangi bir sözleşme bulunmayan gayrimüslimlerin hâkimiyeti altında bulunan topraklar daru’l-harb olarak adlanır. Malum bu isme uygun o coğrafyanın ahalisi de harbî (küfür ehli) sıfatıyla anılır. Şayet bir daru’l-harb topraklar feth edilip akabinde cuma, bayram vs. gibi İslami hükümlerin icra edildiği bir mekân hale gelmişse, o topraklar artık daru’l-harb olmaktan çıkıp daru’l-İslam vasfı kazanmış sayılır. Elbet bunun tam terside mümkün, yani şartlar oluştuğunda daru’l-İslam’dan daru’l-harb konuma geçmekte söz konusudur. Ancak bir daru’l-İslam ülkesi daru’l-harb özelliği kazanması için şu aç temel şart aranır;
— Daru'l-harbe bitişik sınır olması gerekir,
— İçerisinde şirk ve küfür ahkâmının icra edilmesi gerekir,
— Evvelinden bile olsa içinde emân, emin bir Müslim ve zimmî kalmamış olması lazım gelir.
Kelimenin tam anlamıyla bu üç temel şart gerçekleşmedikçe o topraklar daru’l-harb olarak yaftalanamaz.
Hele bir belde darul-İslam olmaya görsün artık o bölge gayrimüslimlerin eline geçmiş olsa da o üç şart vuku bulmadıkça yine daru’l küfür denilemez. Besbelli ki, İslam mührü kolay kolay silinecek türden bir iz değildir.

Peki, şu emân konusuna ne demeli. Malum, her ne kadar emân; özel emân ve genel emân diye iki ana başlık altında kategorize edilse de sonuçta cihad öncesi ve cihad sonrası emânın gelişi güzel verilmediği aşikâr, yani emânında kendine göre hukuku ilkeleri söz konusu. Şöyle ki ilk aşamada düşmana emân verecek bir şahsın Müslüman ve akıl baliğ olması en birinci temel kuraldır. İkinci aşamada ise Müslüman’ın, eman dileyen bir gayrimüslime karşı; “sana emân verdim, sen eminsin” ya da “geliniz, korkmayınız veya parmakla gökyüzüne işaret etmek” gibi insani bir yaklaşımla emân (güvence) verme mükellefiyeti vardır. Tabii bu da yetmez emân verdikten sonra muharip düşmana verilen güvencenin harfi harfine yerine getirilmesi icab eder. Ki, Müslümanlar için söz namustur. Elbette söz namus olunca da emân hakkı kazananlar ne öldürülür, ne çoluk çocukları esir edilir, ne de mal ve namuslarına halel getirilir.

Bakın, emân vermek o kadar hassas bir mevzuu ki, İmam Muhammed “Müslümanlardan bir zat bir guruba emân vermiş olduğu halde bundan haberdar olmayan diğer Müslümanlar baskın yapıp emânın malına el koymuşsa iadesi gerekir, erkeklerini öldürmüşse diyetini öder” demiştir. Bu arada kadınları esir ettiyse teslim edilir. Ancak bunun bir istisnası var ki, kadınların her biri üç hayız görmemişse teslim edilmez, bu müddet içerisinde erkek olmayan yed-i adile (yed-i emin-emin el) emanet edilir. Bilhassa emanet edilecek kadın yaşlı olması tercih edilir. Şayet kadınlarla cinsel ilişkide bulunulduysa mehri verilir.

