Ahmet Er Ağabeyimiz Fetih haftasının ilk gününde Hakka yürüdü. O’nu anarken hayatının bütün yönlerini ortaya koymalı ki, hakkiyle yâd etmiş olalım. Bunun içinde kaynak bizatihi kendisi olacaktır. Nasıl mı? Hayattayken adına “Hatıralarım” dediği Alternatif Yayınlarında yayınlanan kitapla elbet. Zaten büyük bir sabırla “Hatıralar” deryasında yüzmeye koyulduğumda inanın yüzdükçe gönül dünyam huzur buldu da. Huzur buldukça kendi üslubumla ancak bu kadar aktarabildim. Şimdiden sürçü lisan olduysa affola deyip hayat yolculuğuna öyle başlayalım:
Evet, Horasan erenlerinden nefesindendir O. Çünkü Ahmet Er Ağabeyimizin ailesi Horasan’dan gelip Anadolu’nun fethine katılan Türk boylarındandır. Yani soy kütüğü ismi ile müsemma Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi’den İmam-ı Ali Rıza’ya dayanır. Malum İmam Ali Rıza’nın kabri İran’ın Meşhed şehrindedir. İşte böylesi köklü bir soydan gelen o gönül adamı 1927 yılında Manisa Akhisar Sünnetçiler köyünde doğmakla Horasan Erenlerin nefesini içerisinde bulunduğu ülkü yolu harekâtının üzerine serpiştirecektir. Düşünsenize 1940’lı yıllarda daha ortaokul talebesiyken Sünnetçiler Köyü Gençlik Birliğini kurarak Horasan Erenlerinin nefesini o günden hissettirecektir. Nasıl mı? Genç arkadaşlarına cumartesi bayrak çekip pazar günü bayrak indirme merasimleri düzenleyerek, gençleri kötü alışkanlıklardan uzak tutmaya yönelik sigara ve içki yasağı getirerek elbet. Tabii her şey bunlarla sınırlı değil, dahası var; düğün bayram şenliklerinde bayanların kendi aralarında oynadıkları oyunları gizli ya da açık seyredilememe yasağını getirerek, gençlere kitap okuma alışkanlığı kazandırmaya yönelik kütüphanecilik faaliyetine hız vermesiyle, milli oyunlarımızı düğünlerde Seymen sektirilerek diri tutup bir dizi getirdiği kurallarla Horasani tavrını sürdürmekle ortaya koyacaktır. Derken ilerisinde mührünü vurduğu bu gençlik teşkilatı Ülkü Ocağına dönüşecektir. İlginçtir Türkeş seyahatlerin birinde köye geldiğinde ocağı ziyaret ettiğinde Ahmet Er Ağabeyimizle sohbet etme imkânı bulur.
Evet, Ahmet Er Ağabeyimiz bir köyü çocuğudur, yazın köyde çalışır, kazandığını da okulda harçlık olarak kullanırdı. Ortaokulu Akhisar’da tamamlayıp bir yıl Edirne Lisesinde oradan Bursa Askeri Lisesine geçip 1949 yılı itibariyle subay olarak mezun olur. Harb okulu tahsili süresince öz kültüründen asla taviz vermez. Öyle ki bir gün Harbiyeliler dans ediyorlardı, dans müziği bittiğinde hemen ardından dolabından çıkardığı harmandalı plağını çalmaya başladığında Numan Esin, Mehmet Rıfkı Erdoğdu’yla birlikte oynamaya koyulur. Tabii şaşkın bakışlar arasında o kadar kalabalık arasında bu iki arkadaşının dışında çıkan olmasa da milli oyunumuzu Harbiyede sergilenmesi mühim bir hadisedir. O’na da milli duruş yakışırdı zaten. Hele ki Harbiye’deyken milliyetçi dergileri ve basını takip eden birisi olarak Osman Yüksel Serdengeçti, Remzi Oğuz Arık, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Kaplan Dr. Fethi Tevetoğlu gibi yerli düşünce yazarları okuyan bir kişiden Harmandalı yerine dans oynamak abesle iştigal olurdu. Sadece milli oyun oynamakla mı milli duruş sergiler, bir başka milli duruş örneğini ‘Göçmen’ isimli üç perdeli dramatik bir piyesi perdeye uyarlayıp genç teğmenler olarak sahne aldığında sergiler. Ve oynanan bu piyes Türkiye geneline yayılır da, elde edilen kazanç ise Mülteciler Derneği kanalıyla göçmenlerin yararına harcanarak yüreklerine su serpmiş olur. Tabii bu tür aktivasyonlar Harb Okulu içerisinde heyacan uyandırıp aynı zamanda milliyetçi örgütlenmeyi de beraberinde getirir. Nitekim Numan Esin liderliğinde örgütlenme git gide de artış kaydeder de. Hatta o dönemlerde Piyade Atış Okulunda Savunma Hocası Yzb. Alparslan Türkeş’le tanışma fırsatı da bulur. Atış Okulundan İstanbul Hadımköy 16. Piyade Alayına tayini çıktığında Harbiye’deki arkadaşlarından ayrı kalsa da zaman zaman bir araya gelip bağlantıyı koparmayacaklardır. Hatta 1952 yılında Numan Esin, Mehmet Rıfkı ile birlikte Tanrı Dağı yayınevini kurmayı da ihmal etmezler. Derken tarihler 1953’ü gösterdiğinde Jandarma Subay okuluna, 1954’ü gösterdiğinde ise Hozat Jandarma 3. Er Eğitim alayına, oradan da Diyarbakır Merkez ve Çermik İlçesinde Jandarma komutanı olarak vazifesini sürdürecektir. Tabii görevi devr aldığı ilçe jandarma komutanı kendince Çermik ilçesine bağlı 60 köyü ahbap çavuş ilişkisi çerçevesinde kendi aralarında bölüşmüşler, güya hırsızları takip edecek insan bizatihi kendisi hırsız. İşte böyle bir hal ve vaziyet içerisinde halkın gönlünü kazanmakla işe koyulacaktır. Düşünsenize Çermik ilçesine bağlı Karto köyünde bir kardeş abisini silahla vurduğunda, derhal savcı, hükümet tabibi ile birlikte köye gidip cenaze işlemlerinin ardından o anda yazdığı bir piyesi köy meydanında sahneye koyacaktır. Piyese konu olan birbirine düşman iki çoban savaş esnasında bile düşmana ateş etmek yerine arkadaşına ateş edecektir. Ateş eden köye döndüğünde suçunu itiraz edemez, ağlamaya başlar. Piyeste verilmeye çalışılan mesaj gayet net ve açıktır; şayet birlik olmazsak ne iffetimizi koruruz ne de vatanımızı. O halde köyü mateme boğan hadiseyi dindirmek gerekti. O söz konusu abisini vuran adam yakalanır da. Bir başka hadise de ise Musalar köyüne savcıyla birlikte bayramlaşmaya gittiğinde bir ihtiyar “Gerçekten buraya bayramlaşmak için mi geldiğiniz”, hatta yemin billâh ettirir bile, tabiî ki yemin ederiz denildiğinde ihtiyar gelenlerin boyunlarına gözyaşları eşliğinde sarılarak kucaklaşırlar. Ah zavallı ihtiyar adam niye yemin billâh ettirmesin ki böylesi devletlû manzaraları şimdiye dek hiç görmedi ki. Ne diyelim, İşte devlet millet bütünleşmesi budur.
Ahmet Er, oğlu Bahadır kalça çıkığı tedavisi sebebiyle İstanbul 125. Er Eğt. Alayına tayini çıkıp yola koyulduğunda bindiği otobüse iki jandarma ve Ahmet Altıntaş adında elleri kelepçeli bir genç Ahmet Er’e yönelip şöyle der: Kumandan beni tanıdınız mı, şunu iyi biliniz ki aslında sağ kalışınızı önce Allah’ a sonrada anama borçlusun. Çünkü her dağa çıkışımda anam hakkında iyi kumandandır derdi, şayet o’na tetik çekersen emdirdiğim sütü helal etmem derdi. Düşünsenize annesine yapılan tek iyilik hoş sohbet çerçevesinde çay kahve ikram etmekti. İşte bir yudum çayın bu topraklarda karşılığı budur. Atalarımız boşa dememişler bir yudum kahvenin kırk yıl hatır var diye. Evet, o atasözü Ahmet Er’in şahsında mana kazanırda.
