Şevket Süreyya Aydemir, Atatürk’ün ırkçı değil, kökçü olduğunu ifade etmektedir. Bu ne demektir bunu Prof. Dr. Orhan Türkdoğan’dan okuyalım:

“Atatürk, Gökalp gibi Anadolu’dan hareketle Orta Asya’ya gitmiyordu, tersine Orta Asya’dan hareket ederek Anadolu’ya yöneliyordu. Bu bir ‘merkez-kaç’ modeli değil, ‘merkez-çek’ modelidir. Bu nedenle siyasal bir amaç taşımıyor, sadece kültür ve uygarlık tarihinde Türklerin oynadıkları rollerin gözler önüne serilmesini istiyordu. Atatürk bu husustaki görüşlerini şu şekilde ifade ediyordu: ‘Türk milleti Kurtuluş Savaşından beri, hatta bu savaşa atılırken bile mahkûm milletlerin hürriyet ve bağımsızlık davalarıyla ilgilenmeyi, o davalara yardım etmeyi benimsemiştir. Böyle olunca kendi soydaşlarının hürriyet ve bağımsızlıklarına kayıtsız davranması elbette uygun görülemez. Fakat milliyet davası şuursuz ve ölçüsüz bir dava şeklinde değerlendirilme ve savunulmamalıdır. Milliyet davası siyasi bir mücadele konusu olmadan önce şuurlu bir ülkü meselesidir. Şuurlu ülkü demek müspet ilme, ilmi metotlara dayandırılmış, bir hedef ve gaye demektir. O halde propagandalarda müspet usullere başvurmak şarttır. Hareketlerin imkân sınırları ve sıraları mutlaka hesaba katılmalıdır. Türkiye dışında kalmış olan Türkler, ilkin kültür meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim biz Türklük davasını böyle bir müspet ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz. Baykal ötesindeki Yakut Türklerinin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz.’”(1)

Atatürk, milliyetçilik ve Türkçülük çalışma ve eylemlerinin kesinlikle misak-ı milli sınırları ile sınırlı olmasını istiyordu. Türkocağının tüzüğüne faaliyetlerin Türkiye ile sınırlı olacağı yolunda bir madde koydurması da bu amaçladır. Yusuf Akçura’dan da bu sınırlamalar destek gelmiştir: “Turancılık Osmanlı emperyalizmi, Türkçülük halkçılık demektir” diyerek.

Atatürk gerçekçi idi, vefalı ve namuslu idi. Sovyetler Birliği gibi bir devi uyandırmak, gücendirmek istemiyordu. Kurtuluş Savaşımız boyunca onlarla cephe birliği ve işbirliği yapmıştık, yardımlarını görmüştük, onların içini karıştırmanın bize bir yarar sağlamayacağını, bunun dürüst ve gerçekçi olmayacağını görüyordu.

Tam burada bir önemli anıya yer vermemiz gerekir: Kurtuluş Savaşımızın kahramanlarından; Atatürk’ün silah ve siyaset arkadaşı Fahrettin Altay Paşa, İran ve Afganistan sınır anlaşmazlığı için arabulucu olarak İran’dadır. Gâzi’ye, Atatürk soyadının verildiğini haber verirler İranlılar. Telsizle kutlar Atatürk’ü. Cevap “Siz de Altay oldunuz”dur. Fahrettin Altay, Afganistan’a oradan da Sovyetler Birliğine geçer ve Buhara yoluyla Moskova’ya kadar gider. Orada Sovyet Mareşalı Voroşilov “Bu Altay nereden çıktı?” diye imalı imalı sorar. Fahrettin Paşa “Türk ordusunda en uzun boylu general benim, Gâzi beni Altay dağlarına benzetmiş” diye cevaplar. Voroşilov “Ha öyle mi?” diye ikna olur gözükür. Dönünce bunu nakleder Atatürk’e. Atatürk “Vay canına demek ki buluttan nem kapıyorlar” diye tepki verir…(2) 

Haa peki oradaki Türklerin bağımsızlıklarına kavuşmalarına dönük herhangi bir düşüncesi tasarımı yok mu idi? Vardı ama bunu akılla, planla, uzun erimli hesaplarla gizliyordu.