Bir Müslüman kendi başına buyruk kesilip düşman ülkesinden bir mal veya bir kadını zorla daru’l-İslam’a getirmeye kalkıştığında sanmasın ki bunlar üzerinde sahiplik hakkı kazanır. Bir kere İslam’da ahde vefa esastır, dolayısıyla hiç kimse kendi başına buyruk kesilip sahiplik hakkı elde edemez. Kaldı ki bu yabancı elçide olsa hüküm değişmez. Sonuçta adı üzerinde elçi, İslam hukuku gereği emin muamelesi görürde. Malum, barış ve arabuluculuk işlemleri elçi vasıtasıyla gerçekleşebiliyor. Yeter ki, elçi ajan olmasın, elçiye zeval olmaz da. Her ne kadar dille ben elçiyim demek yeterli olsa da, yine de bir elçinin tereddütlere mahal bırakmamak açısından vesika ibraz etmesinde fayda var. Esasen emân bir tür akit hükmünde bir vesikadır. Ancak verilen emân'ın maslahata aykırılığı ortaya çıkarsa, Veliyyül’emr o emânı usulü kaidesince iptal eder.

İşte görüyorsunuz savaş hayatın bir gerçeği. Hakeza barışta hayatın bir başka gerçeğidir. Dolayısıyla savaşan taraflar arasında sulh vuku bulduğunda barış sürecini Hudeybiye anlaşmasının on sene ile sınırlı tutulmasında olduğu gibi uzun ya da kısa tutulabilir. Şayet kısa tutulacaksa bu süre yaklaşık dört aydır. Ve bu süre dolduğunda da, hemen geçici anlaşma bitti diye alelacele gayrimüslimlere harbi muamelesi uygulanmaz, bir şekilde güvenlik koridoru oluşturup ülkelerine dönünceye kadar yine emin ellerde (güvencede) tutulur. Velev ki geçici anlaşmayı bozan taraf düşman cenah olsa bile himaye altında tutulan rehineler öldürülmez, icabında serbest bırakılır da. 

Evet, savaş dedik barış dedik, sırada fetih var elbet. Malum, fetih denilince genellikle bir yeri ele geçirmek akla gelse de, aslında fetih savaş ve barışın üstünde dışa açılım demektir. Öyle ki fetihle birlikte fethedilen topraklarda bundan böyle ne yapılacağı hususu çok önem arz eder. Mesela bu hususta uygulamalara baktığımızda şayet feth edilen topraklar zor kullanılarak ele geçirilmişse Veliyyül’emr’in ya bu toprakları cizye karşılığında gayrimüslim halka bıraktığını, ya haraç almakla iktifa ettiğini (yeterli bulur), ya da ganimetlerin gazilere taksim ettiğini görürüz. Nitekim Allah Resulü kendi döneminde Hayber arazisinin taksiminde bir kısmını gazilere, bir kısmını ise beytülmal (Hazinenin) masraflarına ayırmıştır. Ancak İslam’ın ileriki aşamalarında Hz. Ömer (r.anh) bu uygulamadan farklı bir uygulama izleyip fethettiği Irak topraklarından cizye ve haraç almakla yetinmiştir.

Yine bir başka önemli husussa fetih sonrası elde edilen ganimet konusudur. Malum, harbilerle yapılan savaş sonunda ellerinden cebren alınan mallar ganimet kapsamında işlem görür. İşlem görmesi de gayet tabiidir. Sonuçta kan dökülmüşlük söz konusu, bunun bir bedeli olmalı. Bu yüzden savaş sonrasında ele geçirilen ganimet malların kaçta kaç oranında dağıtılacağı işlemine geçilir de. İşte görüyorsunuz İslam’da ister barış ortamında olsun, ister savaş ortamında olsun her ortamın kendi içinde uygulanabilir temel kuralları söz konusu, asla rastgele kural ihdas edilip uygulanmaz, her şey bir ölçü çerçevesinde yürütülür. Derken belirli ölçüler çerçevesinde ganimet malların paylaşımında 1/5 nispetinde fakir, yetim ve parasız kalmış yolculara dağıtılırken diğer geri kalan kısmı ise mücahitlere dağıtılmak üzere; birer hisse piyadeye, ikişer hisse süvariye, bir hisse kumandana verilmek suretiyle sorumluluk yerine getirilmiş olur. Hiç kuşkusuz bu sorumluluk yerine getirilirken de ordu kumandanı Veliyyül’emr’in izniyle ganimet malları mücahitlere taksim (pay) etmelidir, zaten aksi bir durum düşünülemez. Çünkü İslam’da ulu’l-emre itaat şarttır.