Bakalım Ahmet Er’i kader çizgisinde daha neler bekliyor. İstanbul 125. Er. Eğt. Alayına tayin işi iyi hoşta, burada da Alay komutanı “kışlanın kapısından bıyıklı subay ve astsubay girmeyecek” talimatı karşısında bıyığını kesmeyince kavga sebebi olacaktır, neyse ki askeri mahkeme de görülen davada hakkında beraat kararı çıkar. Derken Şişli İl Jandarma komutanlığına tayin edilir. İlk iş burada fuhuş yuvası Maslak otelini kapatmak olur. Üstelik otel sahibi Ermeni Ligor jandarma teğmeni Cengiz vasıtasıyla rüşvet karşılığında otellerime dokunmazsa ne ala, yoksa onu oradan tayin ettiririm şeklinde gözdağı vermeye kalkışır da. Tabi otel sahibi bu gözdağını verirken de jandarma komutanı, emniyet müdürü ve İstanbul valisine güvenerekten yapıyordu. Belli ki güvendiği insanların ödeyecekleri diyet borçları vardı. Ama karşısında öyle birileri yoktu artık. Bu kez başka bir teklifle Ahmet Er’i yoklayacaklardır. Bir gün odasına İzmirli Seyit Çavuş aracılığıyla kapatılan otel için yeni talipli birinin aynı maksatla çalıştırmak istediğini belirten dilekçe uzatıldığında sakınca teşkil ettiğini belirten bir şerh düşerek karşılık verir. Yetmedi ertesi gün bir deneme daha yapılır ve iki binbaşı; bakın bu pahalı imzadır, sonuçta atacağın imza atla deve değil ya, hatta devenin kulağı bile değil denilerekten sıkıştırılmaya çalışılır. Ahmet Er bu durum karşısında değil devenin kulağı, bari hiç olmazsa devenin bir tek tüyü temiz kalsın der. Sen misin böyle söyleyen, sonraki süreçlerde hakkında mobbing uygulamalar devreye girecektir. Güya Vilayet Jandarma komutan tarafından Maslak karakolu teftiş ettirdiğinde sigara izmaritlerinden geçilmiyormuş da hiç alakadar olmamış, güya saat 15.00 de aradığında birliğinde yokmuş, güya yok efendim zincirli karakolundan bir erin pantolonu sökükmüş de hiç ilgilenmemiş gibi ipe sapa gelmez asılsız iddialarla kendisinden yazılı savunma istenir. İlginçtir Ahmet Er, iddiaların hepsini tek tek yazılı olarak çürütmesine rağmen 3 gün oda hapsine mahkûm edilir. Bu cezanın onun için çokta önemi yoktu, zira bir insan haklı olduğu davada haksızlığa uğrasa da dikleşmeden dik durmasını bildikten sonra mahkûmiyet aslında o’nun için mükâfattır. Nitekim bunun manevi mükâfatını mahkûmiyetinin sonrasında Fatih İlçe Jandarma komutanlığına tayin edildiğinde görecektir. Öyle ki tayin edildiği yer manevi soluk almasına vesile olacaktır. Zira tayin edildiği yerin çok yakınında Mevlana Yetiştirme Yurdu vardı ki öğlenleri orada boynu bükük insanların arasında bir arada yemek yeyip manen soluklanarak elbet. Yine günlerden bir gün yurdun kapısında boynu bükük 5 genç görür. Meğer 18 yaşını doldurdukları için yurtla ilişkisini kesmişler, çaresizlikten boynu bükük bekler haldeydiler. Hani düşenin dostu olmaz derler ya, ama bu kez bu sözü boşa çıkartacak hamle Ahmet Er’den gelecektir. Derhal bu gençleri birliğinde ki asker karavanasından doyuracaktır. Ne de olsa gençlerin karınları doymuştu, artık Merkez Efendi mezarlığında eski gazete yığınların bulunduğu kerpiç binada yatarak huzur içerisinde uyuyabilirlerdi. Ahmet Er bunla da kalmaz bu çocukları Topkapı’daki fabrikalara işçi olarak yerleştirir de. Ancak çocukların gazete yığınları arasında yatıp kalktıkları bina yandığında açıkta kalırlar. Olsun canlarına bir şey olmadı ya, boynu büküklüğün ne demek olduğunu bizatihi hayatında yaşayan bir ağabey olarak hemen icabına bakıp bölüğünde miadı dolmuş çadırda kalmalarını sağlar. Ancak bir gün Mata Ayakkabı imalathanesinin ortaklarından biri cebinden çıkardığı gencin patrona yazdığı “Bu gün sarhoşum işe gelmeyeceğim” kâğıdı eline tutuşturulduğunda morali sarsılacaktır. Çünkü imalathane sahibi bu durumda işçi olarak çalıştıramayacağını söyler. Tabi Ahmet Er, pes etmez o genci hemen buldurup meseleyi sorup soruşturduğunda, meğer çocuk utancından altını ıslatmış olduğunu söyleyemeyip çıkış yolu olarak sarhoş olduğunu yazmış. Böylece mesele aydınlanmış olup çocuk tekrar işine kavuşur. Gençler bu jest karşısında bir gün Ahmet Er’e çok yük olduklarını düşünerekten kendi aralarında karar verip huzura çıktıklarında şöyle derler:
Siz bizim yeri geldi babamız, yeri geldi kardeşimiz, yeri geldi ağabeyimiz oldunuz, ama biz ise sürekli başına dert açtık sizi çok üzdük aramızda karar verdik kendi rızamızla bizi öldür şu mezara göm, hatta altına da imza atmaya razıyız. Tabi böyle bir şey olmazdı, ama böylesi ahde vefa duruş Ahmet Er gibi bir gönül adamın yüreğini dağlamasına yetecektir ve beraberce oracıkta ağlaşırlarda. Derken günler günleri kovaladığında 1957-1960 yılları arasında bir gün Fatih İlçe Jandarma komutanlığına Merkez Efendinin İmamı Nurullah Kılıç Efendiyle yolu kesişir. Karşılaştığı insan sıradan bir insan değildi elbet, Merkez Efendinin torunuydu, tasavvuf âlimi bir zattı, kendisinden çokta istifade eder. Yine tarihler 1960 yılını gösterdiğinde ise Harb Akademisi imtihanını kazanacaktır ama ihtilal içinde görev aldığı içindir akademiye devam edemez. Her ne kadar Bedrettin Demirel kendisinden MBK (Milli Birlik Komitesi) üyeliğini bırakıp akademiye gel diye ısrar etse de memleketin içine düştüğü hal ve şartları düşünerekten kendi şahsı geleceğini feda etmeyi tercih eder. Çünkü Ümit Özdağ’ın da dile getirdiği gibi memleketin üzerine karasaban misali çökmüş bir 27 Mayıs değil, 38 tane 27 Mayıs söz konusuydu. İşte bu hengâmede Ahmet Er memleketi kötü niyetlilere teslim etmemek adına bundan böyle ülkeyi kaotik durumdan çıkaracak formül peşinde koşacaktır.
27 Mayıs ve Ahmet Er
Malumunuz 1960’lı yıllarda CHP basın, üniversite ve Türk Silahlı kuvvetlerini habire tahrik ederek ihtilale adeta davetiye çıkarıyordu. Kışkırtma etkisini gösterirde, böylece ihtilal grupları türer. İster istemez Numan Esin, Muzaffer Özdağ ve Ahmet Er bu hususu Alparslan Türkeş’le de istişare edip kendilerini ihtilal ortamında bulurlar. Sonrasında bu gruba Dündar Taşer, Rıfat Baykal, İrfan Solmazer, Mustafa Kaplan’da dâhil olur. Bir noktada buna mecburlardı. Çünkü Milli Şef ihtilalin öncesinde mecliste şartlar tamam olunca ihtilal meşru olur demenin yanı sıra DP iktidarına gönderme yaparaktan “Sizi ben de kurtaramam” diyordu. Ki; ihtilal sonrası Akhisar’da Vehbi Bakırlıoğlu Ahmet Er’e “Biz Halk partililer silahlanmıştık Türk Silahlı Kuvvetleri müdahalede bulunmasaydı bizatihi biz harekete geçecektik “itirafında bulunmuştur. Anlaşılan o ki, Ahmet Er ve arkadaşları ordu içinde İsmet İnönü taraftarı çoğunluk teşkil eden subayların emellerine geçit vermemek ve halkın lehine söz sahibi olmak için ihtilalin içerisinde bulunmuşlardır. Öyle ya, madem ok yaydan çıkmış durum da, o halde bir şekilde ihtilalin seyrini memleketin lehine çevirecek şartları oluşturmak gerekti. Bu da vatandaşı kucaklayarak, Prof. Ali Fuat Başgil başkanlığında bir anayasa hazırlatarak, ortam sükûnet bulunca da DP üyelerini Türkiye’ye geri dönmelerinin ortamı sağlayarak, icabında İsviçre’de mecburi ikamete mecbur kılarak, dört yıl içinde ülkeyi seçime götürme şartıyla olurdu elbet. İleri sürdükleri bu şartlara rağmen kazın ayağı hiçte öyle çıkmaz, ihtilal sonrası DP mahkeme kararıyla kapatılarak bu iyi niyet girişimleri akamete uğrar. Hatta bu iyi niyetlerini ortaya koyan 27 Mayıs ihtilal bildirisi Türkeş tarafından “Dikkat, dikkat! Türk Silahlı kuvvetlerinin Türk Milleti adına tarafsız bir şekilde idareye el koymuştur” anonsuyla duyurulur. Ahmet Er ihtilalin ilk günü İstanbul Emniyet Yardımcılığı, ertesi günde İstanbul Vali Muavinliğini üstlenir. İhtilal sonrası başta Devlet ve hükümet başkanı Orgeneral Cemal Gürsel olmak üzere 38 kişilik Mili Birlik Komitesi komisyonu kurulur. Kurulan bu komisyonun listesinde yer almayan subaylar ise istifa edip birliklerine dönerler. MBK çalışmaları önce zabıtsız yürür, sonrasında TBMM’ye intikaliyle gizli olarak yürütülür. Bir gün Başbakanlık çalışmaları sırasında komite tarafından bir bildiri yayınlaması teklif edildiğinde Ahmet Er’in hazırladığı “Türk Milletini birlik beraberliğe, kardeşliğe çağrı” yapan bildirisi, böyle bildiri mi olur tarzında tartışmalar eşliğinde reddedilir. Bunun yerine Milli birlik ve beraberliğin tam aksine Kur Alb. Mithat Ceylanın “Düşükler gençlerimizin kollarını, bacaklarını, beyinlerini kıyma makinelerinde kıymışlardır” şeklinde çirkin sözlerin sarf edildiği metin kabul edilir. Tabi bu bildiri radyolarda okunduğunda Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel apar topar can havliyle komiteye geldiğinde “Bu bildiriyle hem kendinizi hem beni hem de devlet ve milleti rezil ettiniz. Kaldı ki az önce İngiliz Sefiri bile bana telefon ettiğinde Türk milleti bu derece merhametini kaybetmiş olamaz” diyor, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu tarzında sert çıkışacaktır. Her neyse artık olan olmuştu, yaklaşan bayramla Türk milletinin gönlünü alacak bir bayram mesajıyla durum vaziyet telafi edilme cihetine gidilecektir. Nitekim Ahmet Er bayram mesajı hazırlama görevini üstlenir de. Gerçektende bayram mesajı sevgiye saygıya, birlik beraberliğe, Mevlana’nın Yunusun aşk sofrasına davet içerikli olup Türk milletinin gönlünü alacak nitelikte duyurulur. Öyle ki, bu duyuru Osman Bölükbaşı gibi özü sözü bir lideri mest edip bütün arkadaşları adına Ahmet Er’i tebrik etmesine yetecektir. Ancak bu sevinç çok kısa sürecektir, komite üyelerinin ikişer kişilik gruplar halinde Türkiye’yi karış karış dolaşıyor olduğu günlerde bir gezi sırasında bir komite üyesinin adeta aba altında sopa gösterecek türden “Oturduğunuz yerde oturun 27 Mayıs hareketine karşı kıpırdamayın. İki tayyare uçurursak fare gibi kaçacak delik ararsınız” sözleri üstüne tuz biber ekecektir. Anlaşılan herkes Ahmet Er, Alparslan Türkeş ve Dündar Taşer gibi iyi niyetli değillerdi, herkesin kendine göre bir 27 Mayısı vardı. Her şeye rağmen yine de Ahmet Er, Alparslan Türkeş ve Dündar Taşer gibi isimlerin içinde bulunduğu 14’ler grup tarafsız adaletli bir idarenin egemen olması için gayret göstereceklerdir. Bilhassa CHP’nin ülke sathında gerilimi tırmandıracak dur durak bilmeyen aman vermeyen kuşatmasına karşı direnmekle dikkat çekeceklerdir. Hatta Cemal Gürsel “İsmet İnönü iktidar hususunda gerdeği girecek bir delikanlını heyecanını taşımakta” demekle işin vahametini ortaya dökmüşte. Nitekim bu iş için CHP’li bir avukat kullanılarak DP’nin kanuni müddet içinde kongre tarihini geçirdiği gerekçe gösterilerek kapatılması sağlanır. Yetmedi komite içerisinde Alb. Fikret Kuytak bir toplantıda kabül ettikleri “İsmet İnönü iktidara gelince bizlere senatörlük verecek” teklifini Ahmet Er’e de ilettiklerinde “Sizin bu siyasi rüşvet telifinizi kulaklarım duymamış olsun” şeklinde karşılık bulacaktır. Hakeza Ekim ayı başlarında yine bir toplantıda Ecevit’in Ulus gazetesinde savunduğu Tabii Senatörlük fikri görüşüldüğünde yine “Bu siyasi rüşvettir, oysa biz hiçbir karşılık beklemeden millete hizmet için yemin etmiştik” diyerek aynı kararlığını bir kez daha ortaya koyar.