Fransız Yazar Benoit Mechin’in “Kurt ve Pars” adlı kitabındaki tespitler, yukarıda dediklerimizin ayrıntılı açıklaması gibi:

“Eski bölgesel antlaşmalar şeklindeki bu İran ve Afgan antlaşmaları politikası Gâzi’nin sonraları girişeceği daha geniş siyasi faaliyetlerin başlangıcı idi. O, bir hayal peşinde idi. Yalnız İran ile Afganistan değil, Rus Azerbaycanı’nı, Rus ve Çin Türkistanlarını içine alacak 80 milyon nüfuslu Türk Birliği’ni kurmak istiyordu. Bir gece Çankaya’da bir davette özel dostlarına şöyle diyordu:

‘Bir gün dünya, Asya yamaçlarında uyuklamakta olan bu görünmeyen imparatorluğun uyandığını ve harekete geçtiğini gördüğü zaman hayretten donup kalacaktır. Bu yeni imparatorluk, Osmanlı İmparatorluğu gibi karma karışık ve yamalı bir şey değil, fakat hayali güç olan bir şekilde, aynı ırktan milletlerin oluşturacağı bir birlik görünümü arz edecek ve Türkiye de meydan getirdiği eserinin getirilerinden bir şey yitirmeden onunla birleşebilecekti. Tabiatıyla bu hayal, bugün, hatta yarın da gerçekleşmeyecekti.’

(…) O zamana kadar Türkiye, başa geçebilecek seviyeye gelmeli ve teşkilatı kuracak ve rehberlik edecek kudrette olmalı idi.

Oysa Enver Paşa da böyle bir hülya peşinde koşmuştu ve bir bakımdan bu hülyanın kurbanı olmuştu. O uzak bölgelerin ne kadar dayanılmaz bir cazibesi olmalı idi ki Mustafa Kemal’in de kafasına girmişti.

Aslında o, bu hülyaları aşağılamıştı. Şimdi o da… Nefret ettiği rakibi Kafkaslar mağlubu bunu ona miras bırakıyordu adeta.

Fakat Enver’de romantik bir coşkunluk olan bu hülya, Atatürk’te olumlu ve uygun bir görüş halini almıştı. Enver Paşa, zaman ve mesafe kavramından habersiz olarak yirmi yaşında bir delikanlının baloya koşması gibi hezimete koşmuştu. Gâzi bu kadar düşüncesizlikten pek uzaktı. O, ne zamanı, ne de mesafeyi ihmal ederdi. Ve o kadar uzak bir geleceğe gömülmüş olan imkânlar içinde günün gerçeklerini feda edemezdi. Onun şimdilik yapabildiği şey, çok söz etmeden bu mesele üzerinde sürekli kafa yormak ve yolunu tespit etmek için ilk işaret flamalarını sıralamaktı. (…) O vaktiyle İttihat ve Terakki devrinde ‘Yeni Turan’, ‘Türkleşen Türkiye’, ‘Yeni Türkler’ gibi şeyleri duydukça omuzlarını kaldırmamış mıydı?

O adamlar böyle anlamlı sözlerle ne demek istediklerini biliyorlar, fakat bunu Türklüğün labirentlerinde arıyorlardı. Oysa o, Türklüğün nasıl meydana çıkarılacağını biliyordu. Bu, labirentlerden çıkmakla olacaktı ve Gâzi bu suretle Yeni Turan’ın ne olduğunu yurttaşlarına gösterecekti.(3)    

1) Orhan Türkdoğan-Türk Tarihinin Sosyolojisi
2) Fahrettin Altay-10 Yıl Savaş ve Sonrası
3) Benoit Mechin-Kurt ve Pars