Peki ya fetih sonrası esirlerin durumu! Malum, Veliyyül’emr esirler hususunda serbesttir, dilerse;
— Tümüyle hepsini ortadan kaldırır,
— Köle ve cariye edilmeleriyle yetinir,
— Müslüman esirlerle takas edilir,
—İslam’ın ahd ve emânı hükmünce hürriyet hakkı tanır.


Bakın bu hususta Hasan-ı Basri (r.anh.); “Esirleri düşmanı korkutmak amacıyla daru’l-harb sınırları içerisinde öldürülebilir. Fakat daru’l-İslam’da öldürülemez, şayet öldürülürse bu mekruhtur” demiştir. Tercih edilen bir diğer görüş ise Veliyyül’emr esirlerin öldürülmesi hususunda maslahat üzere hareket etmesidir. 

Şu bir gerçek, savaşta olsa ordunun en üst komuta kademesinden tutunda en alt kademesinde ki neferine kadar herkesin kendi payına düşen görev ve sorumluluğu vardır. Bu yüzden cihad deyip geçmemek gerekir, hem savaş öncesi hem de savaş sonrası yerine getirilmesi gereken bir takım hukuki kuralların var olduğunu bilmemiz lazım gelir. Şimdi yeri gelmişken sormak lazım, bugün ben mücahidim diye ortaya çıkanlar İslam’ın cihadla ilgili hukuki kuralların hangi noktasındalar. İşte bu temel hukuk kurallardan bihaber sözde mücahitler ne hakla cihaddan söz ederler doğrusu şaşmamak elde değil. Yukarıda da belirttiğimiz üzere İslam’da esirin bile hukuku söz konusu, hele savaş hukukundan bihaber sözde mücahidin eline düşmüş bir esirin halini düşünün, kim bilir o esirin başına neler gelecektir. İşte bu yüzden kural, ölçü, usul şart diyoruz. Şöyle dünya sathını karış karış taradığınızda İslam’ın dışında hiçbir dünya görüşünde böylesi kural, ölçü ve kaideler göremezsiniz. Bir kere geçmişlerine baktığımızda gelecekte de neler yapabileceklerini az çok tahmin edebiliyoruz. Bakın İsrail oğulları tarih boyunca elinde tuttukları esirleri işkencelerle öldürmüşler, bugünde aynı hazin tabloları Filistin’de yaşıyoruz. Yine öyle ülkeler de var ki, elde ettikleri esirleri birbirine zincirlerle bağlayıp kırbaç altında inim inim inletip çalışma kamplarında çalıştırmışlar, bugünde farklı metotlarla inim inim inletiyorlar. 

Evet, İslam, esirlere eziyet edilmesine asla tasvip etmez ve şiddetle men eder. Zira Rasulüllah (s.a.v) bu hususta ; “Köle ve cariyelerinize yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin, içtiğinizden içirin” beyan buyurmuştur. Yine Allah Resulü bir keresinde ise; onlara zulmetmeyin diye uyarmış ta. Hele savaş öncesi Müslüman olan biri esir olduğunda; ne öldürülmesine, ne de köleleştirilmesine izin verilir. Bir esir ancak savaş sonrası Müslüman olmuşsa köle hükmüne tabiidir. Ki, bu kölelik gazinin hakkı olması hasebiyledir. Ama gazi dilerse azat edebilir, bunun dışında kölelik sakıt olmaz (düşmez).