Evet, Horasan erenlerinden nefesindendir O. Çünkü Ahmet Er Ağabeyimizin ailesi Horasan’dan gelip Anadolu’nun fethine katılan Türk boylarındandır. Yani soy kütüğü ismi ile müsemma Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi’den İmam-ı Ali Rıza’ya dayanır. Malum İmam Ali Rıza’nın kabri İran’ın Meşhed şehrindedir. İşte böylesi köklü bir soydan gelen o gönül adamı 1927 yılında Manisa Akhisar Sünnetçiler köyünde doğmakla Horasan Erenlerin nefesini içerisinde bulunduğu ülkü yolu harekâtının üzerine serpiştirecektir. Düşünsenize 1940’lı yıllarda daha ortaokul talebesiyken Sünnetçiler Köyü Gençlik Birliğini kurarak Horasan Erenlerinin nefesini o günden hissettirecektir. Nasıl mı? Genç arkadaşlarına cumartesi bayrak çekip pazar günü bayrak indirme merasimleri düzenleyerek, gençleri kötü alışkanlıklardan uzak tutmaya yönelik sigara ve içki yasağı getirerek elbet. Tabii her şey bunlarla sınırlı değil, dahası var; düğün bayram şenliklerinde bayanların kendi aralarında oynadıkları oyunları gizli ya da açık seyredilememe yasağını getirerek, gençlere kitap okuma alışkanlığı kazandırmaya yönelik kütüphanecilik faaliyetine hız vermesiyle, milli oyunlarımızı düğünlerde Seymen sektirilerek diri tutup bir dizi getirdiği kurallarla Horasani tavrını sürdürmekle ortaya koyacaktır. Derken ilerisinde mührünü vurduğu bu gençlik teşkilatı Ülkü Ocağına dönüşecektir. İlginçtir Türkeş seyahatlerin birinde köye geldiğinde ocağı ziyaret ettiğinde Ahmet Er Ağabeyimizle sohbet etme imkânı bulur.
Evet, Ahmet Er Ağabeyimiz bir köyü çocuğudur, yazın köyde çalışır, kazandığını da okulda harçlık olarak kullanırdı. Ortaokulu Akhisar’da tamamlayıp bir yıl Edirne Lisesinde oradan Bursa Askeri Lisesine geçip 1949 yılı itibariyle subay olarak mezun olur. Harb okulu tahsili süresince öz kültüründen asla taviz vermez. Öyle ki bir gün Harbiyeliler dans ediyorlardı, dans müziği bittiğinde hemen ardından dolabından çıkardığı harmandalı plağını çalmaya başladığında Numan Esin, Mehmet Rıfkı Erdoğdu’yla birlikte oynamaya koyulur. Tabii şaşkın bakışlar arasında o kadar kalabalık arasında bu iki arkadaşının dışında çıkan olmasa da milli oyunumuzu Harbiyede sergilenmesi mühim bir hadisedir. O’na da milli duruş yakışırdı zaten. Hele ki Harbiye’deyken milliyetçi dergileri ve basını takip eden birisi olarak Osman Yüksel Serdengeçti, Remzi Oğuz Arık, Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Kaplan Dr. Fethi Tevetoğlu gibi yerli düşünce yazarları okuyan bir kişiden Harmandalı yerine dans oynamak abesle iştigal olurdu. Sadece milli oyun oynamakla mı milli duruş sergiler, bir başka milli duruş örneğini ‘Göçmen’ isimli üç perdeli dramatik bir piyesi perdeye uyarlayıp genç teğmenler olarak sahne aldığında sergiler. Ve oynanan bu piyes Türkiye geneline yayılır da, elde edilen kazanç ise Mülteciler Derneği kanalıyla göçmenlerin yararına harcanarak yüreklerine su serpmiş olur. Tabii bu tür aktivasyonlar Harb Okulu içerisinde heyacan uyandırıp aynı zamanda milliyetçi örgütlenmeyi de beraberinde getirir. Nitekim Numan Esin liderliğinde örgütlenme git gide de artış kaydeder de. Hatta o dönemlerde Piyade Atış Okulunda Savunma Hocası Yzb. Alparslan Türkeş’le tanışma fırsatı da bulur. Atış Okulundan İstanbul Hadımköy 16. Piyade Alayına tayini çıktığında Harbiye’deki arkadaşlarından ayrı kalsa da zaman zaman bir araya gelip bağlantıyı koparmayacaklardır. Hatta 1952 yılında Numan Esin, Mehmet Rıfkı ile birlikte Tanrı Dağı yayınevini kurmayı da ihmal etmezler. Derken tarihler 1953’ü gösterdiğinde Jandarma Subay okuluna, 1954’ü gösterdiğinde ise Hozat Jandarma 3. Er Eğitim alayına, oradan da Diyarbakır Merkez ve Çermik İlçesinde Jandarma komutanı olarak vazifesini sürdürecektir. Tabii görevi devr aldığı ilçe jandarma komutanı kendince Çermik ilçesine bağlı 60 köyü ahbap çavuş ilişkisi çerçevesinde kendi aralarında bölüşmüşler, güya hırsızları takip edecek insan bizatihi kendisi hırsız. İşte böyle bir hal ve vaziyet içerisinde halkın gönlünü kazanmakla işe koyulacaktır. Düşünsenize Çermik ilçesine bağlı Karto köyünde bir kardeş abisini silahla vurduğunda, derhal savcı, hükümet tabibi ile birlikte köye gidip cenaze işlemlerinin ardından o anda yazdığı bir piyesi köy meydanında sahneye koyacaktır. Piyese konu olan birbirine düşman iki çoban savaş esnasında bile düşmana ateş etmek yerine arkadaşına ateş edecektir. Ateş eden köye döndüğünde suçunu itiraz edemez, ağlamaya başlar. Piyeste verilmeye çalışılan mesaj gayet net ve açıktır; şayet birlik olmazsak ne iffetimizi koruruz ne de vatanımızı. O halde köyü mateme boğan hadiseyi dindirmek gerekti. O söz konusu abisini vuran adam yakalanır da. Bir başka hadise de ise Musalar köyüne savcıyla birlikte bayramlaşmaya gittiğinde bir ihtiyar “Gerçekten buraya bayramlaşmak için mi geldiğiniz”, hatta yemin billâh ettirir bile, tabiî ki yemin ederiz denildiğinde ihtiyar gelenlerin boyunlarına gözyaşları eşliğinde sarılarak kucaklaşırlar. Ah zavallı ihtiyar adam niye yemin billâh ettirmesin ki böylesi devletlû manzaraları şimdiye dek hiç görmedi ki. Ne diyelim, İşte devlet millet bütünleşmesi budur.
Ahmet Er, oğlu Bahadır kalça çıkığı tedavisi sebebiyle İstanbul 125. Er Eğt. Alayına tayini çıkıp yola koyulduğunda bindiği otobüse iki jandarma ve Ahmet Altıntaş adında elleri kelepçeli bir genç Ahmet Er’e yönelip şöyle der: Kumandan beni tanıdınız mı, şunu iyi biliniz ki aslında sağ kalışınızı önce Allah’ a sonrada anama borçlusun. Çünkü her dağa çıkışımda anam hakkında iyi kumandandır derdi, şayet o’na tetik çekersen emdirdiğim sütü helal etmem derdi. Düşünsenize annesine yapılan tek iyilik hoş sohbet çerçevesinde çay kahve ikram etmekti. İşte bir yudum çayın bu topraklarda karşılığı budur. Atalarımız boşa dememişler bir yudum kahvenin kırk yıl hatır var diye. Evet, o atasözü Ahmet Er’in şahsında mana kazanırda.