Bir mücahid düşünün ki, esir düşen bir muharibi (savaşanı)  ortada hiçbir gerekçe olmadan durduk yerde öldürmüş, tabiî ki hakkında tazir hükmü uygulanacaktır, ama diyet, tazmin ve kıymet gibi türden kefaret uygulanmaz. Şayet nefsi müdafaa durumda öldürdüyse tazir de gerekmez.  Belli ki; esiri öldürmek yetkisi ancak Veliyyül’emr’in tasarrufuna kalmış bir işlemdir. Hakeza bir kumandan da esirlerin isyan etmelerinden veya düşman kuvvetlerin gelip bunları kurtaracağından endişe ettiğinde öldürme yoluna gidebilir. İcabında düşmana esir düşen Müslüman’ı kurtarma karşılığında; para, silah, hayvan verme gibi yollara başvurabilir, böyle durumlar da caizdir.

Madem bunca savaştan söz etmişken, cihatla ilgili ayetlere bakmakta yarar var. Bakın Yüce Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

Kendilerine karşı harp açılan Müslümanlara zulme uğradıkları için cihada izin verilmiştir. Allah Teâlâ’da onlara yardım etmeye elbette kadirdir. O Müslümanlar ki Rabbimiz Allah Teâlâ’dır demelerinden başka bir sebep yokken haksız yere yurtlarından çıkarılmışlardır (Hacc:39).

Sizinle savaşanlarla da Allah yolunda muharebe ediniz, fakat haksız yere tecavüz etmeyiniz. Çünkü Allah mütecavizleri sevmez (Bakara:3).

Fitne kalkıp din tamamıyla Allah için oluncaya kadar onlarla cihat ediniz ve eğer onlar o kötü hareketlerine nihayet verirlerse şüphe yok ki Allah Teâlâ onların yapacaklarını görücüdür, layık oldukları mükâfatı verir
(Enfal:39).

Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozar ve dininize dil uzatılırsa sizde o küfrün elebaşlarına karşı savaş açınız. Şüphe yok ki, onların yeminleri yoktur. Belki bu harp sebebiyle şu fena hareketlerine nihayet verirler
(Tevbe:12).

Müşrikler, sizinle topyekûn savaştıkları gibi sizde onlara karşı topyekûn savaşınız ve biliniz ki Allah Teâlâ, muttakilerle beraberdir (Tevbe,36).

İşte ayetlerden de anlaşıldığı üzere şartlar oluştuktan sonra cihad her Müslüman’a farz olduğu gibi savaş öncesi ve savaş sonrası uygulanacak kurallara uyulması da şarttır. Asla bir Müslüman kendi başına buyruk hareket edemez. Ortada bir savaş stratejisi mi söz konusu o stratejiyi sabırla yürütmek gerekir. Nitekim Resulü Ekrem (s.a.v) savaş stratejisinin gereği öyle olurdu ki yaptığı bazı gazalarında güneşin batış meyline kadar beklerdi. İşte bu yüzden Ashabına yukarıda zikredilen ayetler ışığında cihad olayını şöyle izah etmiştir:

“Ey İnsanlar! Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz, Allah Teâlâ’dan afiyet temenni ediniz. Fakat düşmanla karşılaşınca sabr ediniz ve biliniz ki, cennet, şüphesiz kılıçların gölgesi altındadır.” Sonrasında ise elini açıp Allah’a şöyle dua ederdi; ‘Ey kitabı indiren bulutları yürüten fırkaları hezimete uğratan Allah’ım o düşmanları hezimete uğrat,  bizlere de o düşmanlara karşı yardım ihsan buyur’ (sahihi buharı ve Müslim).