Bakalım Ahmet Er’i kader çizgisinde daha neler bekliyor. İstanbul 125. Er. Eğt. Alayına tayin işi iyi hoşta, burada da Alay komutanı “kışlanın kapısından bıyıklı subay ve astsubay girmeyecek” talimatı karşısında bıyığını kesmeyince kavga sebebi olacaktır, neyse ki askeri mahkeme de görülen davada hakkında beraat kararı çıkar. Derken Şişli İl Jandarma komutanlığına tayin edilir. İlk iş burada fuhuş yuvası Maslak otelini kapatmak olur. Üstelik otel sahibi Ermeni Ligor jandarma teğmeni Cengiz vasıtasıyla rüşvet karşılığında otellerime dokunmazsa ne ala, yoksa onu oradan tayin ettiririm şeklinde gözdağı vermeye kalkışır da. Tabi otel sahibi bu gözdağını verirken de jandarma komutanı, emniyet müdürü ve İstanbul valisine güvenerekten yapıyordu. Belli ki güvendiği insanların ödeyecekleri diyet borçları vardı. Ama karşısında öyle birileri yoktu artık. Bu kez başka bir teklifle Ahmet Er’i yoklayacaklardır. Bir gün odasına İzmirli Seyit Çavuş aracılığıyla kapatılan otel için yeni talipli birinin aynı maksatla çalıştırmak istediğini belirten dilekçe uzatıldığında sakınca teşkil ettiğini belirten bir şerh düşerek karşılık verir. Yetmedi ertesi gün bir deneme daha yapılır ve iki binbaşı; bakın bu pahalı imzadır, sonuçta atacağın imza atla deve değil ya, hatta devenin kulağı bile değil denilerekten sıkıştırılmaya çalışılır. Ahmet Er bu durum karşısında değil devenin kulağı, bari hiç olmazsa devenin bir tek tüyü temiz kalsın der. Sen misin böyle söyleyen, sonraki süreçlerde hakkında mobbing uygulamalar devreye girecektir. Güya Vilayet Jandarma komutan tarafından Maslak karakolu teftiş ettirdiğinde sigara izmaritlerinden geçilmiyormuş da hiç alakadar olmamış, güya saat 15.00 de aradığında birliğinde yokmuş, güya yok efendim zincirli karakolundan bir erin pantolonu sökükmüş de hiç ilgilenmemiş gibi ipe sapa gelmez asılsız iddialarla kendisinden yazılı savunma istenir. İlginçtir Ahmet Er, iddiaların hepsini tek tek yazılı olarak çürütmesine rağmen 3 gün oda hapsine mahkûm edilir. Bu cezanın onun için çokta önemi yoktu, zira bir insan haklı olduğu davada haksızlığa uğrasa da dikleşmeden dik durmasını bildikten sonra mahkûmiyet aslında o’nun için mükâfattır. Nitekim bunun manevi mükâfatını mahkûmiyetinin sonrasında Fatih İlçe Jandarma komutanlığına tayin edildiğinde görecektir. Öyle ki tayin edildiği yer manevi soluk almasına vesile olacaktır. Zira tayin edildiği yerin çok yakınında Mevlana Yetiştirme Yurdu vardı ki öğlenleri orada boynu bükük insanların arasında bir arada yemek yeyip manen soluklanarak elbet. Yine günlerden bir gün yurdun kapısında boynu bükük 5 genç görür. Meğer 18 yaşını doldurdukları için yurtla ilişkisini kesmişler, çaresizlikten boynu bükük bekler haldeydiler. Hani düşenin dostu olmaz derler ya, ama bu kez bu sözü boşa çıkartacak hamle Ahmet Er’den gelecektir. Derhal bu gençleri birliğinde ki asker karavanasından doyuracaktır. Ne de olsa gençlerin karınları doymuştu, artık Merkez Efendi mezarlığında eski gazete yığınların bulunduğu kerpiç binada yatarak huzur içerisinde uyuyabilirlerdi. Ahmet Er bunla da kalmaz bu çocukları Topkapı’daki fabrikalara işçi olarak yerleştirir de. Ancak çocukların gazete yığınları arasında yatıp kalktıkları bina yandığında açıkta kalırlar. Olsun canlarına bir şey olmadı ya, boynu büküklüğün ne demek olduğunu bizatihi hayatında yaşayan bir ağabey olarak hemen icabına bakıp bölüğünde miadı dolmuş çadırda kalmalarını sağlar. Ancak bir gün Mata Ayakkabı imalathanesinin ortaklarından biri cebinden çıkardığı gencin patrona yazdığı “Bu gün sarhoşum işe gelmeyeceğim” kâğıdı eline tutuşturulduğunda morali sarsılacaktır. Çünkü imalathane sahibi bu durumda işçi olarak çalıştıramayacağını söyler. Tabi Ahmet Er, pes etmez o genci hemen buldurup meseleyi sorup soruşturduğunda, meğer çocuk utancından altını ıslatmış olduğunu söyleyemeyip çıkış yolu olarak sarhoş olduğunu yazmış. Böylece mesele aydınlanmış olup çocuk tekrar işine kavuşur. Gençler bu jest karşısında bir gün Ahmet Er’e çok yük olduklarını düşünerekten kendi aralarında karar verip huzura çıktıklarında şöyle derler:
Siz bizim yeri geldi babamız, yeri geldi kardeşimiz, yeri geldi ağabeyimiz oldunuz, ama biz ise sürekli başına dert açtık sizi çok üzdük aramızda karar verdik kendi rızamızla bizi öldür şu mezara göm, hatta altına da imza atmaya razıyız. Tabi böyle bir şey olmazdı, ama böylesi ahde vefa duruş Ahmet Er gibi bir gönül adamın yüreğini dağlamasına yetecektir ve beraberce oracıkta ağlaşırlarda. Derken günler günleri kovaladığında 1957-1960 yılları arasında bir gün Fatih İlçe Jandarma komutanlığına Merkez Efendinin İmamı Nurullah Kılıç Efendiyle yolu kesişir. Karşılaştığı insan sıradan bir insan değildi elbet, Merkez Efendinin torunuydu, tasavvuf âlimi bir zattı, kendisinden çokta istifade eder. Yine tarihler 1960 yılını gösterdiğinde ise Harb Akademisi imtihanını kazanacaktır ama ihtilal içinde görev aldığı içindir akademiye devam edemez. Her ne kadar Bedrettin Demirel kendisinden MBK (Milli Birlik Komitesi) üyeliğini bırakıp akademiye gel diye ısrar etse de memleketin içine düştüğü hal ve şartları düşünerekten kendi şahsı geleceğini feda etmeyi tercih eder. Çünkü Ümit Özdağ’ın da dile getirdiği gibi memleketin üzerine karasaban misali çökmüş bir 27 Mayıs değil, 38 tane 27 Mayıs söz konusuydu. İşte bu hengâmede Ahmet Er memleketi kötü niyetlilere teslim etmemek adına bundan böyle ülkeyi kaotik durumdan çıkaracak formül peşinde koşacaktır.
27 Mayıs ve Ahmet Er
Malumunuz 1960’lı yıllarda CHP basın, üniversite ve Türk Silahlı kuvvetlerini habire tahrik ederek ihtilale adeta davetiye çıkarıyordu. Kışkırtma etkisini gösterirde, böylece ihtilal grupları türer. İster istemez Numan Esin, Muzaffer Özdağ ve Ahmet Er bu hususu Alparslan Türkeş’le de istişare edip kendilerini ihtilal ortamında bulurlar. Sonrasında bu gruba Dündar Taşer, Rıfat Baykal, İrfan Solmazer, Mustafa Kaplan’da dâhil olur. Bir noktada buna mecburlardı. Çünkü Milli Şef ihtilalin öncesinde mecliste şartlar tamam olunca ihtilal meşru olur demenin yanı sıra DP iktidarına gönderme yaparaktan “Sizi ben de kurtaramam” diyordu. Ki; ihtilal sonrası Akhisar’da Vehbi Bakırlıoğlu Ahmet Er’e “Biz Halk partililer silahlanmıştık Türk Silahlı Kuvvetleri müdahalede bulunmasaydı bizatihi biz harekete geçecektik “itirafında bulunmuştur. Anlaşılan o ki, Ahmet Er ve arkadaşları ordu içinde İsmet İnönü taraftarı çoğunluk teşkil eden subayların emellerine geçit vermemek ve halkın lehine söz sahibi olmak için ihtilalin içerisinde bulunmuşlardır. Öyle ya, madem ok yaydan çıkmış durum da, o halde bir şekilde ihtilalin seyrini memleketin lehine çevirecek şartları oluşturmak gerekti. Bu da vatandaşı kucaklayarak, Prof. Ali Fuat Başgil başkanlığında bir anayasa hazırlatarak, ortam sükûnet bulunca da DP üyelerini Türkiye’ye geri dönmelerinin ortamı sağlayarak, icabında İsviçre’de mecburi ikamete mecbur kılarak, dört yıl içinde ülkeyi seçime götürme şartıyla olurdu elbet. İleri sürdükleri bu şartlara rağmen kazın ayağı hiçte öyle çıkmaz, ihtilal sonrası DP mahkeme kararıyla kapatılarak bu iyi niyet girişimleri akamete uğrar. Hatta bu iyi niyetlerini ortaya koyan 27 Mayıs ihtilal bildirisi Türkeş tarafından “Dikkat, dikkat! Türk Silahlı kuvvetlerinin Türk Milleti adına tarafsız bir şekilde idareye el koymuştur” anonsuyla duyurulur. Ahmet Er ihtilalin ilk günü İstanbul Emniyet Yardımcılığı, ertesi günde İstanbul Vali Muavinliğini üstlenir. İhtilal sonrası başta Devlet ve hükümet başkanı Orgeneral Cemal Gürsel olmak üzere 38 kişilik Mili Birlik Komitesi komisyonu kurulur. Kurulan bu komisyonun listesinde yer almayan subaylar ise istifa edip birliklerine dönerler. MBK çalışmaları önce zabıtsız yürür, sonrasında TBMM’ye intikaliyle gizli olarak yürütülür. Bir gün Başbakanlık çalışmaları sırasında komite tarafından bir bildiri yayınlaması teklif edildiğinde Ahmet Er’in hazırladığı “Türk Milletini birlik beraberliğe, kardeşliğe çağrı” yapan bildirisi, böyle bildiri mi olur tarzında tartışmalar eşliğinde reddedilir. Bunun yerine Milli birlik ve beraberliğin tam aksine Kur Alb. Mithat Ceylanın “Düşükler gençlerimizin kollarını, bacaklarını, beyinlerini kıyma makinelerinde kıymışlardır” şeklinde çirkin sözlerin sarf edildiği metin kabul edilir. Tabi bu bildiri radyolarda okunduğunda Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel apar topar can havliyle komiteye geldiğinde “Bu bildiriyle hem kendinizi hem beni hem de devlet ve milleti rezil ettiniz. Kaldı ki az önce İngiliz Sefiri bile bana telefon ettiğinde Türk milleti bu derece merhametini kaybetmiş olamaz” diyor, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu tarzında sert çıkışacaktır. Her neyse artık olan olmuştu, yaklaşan bayramla Türk milletinin gönlünü alacak bir bayram mesajıyla durum vaziyet telafi edilme cihetine gidilecektir. Nitekim Ahmet Er bayram mesajı hazırlama görevini üstlenir de. Gerçektende bayram mesajı sevgiye saygıya, birlik beraberliğe, Mevlana’nın Yunusun aşk sofrasına davet içerikli olup Türk milletinin gönlünü alacak nitelikte duyurulur. Öyle ki, bu duyuru Osman Bölükbaşı gibi özü sözü bir lideri mest edip bütün arkadaşları adına Ahmet Er’i tebrik etmesine yetecektir. Ancak bu sevinç çok kısa sürecektir, komite üyelerinin ikişer kişilik gruplar halinde Türkiye’yi karış karış dolaşıyor olduğu günlerde bir gezi sırasında bir komite üyesinin adeta aba altında sopa gösterecek türden “Oturduğunuz yerde oturun 27 Mayıs hareketine karşı kıpırdamayın. İki tayyare uçurursak fare gibi kaçacak delik ararsınız” sözleri üstüne tuz biber ekecektir. Anlaşılan herkes Ahmet Er, Alparslan Türkeş ve Dündar Taşer gibi iyi niyetli değillerdi, herkesin kendine göre bir 27 Mayısı vardı. Her şeye rağmen yine de Ahmet Er, Alparslan Türkeş ve Dündar Taşer gibi isimlerin içinde bulunduğu 14’ler grup tarafsız adaletli bir idarenin egemen olması için gayret göstereceklerdir. Bilhassa CHP’nin ülke sathında gerilimi tırmandıracak dur durak bilmeyen aman vermeyen kuşatmasına karşı direnmekle dikkat çekeceklerdir. Hatta Cemal Gürsel “İsmet İnönü iktidar hususunda gerdeği girecek bir delikanlını heyecanını taşımakta” demekle işin vahametini ortaya dökmüşte. Nitekim bu iş için CHP’li bir avukat kullanılarak DP’nin kanuni müddet içinde kongre tarihini geçirdiği gerekçe gösterilerek kapatılması sağlanır. Yetmedi komite içerisinde Alb. Fikret Kuytak bir toplantıda kabül ettikleri “İsmet İnönü iktidara gelince bizlere senatörlük verecek” teklifini Ahmet Er’e de ilettiklerinde “Sizin bu siyasi rüşvet telifinizi kulaklarım duymamış olsun” şeklinde karşılık bulacaktır. Hakeza Ekim ayı başlarında yine bir toplantıda Ecevit’in Ulus gazetesinde savunduğu Tabii Senatörlük fikri görüşüldüğünde yine “Bu siyasi rüşvettir, oysa biz hiçbir karşılık beklemeden millete hizmet için yemin etmiştik” diyerek aynı kararlığını bir kez daha ortaya koyar.
Evet, İsmet İnönü iktidara gelebilmek için gerdeğe girecek kadar hırslıydı. Ne de olsa MBK içerisinde fanatik bir grup kendisine çalışıyordu. Ahmet Er’in Ankara ordu evinde bu hususta “Arkadaşlar bizler siyasi eşkıyalar değiliz, bakın kendi aramızda bile aramızda birlik sağlayamazken milleti nasıl bir araya nasıl getirebiliriz ki” diye endişelerini dile getirdiğinde Cemal Gürsel’in “Tansiyonu yükseltiyorsun, konuşmasını kesin” şeklinde verdiği önergenin kabülüyle konuşmasını noktalamak zorunda kalır. İşte görüyorsunuz Ahmet Er neye el atsa Cemal Gürsel bile yan çizip rahatsızlık konusu oluyordu. Yine bir seferinde ise, Ahmet Er’in ricası üzerine Prof. Şakir Berk radyoda Perşembeyi Cuma’ya bağlayan saatlerde dini sohbetler vermeye başlar. Basın Yayın Genle Müdürlüğünü yürüten Ahmet Yıldız bu durumdan rahatsız olmuş gerek ki bu insan hakkında “Ne diye bana gerici, yobaz birini göndermişsiniz, kendisini tanımam ama bunu Doç. Muammer Aksoy söyledi” der. Tabi Ahmet Yıldız’ın tavrı da hoş değildi. Düşünsenize ilmine irfanın hürmet duyduğu bu insan gerici ve yobaz olarak yaftalanıyor, bu durumda Ahmet Er’i derinden yaralar. Sadece dini konularda mı yaralanır, hukuk konusunda da öyledir. Zira MBK çalışmaları sırasında Orhan Erkanlı ile birlikte Vali Refik Tulga’nın evini ziyaret için gittiklerinde tam kapıdan içeriye girecekleri sırada dışarı çıkıyordu ki, hayrola nereye böyle dediğinde, cevaben “Ali Fuat Başgil denen adam evine oturmuş Anayasa taslağı hazırlıyormuş, bu meseleyi hocalara sormam lazım bunun için gidiyorum” der. Derken kendilerine eşlik edip üniversitede hocalarla bu meseleyi enine boyuna masaya yatırıp en son Heyeti Al-i varken evde anayasa taslağı hazırlamak fitneye sebep olur şeklinde orta bir yolla iş tatlıya bağlanır. Böylece Ali Fuat Başgil hocayı tutuklama planları suya düşmüş olur. Keza edebiyat alanında rahatsızlıklarda öyledir. Nitekim bir gün MBK üyesi “Orhan Erkanlı Peyami Sefa’ya Çetin Altan için sosyalist demişsin, bunu hangi hakla, hangi delille söyleyebiliyorsunuz, bu memlekette bir tek siz mi milliyetçisiniz” der. Peyami Sefa “Hayır ben delilsiz konuşmam, milliyetçilik konusuna gelince zaten milletimin her ferdi milliyetçidir” der. Bunun üzerine Ahmet Er araya girer “Muhterem Paşam görüyorum ki sorgulama halindesiniz, oysa ihtilaflar taraflar dinlenerek çözülür müsaade ederseniz muhterem hocamla görüşmek istiyorum” der. Müsaade alıp Peyami Sefa ile odaya girdiklerinde; Hocam sizi Türk gençliğin aydınlatan yazılarınızdan tanıyorum, müsaade ederseniz elinizi öpüp uğurlamak istiyorum, arka bahçeden taksiye bindirip uğurlar da. Tabi bu uğurlayış Peyami Sefa üzerinde unutulmayacak bir iz bırakır. Öyle ki, Ahmet Er 14’ler grubu olarak yurt dışına sürgün edilip 1962 senesi Kasım ayında Türkiye’ye döndüğünde ilk iş Prof. Dr. Süleyman Yalçın, Prof. Dr. Ayhan Songar’ı ziyaret etmek olur. Hoş beş sohbetin ardından kendilerine iki yıldan beri ordu da orta boylu, bıyıklı, esmer bir jandarma Yüzbaşıyı aradıklarını söylerler, dolayısıyla bu konuda yardımcı olmalarını istirham ederler. Ahmet Er nedenini sorduğunda, meğer Peyami Safa üzerinde çok büyük bir iz bırakan o hadiseyi onlarla da paylaşmış ve mutlaka o’nu bulun arkadaş olun demiş. Bunun üzerine Ahmet Er ayağa kalkıp çoktan arkadaş ve kardeş olduk bile deyip artık aramalarına gerek kalmaz.
Bir gün Bursa’nın Uludağ eteklerinde Soğukpınar köyünde merasime katıldığında konuşmacılar çarşafı eleştirip mantoyu övüyorlardı, o sırada tam ezan okunuyordu ki Atatürk Derneği Başkanı yüksek sesle “Arkadaşlar kim minareye çıkar Türkçe ezan okursa bu kalem Atatürk’ten yadigârdır” der. Bu durumda köy halkı şaşkına döner. Konuşma sırası Ahmet Er’e geldiğinde kendine yakışır üslupla yanlış konuşmaları düzeltip Türk Kültür Derneğini halkın hizmetine sunar da. Bir müddet sonra yurtdışına gönderildiğinde Muhtar Ali’den bir mektup alır. Mektupta; sayenizde açtığın kültür ocağında kitap sayısı arttığı gibi köylümüz kitapları okuyor da, ancak köyde çarşaflılarla mantolular arasında kavga çıktı, bende köye hediye edilen mantoların üzerine gaz yağı döküp yakmakla büyük kavganın önüne geçmiş oldum. Böylece muhtarda tedbiri elden bırakmayıp bir başka yanlışı düzeltmiş oldu. Zaten Ahmet Er açısından manto normal kıyafettir, çarşafsa aleyhine konuşmayacağı bir kıyafettir, sonuçta mektupta dile getirilen büyük kaosu önleyecek tedbirle maksat hâsıl olmuş olur.
Bir gece vakti İstanbul’dan Üsteğmen Eşref Dirlik telefonla Ahmet Er’i arayıp; İstanbul Emniyet Müdür Vahit Erdoğan’ın arabasıyla giderken yolda Çanakkale muhaberelerinde bulunmuş yaşlı bir vatandaşın sarığını yırttığını, sakallarını, saçını kestirip ve cascavlak evine gönderdiğini, sonrasında yaptıklarından dolayı o yaşlı adamın evine ziyaret edip özür dilediğini. Bunun üzerine o yaşlı zatın kendisine “Bak evlat, Atatürk bize Çanakkale’de sakal ve bıyık bıraktırdı, üstelik daha sonrasında sakallarınızı kesin emirde çıkmadı” diye nasihatte bulunduğunu dile getirerek içini döker. Tabii Ahmet Er bu ya, telefonda hemen üsteğmene bir kerede benim için ziyaret et elini öp ve özür dile ricasında bulunacaktır. Eşref Dirlik bu ricasını yerine getirirde.