İSYANCILAR
        
İslam fıkhında Veliyyül’emre karşı isyan eden her kim hangi grup olursa o grup buğat kapsamında kategorize edilir. Dolayısıyla Buğat’ın işgal edip hâkimiyeti altına aldığı yerler daru’l bağy olarak tanımlanırken adil yönetimin hâkimiyeti altında bulunan yerler ise daru'l-adl olarak adlandırılır. Mesela buğat kapsamına girecek gruplardan Haricileri örnek verecek olursak, Haricilerin Müslümanlardan kendilerine tabi olmayanların katl edilmesi, mallarının alınması, zürriyetlerinin esir edilmesi gibi İslam ahkâmına temel aykırı hükümleri helal gören bir gurup oldukları görülür. Zaten harici ismiyle müsemma huruç eden yani başkaldıran demektir. Bu nedenle Haricilerin isyancılarla birlikte anılmasına şaşmamak gerekir. Ki, onlar Hz. Ali’ye (k.v)’in halifelik dönemi boyunca hiç rahatlık vermedikleri gibi birde bunun üstüne başkaldırıp tarihi süreç içerisinde hayatlarını Müslüman kanı dökmekle geçirmişlerdir. İşte Haricilerin Müslüman kanının akıtılmasına yönelik yaptıkları kanlı şiddet eylemlerinden hareketle bağy meselesinin ne kadar mühim bir mesele olduğu kendiliğinden ortaya çıkmış olur. Madem İslam âlemi bu denli problemli bir meseleyle karşı karşıya kalmış, o halde her devirde iş başına gelecek Veliyyül’emirler bu ve buna benzer ibretlik olaylardan ders çıkarıp, isyancıların savaş hazırlığı içinde oldukları haberini aldığında an ipe un sermemelidir. Tam aksine derhal yakalamaysa yakalama, inlerinden çıkarmaysa çıkarma, her ne gerekiyorsa tüm başkaldırma girişimlere yönelik önleyici ferman çıkarmalı da. Aksi takdirde inlerinden çıkarılma noktasında en ufak bir gecikme veya ihmalkârlık daru’l-adl’in arkadan hançerlenmesine yetecektir. Dolayısıyla daru’l-adl’in fermanı gereği isyancılar inlerinden çıkarıldıklarında yaptıklarından pişmanlık duyup tövbe edinceye kadar haps edilmeleri gerekir. Peki, isyan fikri daha henüz azmetme veya uygulama aşamasında değil de sadece niyet bazındaysa ne yapmalı derseniz, elbette ki bu durumda önleyici bir baskın yapılmaz. Haklarında bir hüküm verebilmek için elde mutlaka elle tutulur cinsten isyana teşebbüs karinesi olması lazım gelir. Bir başka ifadeyle daha işin başlangıç aşamasında eylem emaresi bulunmayıp düşünce bazında oluşumlar şer’i bir takibe gerek duyulmaksızın haklarında her hangi bir yaptırım uygulanmaz. Velev ki isyan edeceklerini dile getirmiş olsalar da ortada henüz bir fiili durum gerçekleşmediği müddetçe yakalama emri verilmez de. Bu demektir ki isyancı grubu sadece savaşa hazırlık içerisinde olduğu tespit edildiğinde takibe alınabiliyor. Aksi takdirde ihanet çetesinin ortaya koyacağı planlara karşı hazırlıksız yakalanılmış olur ki ilerisinde önü alınamaz birçok fitnelerin zuhuruna kapı aralayacaktır. Derken göz göre göre arkadan hançerlenmeye davetiye çıkarmak olacaktır.

Bağiler barış talebinde bulunursa reddedilmez, Müslüman kanının dökülmemesi göz önünde bulundurularaktan bu talebi kabul etmek en doğru tercih olur. Şayet bu para karşılığında bir teklifse asla caiz değildir. Zaten nasıl razı olunabilir ki, kardeşliğin parayla tesis edilemeyeceği muhakkak, kardeşlik ancak gönülleri fethetmekle gerçekleşir. Kaldı ki gönül yolunda hıyanet edene hıyanetle bile karşılık verilmez. Nedeni gayet açık;  hıyanetlikle (ihanetlikle) İslam’ın kardeşlik kavramı asla bir araya gelemeyecek iki zıt kavramlardır. Hiç kuşkusuz İslam şiar’ında ahde vefa esastır. Bu da yetmez, gerektiğinde bu ulvi yolda sövene dilsiz, vurana elsiz olunacağı gibi, icabında Yunuşçasına sevgiden anlamayanlara karşı Yavuzcasına tavır koymakta vardır.  