Ahmet Er bir keresinde Çankaya’da bürokratlar, basın, sanatkârların davet edildiği Cumhurbaşkanı Cemal Gürselin verdiği resepsiyona katılır. Resepsiyonda Cumhuriyet Gazetesi sahibi Nadir Nadi ve Ulus Gazetesi Falih Rıfkı iki ünlü gazeteci yazarda vardı. Ve bu iki yazar resepsiyonda Ahmet Er ve Muzaffer Özdağ’ın yanına gelip “Halk evlerini Türk Kültür Derneklerine tahsis etmekle kapatmış olmadınız mı sorusuna karşılık, Ahmet Er Horasani bir cevapla “Halk evleri siyasi yuva haline gelmekle görevini yapamaz hale gelmiştir, Türk Kültür Ocakları kültürümüzün yayılmasına aracı olacaktır” şeklinde karşılık verir. Tabi Ahmet Er gazetecilerle konuşurken bir ara gözü Cemal Gürsel’e iliştiğinde etrafında 30-40 kadar kadın ve kız fotoğraf çektiriyorlardı ki zar zor kalabalık arasında yanına vardığında Gürsel sarhoştu, kendisine “Paşam! Korkarım yarın o fotoğraflarla Ankara caddelerinde afişe edilirsiniz, bu hususu takdirlerinize arz ederim” der. Ne yazık ki Gürsel elindeki kadehi havaya kaldıraraktan umursamaz bir edayla afişe etsinler der. Tabi devletin en tepesinde cereyan eden bu hadise Ahmet Er gibi bir gönül adamını içten içe üzse de maalesef memleketin o dönemlerde ahvali budur. Öyle ya, devletin tepesi böyleyse kim bilir altı nasıl dedirttirecek cinsten hadisedir. Nitekim MBK sıfatıyla Türkiye’yi ikili gruplar halinde dolaştığı gezileri sırasında kendisine il sınırına kadar refakat eden Denizli valisi eşliğinde Ankara’ya dönüşünde yolda en yoksul bir köylünün evine haber vermeksizin ayakkabılarını eşikte çıkarıp içeri girdiğinde çocuğuna yemek yediren hanım ayağa kalkacağı sırada “Lütfen oturun çocuğu doyurmaya devam edin” der. Vali ise ayakkabılarını çıkarmamıştı. Kadıncağız bir yandan Ahmet Er’in hal hatırını soran sözlerine kulak kabartırken, diğer yandan gözü de valinin ayakkabıları üzerinden ayırmıyordu. Derken evden ayrıldıklarında Vali, Ahmet Er’e bu durumun taaccübüne gittiğini ve bir anlam veremediğini söyler. Ahmet Er ne desin ki, halkın halinden ancak halkın içinden çıkan idareciler anlar. Zaten anlasa hiç kuşkusuz o da tıpkı Ahmet Er gibi eşikte ayakkabılarını çıkararak evin içerisine halktan bir insan olarak girmiş olacaktı.
14’ler ve Sürgün Hayatı
Her neyse bundan sonraki süreçte MBK komitesi içerisinde 14’lerin tasfiye harekâtı başlayacaktır. Nasıl mı? Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in Ragıp Gümüş Pala’yı arayarak var git Genel Kurmay Başkanlığını teslim al emriyle düğmeye basılacaktır. Görevine başladığı ilk günlerde Albay Alparslan Türkeş’i telefonla aradığında size hâkim albay gönderiyorum birde siz dinleyiniz der. Dinlediğinde koyu bir CHP taraftarı ve DP iktidarını mahkûm ettirmeye yönelik zehir zemberek sözler sarf edecektir. Alparslan Türkeş bunun devletin âli menfaatlerini zedeleyen sözler olduğunu belirterekten insaflı olmaya davet eder. Tabi Türkeş’in bu haklı çıkışı komite içerisinde Alparslan Türkeş ve arkadaşları DP’lileri koruyor şeklinde yorumlanır. Komite içerisinde bırakın fanatik CHP taraflarını ihtilalin olduğu gün yurtdışında Menderes hükümetinin Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü bile yurda döndüğünde daha ayağının tozuyla basar basmaz ağzından çıkacak ilk cümle Menderes’i suçlayacak beyanlarda bulunmak olur. Dolayısıyla hâkim albayın zehir zemberek sözlerine şaşmamak gerekir. Belli ki DP iktidarı kendi içinde ve dışında kuşatılmaya alınmıştı. İlginçtir Ali Fuat Başgil bunları yaparken 10 Kasım günü Yüzbaşı Mehmet Rıfkı’yı ziyaret için Başbakanlığa gelen CHP Mardin Milletvekili Dr. Vahap Dizdaroğlu Ahmet Er’le tanıştıktan sonra huzurlarında “MBK, DP’ye çok haksızlık yapıyor, CHP’nin bunda hiç mi kabahati yok” sözler sarf edecektir. Bunun üzerine Ahmet Er orada tebrik edip bize yardımcı oldunuz der. Yetmedi Dr. Vahap Dizdaroğlu “Size ben yakın bir tarihte bir liste getireceğim, orada CHP’nin oyunlarını göreceksiniz” sözlerini de ekler. Bunun üzerine o akşam Konya’da Alparslan Türkeş’in Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinde konuşması vardı ki oraya davet edip Türkeş’le tanıştırır da. Tanışma faslı bitip misafirini uğurladıktan sonra durumu Türkeş’e de anlattığında Ahmetçiğim durumu takip edelim der. Fakat ne var ki 13 Kasım olayı ile 14’ler sürgün edildiklerinde Dizdaroğlu’yla bir daha görüşmek nasip olmaz, böylece söz ettiği o vesika da sırra kadem basar.
Evet, MBK bölük pörçüktü. Hatta kendi aralarında şaka yolluda olsa bir gün bakalım hangimiz hangimizi paketleyeceğiz demekten imtina etmezlerdi. Paketleme işaretleri başlarda. İlk iş Alparslan Türkeş’i Başbakanlık müsteşarlığından alıp yerine CHP’li Hilmi İncesulu’yu getirmekle elbet. Tabi bunda ihtilalin tâ başından beri Sami Küçük, Madanoğlu ve bir grubun Cemal Gürsele şikâyetle “Albay Türkeş’in sizi tasfiyeyi düşünüyor” fitnesinin etkisi çok büyüktür. Oysa Türkeş’in Gürsel’le başlangıçta araları çok iyiydi, işte bu tip fitne faaliyetleri gün be gün aralarının açılmasına yetecektir. Derken 14’ler tasfiye edildikten sonra MBK, Talat Aydemir cuntasının kontrolüne girip rüşvetçileri, kapkaççıları, masonları, komünistleri sevindiren bir durum ortaya çıkar. Bu tasfiye girişiminden tek üzülen taraf Menderes ve arkadaşları olacaktır. Öyle ki, Menderes arkadaşı Vecihi Bey’e “Asıl ihtilal şimdi oldu, artık ümit kapılarımız kapandı” diyerek üzüntüsünü izhar eder. Gerçekten de 13 Kasım tasfiye harekâtından sonra İsmet İnönü’nün Tabii senatörlük rüşvetiyle koltuklara kurulacaklardır.
Artık yurt dışına görevlendirildiğini tebliğ için evine gelen Mehmet Özgüneş Devlet Müşaviri olarak kendisine üç ülke ismini vermesini talep eder. Ahmet Er bu ya, Hakkâri’de bir köyde öğretmenliğine talibim der. Dava arkadaşı Mehmet Özgüneş bu sözler karşısında duygulanıp bu talebi ilgili yerlere ilettiğinde kabul görmeyince, bu kez madem öyle çocuğumun tedavisine imkân verecek ülke olsun der. Derken Libya Büyükelçiliğine tayin edildiği haberini gazetelerde öğrenir. Önce Mürted Hava üssüne götürüldüğünde Alparslan Türkeş’te oradaydı. İçeri girdiğinde binbaşıdan abdest almak için su istediğinde sert çıkışırlar. Türkeş’le arada bir duvarın bulunduğu odanın kapısı aralandığında yağız çehreli bir erin işte size abdest için su getirdim demesi tüm yorgunluğunu üzerinden atmasına yetecektir. O er bu isteğini nereden duymuştu bilinmez ama Ahmet Er’in sırrını çözemeyeceği bir hadise olarak hafızasına kazınır. Bu arada Ahmet Er tutuklu olduğu odanın yan duvarına zaman zaman vurup pencereden konuştukları Türkeş’e “Albayım ne dersiniz yurt dışında iki yıl kalacakmışız.” Tabi durumu fark ettiklerinde pencereler çiviletilerek konuşmaları engellenecektir. Derken Türkeş Hindistan’a, Ahmet Er’de Libya’ya sürgün edilecektir. Türkiye’den ayrılırken o an bir seferinde Özgüneş’le Güneydoğu gezisinde Mardin’in Ömerli ilçesi halkının kuyruk olup içtiği çamurlu su aklına düşer ve eşinden o sudan bir şişe doldurup getirmesini rica edip öyle ayrılacaktır. Zaten eşi ve çocukları aradan 10-15 gün geçtikten sonra Tropili havaalanına indiklerinde eşi “Al sana Anadolu suyu getirdik” diyerek vazifesini yerini getirmiş olur. Her ne kadar adına sürgün denilse de buralarda bir dizi faaliyetlerde bulunmayı ihmal etmeyecektir. Nitekim bir dizi faaliyetler içerisinde bir gün Fizan’a doğru seyahate çıktığında arabasında bir mihmandar “Yolumuzun üzerinde gözleri kör bir muhterem zat olduğunu, işte şurada” dediğinde hemen selam verip kendini Türk Sefaretinden Ahmet olarak takdim eder. O yaşlı adam “Her ne kadar benden yaşça küçük olsan da ver elini öpeyim” der. Ansızın elini çekse de birbirlerinin elini öptüklerinde ‘Ahmet şimdi hangimiz kârlıyız’ diye sorar. Ahmet Er “Tabiî ki bir büyüğün elini öpmekle ben kârlıyım” der. İhtiyar “Hayır ben kârlıyım, bikere sen Fizan Çölünde kör bir bedevinin elini öptün, ben ise Osmanlının elini öptüm” diyerek adeta tarihe not düşmüş olur.
14’lerin yurt dışında aldıkları haber üzecektir. Çünkü Menderes, Polatkan, Zorlu hakkında idam kararı alınmıştı. Büyük bir tepki göstereceklerdir. Türkiye’de kimsenin gıkı çıkmadığı bir dönemde idamlar konusunda tek itiraz sesi Alparslan Türkeş’in Cemal Gürsel’e yazdığı mektupla gelir. Netice vermese de idamlara karşı gelmek kayda değer hadisedir. Hele ki idamlarda etkili olan ismin Talat Aydemir ve Halim Meşe’nin olduğunu öğrendiklerinde daha da yürek burkacaktır. Ahmet Er birde bunun üzerine 17 Eylül günü radyoda Menderes’in idamını öğrendiğinde eşiyle birlikte hüngür hüngür ağlamaktan kendini alamayacaklardır. 14’ler bundan sonraki aşamada Brüksel’de bir araya gelmeye karar verirler. Brüksel’de Kabibay’ın evine gidilir. Türkeş ise telgraf çekip toplantıya birkaç gün sonra katılacağını bildirir. Fakat aralarında içten içe liderlik yarışması kızışacaktır. Her neyse Türkeş toplantıya katıldığında “Arkadaşlar aranızda en kıdemli olarak 14’lerin lideri ben bulunayım” der. Tabi bu hususta toplantıda mutabık kalınmayınca 14’lerin her biri ancak kendini temsil edebilir, hiç kimse 14’leri temsil edemez noktasında karar kılınır. Böylece alınan kararla 14’ler paramparça tarihin sayfalarına gömülür. Artık bu noktadan sonra 14’ler 6 ve 8’ler olarak ikiye ayrılacaktır. Ahmet Er, Alparslan Türkeş’le Madrit’te ki toplantının ilk buluşmasında “Albayım 14’ler 6 ve 8’ler olmak üzere ikiye ayrıldık, benim sizin yanınızda yer almam memnun etti mi” dediğinde Alparslan Türkeş’in yüzü aydınlanıverir ve “Ahmetçiğim nasıl memnun kalmam ki” diye karşılık verir.
Sürgünden vatana dönüş
Evet, 14’ler iki yıl sonra yurda 6’lar ve 8’ler olarak döneceklerdir. Hatta döndüklerinde aralarından üç kişi CHP’ye katılacaktır. Partiye girdikleri gün İsmet İnönü “CHP’ye 27 Mayısla ilgili yapılan taarruzlara bu arkadaşlar cevap verecektir” söylemesi manidardır. Aslında bu İsmet İnönü’nün sinsi bir atağıydı. İlginçtir Cemal Gürsel 14’ler yurt dışına gittiklerinde “Beş para etmez adamlar” derken döndüklerinde ise bir gazeteciye verdiği beyanatta “Milli kahramanlar” diyecektir. Çünkü Türkiye’ye döndüklerinde ordu içinde11’ler ve 22 Şubatçılar gibi cunta faaliyetleri gırla gidip TSK içinde memnuniyetsizliğe yol açacaktır. Yani, dün İsmet Paşa’ya methiye düzenler bugün reddiye döşeyeceklerdir. Bu arada Talat Aydemir’de habire örgütleniyordu, ihtilal ve ihtilal sonrası programına ait bir sayfalık yazı hazırlamıştı bile. Ahmet Er bu durumda “Koca bir devlet bu bir sayfalık metinle idare edilemez” şeklinde gönderme yapıp tepkisini gösterecektir. Bu tepkisini Talat Aydemir’e aktardıklarında “Ahmet Bey’e söyleyin hareketimizi desteklemiyor bari kösteklemesin” diye karşılık bulur. Derken 21 Mayıs 1963 olaylarında birkaç ay önceydi ki Alparslan Türkeş Atatürk Orman Çiftliğindeki toplantıda “Arkadaşlar Talat Aydemir benimle görüşmek istiyor kabul edeyim mi, etmeyiyim mi” dediğinde Ahmet Er “Albayım; Menderes ve arkadaşlarını idamında etkili olan biri görüşmeyin” diye fikir beyan edecektir. Alparslan Türkeş o müzakerede kendi fikrini beyan etmez ama 10 Nisan 1963 günü Dikmen sırtlarında görüştüklerinde neyse kiTalat Aydemir’le anlaşamayacaktır. Her neyse akşam olduğunda Uzun Otelde toplanacakları sırada Numan Esin büyük bir telaşla “Talat Aydemir ihtilal yapıyor, şu an tanklar sokaklarda dolanıyor” diye içeri girdiğinde Ahmet Er “Bu Talat Aydemir’in ihtilalidir, asla bizim hareketle yakından uzaktan alakası yoktur” dediğinde bu görüş kabul görürde. Bu arada doğruca Türkeş’in evine gidip ona zarar gelmesin diye korumaya alacaklardır. Çünkü 14’ler içinde hesaplaşacakları ilk arkadaşı Alparslan Türkeş olacaktı. Madem öyle, bu iş için Vecihi Öğütçü ve Naci Kuşadalı Türkeş’i Numan Esin’in akrabası bir astsubayın evinde saklı tutacaklardır. Ahmet Er, Türkeş’in evinde radyoyu dikkatle dinliyordu ki radyodan önce TSK Genel karargâh adına Talat Aydemirin mesajı duyurulur. Neyse ki az sonra Yarbay Ali Elverdi Paşa radyoda ”İhtilale teşebbüs eden hareket önlenmiştir, devlete başkaldıranlar tutuklanmıştır, Türk ordusu duruma hâkimdir” diyerek adeta yüreklere su serpmiş olur. Böylece Türkeş’in saklanmasına gerek kalmayıp eve döner. Ancak sonradan Türkeş’in evinden alınıp götürdüklerini öğrendiklerinde kendilerine avukat tutup beraatini talep ederler. Nitekim Türkeş Mamak’tan tahliye olduğu gün karşıladığında Ahmet Er’e “Ah! Ahmetçiğim keşke senin sözüne uyup Talat Aydemirle görüşmeye gitmeseydim. Demek ki çekecek çilemiz varmış” der.
Aslında 21 Mayıs olayı Ahmet Er ve arkadaşlarının dernek kurma gayelerini de berhava eden hadise oldu. Geriye iki alternatif kalmıştı, ya parti kurmak ya da bir partiye girmek fikri kalır. Bir gün Türkeş’in evine gittiklerinde Muzaffer Hanım “Bugün Aslan, Dündar Bey, Muzaffer bey üçü buluşup CKMP’ye girecekler haberiniz var mı” der. Bunun üzerine Ahmet Er “Haydi arkadaşlar bizde gidelim arkadaşları oraya.” Gittiklerinde üçü de partiye girmişlerdi, merasim bitmişti de. Ahmet Er arkadaşlarına “Partiye giren arkadaşlar bize haber vermemekle hata yapsalar da bizde onları yalnız bırakmakla başka bir hata etmemeliyiz, geliniz girelim” dediğinde Esin ve Kaplan öfkelerine yenik düşüp girmezler, böylece Ahmet Er aynı gün partiye giriş beyannamesini imzalayarak üyeliği gerçekleşir. Hatta partiye katılmakla Ahmet Er, Dündar Taşer, Muzaffer Özdağ bölge müfettişi Alparslan Türkeş’te genel müfettiş olur.
Kongre hazırlıkları devam ediyordu ki Alparslan Türkeş ekibi ile CKMP eski yöneticileri kongrede karşı karşıya geleceklerdir. Ziya Tansu’nun evinde yapılan toplantıda bazı kimseleri delege imiş gibi gösterelim teklifinden tutunda gençlerden yuh ekipleri çıkartmasına kadar bir dizi etik olmayan teklifler sunulduğunda Ahmet Er’in morali bozulur. Kongre divanına Gökhan Evliyaoğlu seçilmişti ama doğrusu kongreyi adaletli idare etmeyecektir. Ve Alparslan Türkeş Başkan seçilir. Ertesi gün Ahmet Er Türkeş’in odasına girip istifasını sunup ayrıldığında yolda arkasından yetişilip Rıfat Baykal; dilekçeyi geri çek, hele bir dur daha yolun başındayız, sen ne yapıyorsun diye ricada bulunurlar. Zaten rica etmelerine de gerek kalmaz, dilekçesini yırtmış atmışlar bile. İlginçtir Baykal ve Özdağ yıllar sonra kendileri istifa ettiklerinde, bu kez Ahmet Er istifa etmeyin diye rica edecektir. Ahmet Er bundan sonraki siyasi hayatında mümkün mertebe siyasetin çirkinlerinden kaçıp partiyi bir ilim, irfan ve kültür merkezi gibi düşünüp öyle hareket edecektir. Nitekim bu doğrultuda genel kurulu idaresi bildirilerini kendileri hazırlayacaktır. Bir defasında hazırladığı ‘Müslüman Türk Milleti’ ile başlayan bildirisi tartışma yaratacaktır. Kimi sadece ‘Türk Milleti’ denilsin, kimide sadece ‘Müslüman’ kelimesi kalsın diye tartışmalar eşliğinde alelacele 9 ışık takdim edilir. Ayrıca Kurt Karaca’nın Milliyetçi Toplumcu eseri yazılır. Tabi bu eser sonradan national sosyalizm manasına geldiği içindir yasaklanır. Şu bir gerçek Türk ve İslam kavramları etle tırnak misali birbirinden ayrılmaz kavramlardı. Derken o sıralarda Ülkü Ocakları da açılmaya başlamıştı ki Ahmet Er tamamen kendini gençliğin yetişmesine adayacaktır. Bu doğrultuda Prof. Erol Güngör’den kitaplar hazırlamasını rica ettiğinde memnuniyetle der. Aynı gün Seyyid Ahmet Arvasi ve arkadaşlarıyla karşılaştığında, S. Ahmet Arvasi “Müsaade ederseniz bu eserleri ben hazırlayım” dediğinde Erol Güngör’e söz verdiğini söyler. Bunun üzerine Arvasi “Merak etmeyin aramızda konuşur meseleyi hallederiz sizi sıkıntıya sokmayız” der. Böylece iş halledilmiş olur. Derken MHP Genel Merkezi binasının alt katında kitap evi açılırda. Gerçektende bu tip faaliyetlerle gençlerde okuma iştiyakı çığ gibi büyürde. Ahmet Er gençlere Türklük Şuur ve Gururu, İslam Ahlak ve Fazileti bilinci aşılayacaktır. Bir seferinde Türk İslam sentezi dediğinde Ahmet Arvasi itiraz edip “Ahmet Abi! Homojen olmayan nesnelerin bir araya gelmesine sentez denir. Oysa Türk deyince benim aklıma İslam geliyor, İslam deyince de Türk geliyor. Gelin bu ifadeyi değiştirelim yerine Türk İslam Kültür ve Medeniyeti davası diyelim” dediğinde kendisini tebrik edip oracıkta kucaklaşacaklarda.