Ele geçirilmiş ya da yakalanmış bağiler (isyancılar) hakkında Veliyyü’lemr serbesttir; dilerse öldürür, dilerse tövbe edinceye kadar haps eder. Bu arada şunu da belirtmek gerekir ki; ele geçirilmiş bağilere köle ve cariye muamelesine tabii tutulamaz, malum kölelik ve cariyelik Müslüman olmayanlara yönelik bir hükümdür.

Silahını bırakıp emân dilemiş her kim olursa olsun artık bu noktadan sonra kurşun sıkmak ya da karşı koymak doğru bir tavır addedilmez. Kaldı ki silahı bırakmak bile emân dilemek gibidir. Dolayısıyla bir baği emân dilediği halde kasten öldürülürse diyet lazım gelir. Belli ki;  sadece emân dilemeyip silahını bırakmamış bir baği (isyancı)  öldürülebiliyor.

Bir kere bir baği otoriteye başkaldırmış ya da ihanet etmiş olmakla İslam dairesinden çıkmış sayılmaz. Zira başkaldırmak ve dinden çıkma aynı mana içermez. Nitekim biri cürüm işlemekle alakalı bir fiili durum, diğeri itikadı konuyla alakalı bir husustur. Dolayısıyla bir baği için mürtedlik hükmü uygulanmaz, bilakis işlediği fiile karşılık gelen hüküm neyi gerektiriyorsa o uygulanır. Mesela bir baği daha henüz mevzi almış aşamada ortada telef ettiği herhangi bir mal ya da kan akıtmışlık söz konusuysa kendisinden hem mal, hem de kan bedeli tazmin edilir. Şayet mevzisinden çıkıp fiili aşamaya geçtiğinde ehl-i adl’den birinin malını telef etmişse bu durumda tazmin gerekmez.

Peki ya gayrimüslimler! Malum, gayrimüslimlere yönelik uygulanan cizye (güvence bedeli) sanıldığı üzere aç gözlülükten dolayı alınan bir bedel değil, sanılanın tam aksine gayrimüslimlerin taklit ehli (zimmet ehli) olmalarına binaen ve Müslümanlarla bir arada yaşamalarının karşılığında İslam’a ısındırma amaçlı bir bedel uygulamadır. Dolayısıyla gayrimüslimlerin yurt savunmasından muaf tutulmaları göz önünde bulundurulduğunda, onlardan cizyenin alınması gayet tabiidir. Öyle ki zimmet akdi kazanmış bir zimmî hükümdar bile bu uygulama sayesinde köleleri üzerindeki sahiplik hakkını koruyabiliyor. Yeter ki bir zimmet ehli (zimmî) ahdine sadık kalsın; malı, canı, namusu emin ellerde (Müslümanların güvencesi altında) ömür boyu devam eder de. Zaten zimmet akdinin ruhunu mal, can, namus, inanç dokunulmazlığı oluşturur. Ancak bunun bir istisnası var ki, o da Arabistan yarımadasında gayrimüslimlerin yerleşmeleri, kilise, manastır, tapınak gibi mekânların inşasına ve varlığına müsaade edilmemesi hususudur. Belli ki bu istisnai yasak lokal bir alanla sınırlı kalıp, İslam’ın kutsal topraklarda bir güneş misali doğmuş olmanın ilk saflığını korumaya yönelik bir hassasiyetin neticesi bir uygulamadır. Asla bu uygulama ticari boyuta taşınmaz. Nitekim bir zimmînin iç ve dış ticari faaliyetleri hususunda fıkhı kaynaklara baktığımızda; bir zimmî İslam toplumunda haram olarak bilinen içki, domuz gibi şeyleri bir gemiye yükleyip Dicle, Fırat nehirleri yoluyla İslam beldesinin ortasından geçirdiğinde ticari faaliyetine engel olunmaz. İşte bu misal bize şunu gösteriyor ki; İslam’da şer’i hukuk kurallara uyma noktasında zimmîye zor kullanma veya yaptırım yoktur, sadece Müslüman’a zorlama ve yaptırım vardır, yani şer’i hükümler Müslüman’ı bağlamakta. Bu yüzden bir zimmîye Müslüman olması yönünde sadece usulü kaidesince telkin ve tebliğ etmek vardır, kabul etmezse ne ala, ederse İslamiyet’le şereflenmiş olur, derken zimmet akdi kendiliğinden düşer de. Şayet bir zimmî Müslüman olduktan sonra tekrar daru’l-harb saflarına iltihak ederse hakkında mürted ahkâmı cari (geçerli) olur. Artık bu hükme tabii olan kişinin daru’l-İslam’da karısı varsa kendisinden boşanmış sayılacağından malları varisleri arasında taksim edilir de. Ancak o kişi bir şekilde yakalanıp esir düştüğünde mürted hükmü düşer (öldürülmez), bu kez sadece köle muamelesi görür. Oldu ya kölelik süresince yaptıklarından pişman oldu, bu kez yeniden zimmet akdi hakkı kazanmış olur.  Fakat bu hak ediş geriye dönük uygulanmaz. Hani son pişmanlık fayda vermez derler ya, aynen bunun gibi pişman olmuş bir zimmî’de daha önceden varislerine pay edilen malları geri alamaz. Hakeza tüketilmiş malları da tazmin edemez.

Zimmet hususunda unutulmaması gereken bir diğer ayrıntı da, bir zimmî’nin cizye ödemekten imtina etmesiyle (çekinmesi) birlikte zimmet akdinin düşmüş olmayacağıdır. Zira zimmet söz veya imayla bozulacak bir akitleşme değildir. Kaldı ki bir zimmî, Müslüman’ı kasten öldürmekle, kadına tecavüz etmekle, ya da casusluk yapmakla da zimmet akdi düşmez, sadece işlediği fiillere karşılık gelen şer’i ceza neyse o tatbik edilir.
MÜSTE’MİN

Müste’min kendi ülkesinden bir başka ülkeye izin ile girip emân (güvence) hak kazanmış manasına gelen bir kavramdır. İstiman ise emân dilemek demektir.

Malum, fıkıh kaynaklara baktığımızda müste’min olanlarda kendi içinde tasnife tabi tutulup ve bu tasnifte:
— Daru’l-harbe özel bir izinle girmiş Müslümanlar,
— Daru’l-harbe emânla girmiş zimmîler,
— Daru’l-harbten dar’ul-harb’e izin alıp girmiş gayrimüslimler,
— Daru’l-İslam’a emân dileyip girmiş zimmîle
r vardır.

Son tasniften yola çıkacak olursak bir zimmî’nin kendi başına buyruk kesilip daru’l-harbe iltihak etmesine müsaade verilmez. Ancak bir harbi’nin;  ticaret, sanat gibi maksatlarla daru'l-İslam’a girişine uzun müddet ikamet etmemek kaydıyla izin verilebilir. Tabii burada uzun süre ikamet etmemekten maksat casusluk şüphesine meydan vermemek manasınadır.
      
Bir müste’min eşiyle birlikte İslamiyet’i kabul ettiğinde beraberinde getirdiği çocuklar buluğa ermemişse İslam Devleti tebaası muamelesi görür. Ancak buluğa erdiğinde tabiiyet son bulur.

Bir müste’minin Müslümanların aleyhine olabilecek nitelikte herhangi bir eşyanın daru’l-harbe götürülmesine asla izin verilmez.
           
Bir müste’min daru’l-İslam’a kendi rızasıyla gelip kendisine tanınan müddetten fazla ikamet ettiğinde kendiliğinden zimmet akdi gerçekleşmiş addedilir.
            
Bir müste’min daru'l-İslam’da arazi-i haraciye satın almakla hakkında zimmet akdi gerçekleşmiş sayılır. Ancak arazi-i Haraciye için ödemesi gereken haracı tahsil etmeyip, ya da sattığında zimmet akdi kabul etmiş sayılmaz. Keza bir müste’min arazi-i haraciye topraklardan kiralayıp ektiğinde de zimmet akdi vuku bulmaz.
            
Zimmet akdi kazanmış bir müste’min harbilere iltihak edemez. Ancak bulunduğu yere dönmek kaydıyla ticaret yapmasına izin vardır.
            
Bir müste’mine eziyet vermek ya da zor kullanma gibi bir davranışa izin verilmez. Hatta bırakın zor kullanmayı gıyabında kötü söz söylenmesine de müsaade yoktur. Çünkü müste’mini itibarsızlaştıracak herhangi bir dil yarası zimmî hukuku gereği Müslüman’a yapılandan daha kerih addedilir.

Daru’l-harbde iki Müslüman’dan biri diğerini kasten öldürürse kısas gerekmese de, diyet mutlaka gerekir. Zira olay daru’l-harbte vuku bulmuştur. Hatta daru’l-harbe yolu düşen bir Müslüman’ın, müste’min Müslüman’ı öldürdüğünde de hüküm aynıdır. Tabii bu hüküm İmamı Azam’ın dile getirdiği bir hükümdür, İmameyn’e göre ise kısas gerekir. Şayet bir Müslüman veya zimmî, daru’l-İslam’da bir harbi’yi öldürürse kısas lazım gelmez. Zira harbi kısas hususunda zimmî ve Müslüman’a eşit değildir. Bundan şu anlam çıkıyor ki; kısas eşitler arasında uygulanan bir cezai müeyyidedir. 
 
Daru’l-İslam’da vefat eden bir müste’min’in malları varislerine verilmek üzere muhafaza edilir. Şayet müste’min’in varisi yoksa mallar beytülmale aktarılır.
            
Müslümanlar aleyhine casusluk yapmamak şartıyla emân (sığınma, güvence) dilemiş bir müste’min, daha sonra casusluğa cüret ettiğinde emânı zail olur. Bu durumda Veliyyül’emr dilerse esir edip ganimet almakla yetinir, dilerse ibreti âlem maksadıyla asıp öldürür. Şu var ki, casuslukla suçlanan bir müste’min’in casusluğu ispata muhtaçtır, yani delilsiz ceza verilemez.
           
Bir müste’min, daru’l-İslam’da bir Müslüman’ı veya zimmîyi kasten öldürürse kısas gerekir. Çünkü daru’l-İslam’a gelmekle İslam hukukunu kabul etmiş sayılır.
          
Daru’l-İslam’da iki müste’minden biri diğerini kasten öldürmekle kısas cari olur. Çünkü aralarında eşitlik söz konusudur.
          
Bir müste’min’in varisi bulunmazsa terekesi (mal geliri) beytülmale ait olur.
          
Bir müste’min daru’l-İslam’da vefat ettiğinde ardından bıraktığı mallar varisleri ister darü’l-harbte olsun isterse daru’l-İslam’da olsun, o mallar varisleri adına muhafaza edilir.
           
Hâsılı kelam; savaş deyip geçmemek gerekir, işte görüyorsunuz cihad hadisesi savaş öncesi ve savaş sonrası işletilmesi gereken bir dizi hukuku kurallar sürecidir dersek yeridir.
           
Vesselam.
              
Faydalanılan kaynak: Hukuk-ı İslâmiyye Kamusu Ömer Nasuhi Bilmen.