Ahmet Er 1967 İstanbul Kongresinde konuşmasını yapıp ardından Türkeş kürsüye geldiğinde üzerine basa basa “İçimizde yeni düzen icat edenler var, bizim düzenimiz 9 ışıktır, 9 ışıktır, 9 ışıktır" diye üç kez tekrar ettiğinde Ahmet Er burukluk yaşar. Sonradan Alparslan Türkeş kendisini il merkezine çağırdığında “Albayım, İslam bizim hayatımızın bütünüdür, ben köyüme ve tarlaya dönüyorum, Allaha ısmarladık” deyip oradan ayrılacağı sırada Alparslan Türkeş boynuna sarılıp ağlamaya başlar. Sonra çay içip sohbet ederler. Aslında Alparslan Türkeş gençlerin kendi kontrolünde tutma arzusundaydı. Bu yüzden Ahmet Er’in gençlerle ilgilenmesiden rahatsızlık hissederdi. Hele ki bir gün Dündar Taşer’in “Türkeş’in yanlışı benim doğrumdan daha doğrudur” sözleri can evinden vuracaktır. Çünkü Ahmet Er lider tartışalamaz, fikir tartışalamaz ilkesine karşıydı, Allahın rızası nerede ona itibar ederdi. Bu yüzden hakkında ileri sürülen gençleri pasifize ediyor suçlamasına maruz kalacaktır. Ahmet Er, Sait Bilgiç’e durum vaziyeti anlattığında özür dileyip tebrik edecektir. Allah’tan Ahmet Er inandığı davada yalnız değildi. Malatya’nın Pötürge ilçesinden Ankara’ya yerleşip ülkü yolu hareketine manevi ruh katan Ahmet Kayahan Efendi Hz.leri de vardı. Öyle ki Ahmet Er’in ifadesiyle bu mürşidi kâmil ülkü yolu gençliğinin doğuşunda, yetişmesinde ve çatısını kurmada çok büyük pay sahibidir. Bu yüzden böylesi bir zatı Türkeş’le tanıştırmayı ihmal etmez. Ahmet Kayahan Hz.lerinin yetiştirdiği gençlerin bir program dâhilinde Namık Kemal Zeybek’in görevlendirilmesini Türkeş’e arz ettiğinde kabul edecektir. Derken bu hareket içerisinde seminerciler denen çekirdek bir kadro oluşur. Hatta bu çekirdek kadronun bir dizi faaliyetleriyle yepyeni bir medeniyetin hamuru yoğrulur da. Buna rağmen hareket içerisinde bir takım aykırı sesler çıkacaktır. Nitekim ‘Milliyetçi Türkiye’ kitabını yazan yazarı dinlemek üzere Türkeş Başkanlığında toplantı yapılmıştı ki, Prof. Cengiz Uluçay, Alparslan Türkeş’e hitaben bir soru yöneltir: “Albayım, biz bu Arap tasallutundan nasıl kurtaracağız, dinde reform ne zaman yapacağız?” Bunu üzerine Ahmet Er araya girip “Bu din cihanşümul dindir, zaten reform din olarak gelmiştir, kaldı ki o görev siyasilerin işi değil müçtehitlerin görevidir” der. Böylece Ahmet Er muhtemel bir yanlışın alev almasının önüne geçmiş olur.
12 Mart ve Ahmet Er
Tarihler 1971’i gösteriyordu ki Silahlı Kuvvetler içerisinde ihtilalci gruplar demokrasiyi kesintiye uğratmak için 12 Mart hazırlığı içerisindeydiler. Ahmet Er Numan Esin’e bu sevdadan vazgeçmesini söylese de fayda etmez. Bu sevdadan vazgeçmediler de ne oldu, ihtilal hazırlığı içerisinde olanlardan Mürted Hava üssü komutanı Tuğgeneral Aydın Kırşıoğlu hastalanarak tedavi için Londra’ya gitmiş, Orhan Kabibay’da bel fıtığı olmuş. Bu durumu Numan Esin, Ankara’da Ahmet Er’le karşılaştığında “Şans yüzümüze gülmedi” diyecektir. İşte bu vahim hadiseyi önlemek üzere Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç 12 Mart 1971’de muhtıra vermekle geçiştirip Numan Esin ve arkadaşları tutuklanır da.
MHP’den fiilen ve hukuken ilk ayrılan Numan Esin olur. Ayrılmayanlardan da kırgınlık belirtileri nükseder. Ahmet Er’de Adana’da ki kongreye katılmayarak yokluğunu hissettirecektir. İzmir’de bir evde Türkeş’le baş başa kaldıklarında ayağa kalkıp göğsünü açtığında küçücük sivilceleri göstererek işte üzüldüğüm zaman benim vücudum böyle olur dedikten sonra beraber parti çalışmaları doğrultusunda Balıkesir’e seyahat yaparlar. Sonrasında Ahmet Er köyüne döndüğünde şöyle kendi kendine iç muhasebe yapar: “Neden insanlar bir hareketin içerisinde beraber oluyorlarda sonradan birbirlerine karşı düşman kesiliyorlar? İstiklal savaşını gerçekleştiren, Cumhuriyeti ilan eden kadroda sonra birbirine düşmedi mi? Biz 14’ler sürgüne giderken mevcut olan birliğimizi neden muhafaza edemedik? Türkeş grubu, Kabibay grubu diye ayrıldık. Türkiye’ye döndükten sonra Türkeş gurubu da kendi aralarında yeniden dağılmadılar mı? Neden, neden, neden? Maalesef Allah rızasını yerini korku ve menfaat almış durumda.”
Yine Ahmet Er 1969 yılında MHP’nin Cağaloğlu’nda ki İstanbul il merkezinde oturuyordu ki içeriye ismini bilmediği bir şahıs girdiğinde Türkeş’in yanına varıp gizli bir konuyu konuşmak istediğini bildirir. Bunun üzerine salondakiler salonu boşaltacağı sırada Türkeş Ahmet Er’e siz kalın der. Salon boşaldığında o şahıs şu bilgiyi verir: İstanbul’da Eli Burla biraderler Şevket Eygi’nin çıkardığı Bugün gazetesinde giderek Türkeş’in aleyhinde bir takım teklifler karşılığında yazı yazması için görüştüklerini. Neyse ki bu teklif gazete tarafından reddedilir. Fakat aynı ekip bu kez Mustafa Polat’a gittiğinde onlar kabul edeceklerdir. Gerçektende birkaç gün sonra Av. Bekir Berk’in baştan aşağı iftiralarla dolu kaleme aldığı ‘İslami Hareket ve Türkeş’ başlıklı yazdığı broşürde o şahısın verdiği haberin doğruluğu ortaya çıkmış olur.
24-25 Kasım 1967 yılında yapılan CKMP’nin 8. büyük kurultayın ikinci gününde Türkeş, Ahmet Er’in kulağına eğilip “Ahmetçiğim bir kapanış konuşması yetiştirebilir misin” diye sorduğunda İnşallah deyip genel merkeze giderek o konuşma metnini daktilo ettirip yetiştirir de. Hiç kuşku yoktur ki o metin tarihi bir metin olarak hafızalara kazınacaktır. Nasıl kazınmasın ki, işte o kapanış metin içerisinde en dikkat çeken cümleler Alparslan Türkeş’in hitabıyla şöyle anlam kazanır: “Ben Türk Milletini sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye, rüşvetle, hileyle çiğnenen, çiğnetilen hukuk düzenlerine, ahlaktan mahrum bir hürriyete, tefeciliğe, karaborsaya yer veren ekonomiye çağırmıyorum. Türklük şuur ve gururuna, İslam ahlak ve faziletine, yoksullukla savaşa, adalette yarışa, birliğe, kardeşliğe, kısacası Hak yolu, hakikat yolu, Allah yoluna çağırıyorum. Çağlar üzerinden sıçramaya çağırıyorum. Hareketin adını isteyenlere açıkça ilan ediyorum: Yeniden maneviyata dönüş. Hedefimiz Türkiye’yi aç hürler, tok esirler ülkesi yapmamaktır. Devletler para ile değil, inançla kurulur, parasızlıktan değil inançsızlıktan çökerler. Geleceğin büyük Türkiye’si selam sana.”
Seçimler ve Ahmet Er
Ahmet Er, 2 Haziran 1968 kısmı senato seçiminde CKMP’den Sinop adayı Mustafa Kaplan’ın yardım istemesi üzerine yanına vardığında “Yahu Ahmet, ben 15 gündür buralardayım, bu süre içerisinde bir Allah’ın kulu bu kapıdan içeri girmezken, sen daha dün akşam geldin 10 kişi birden partiye kayıt oldu. Bu işin sırrı ne dediğinde Ahmet Er, “Buraya indiğimde sabah namazından çıkanların uğradığı kahvede soluklanıp sohbet ettiğimizde ben onları partiye davet etmemiştim. Biz kahvede onlarla Allah’ı ipinde buluştuk der.
Alparslan Türkeş parti çalışmalarından fırsat bulduğunda dinlenmek için İzmir Gümüldere’ye giderdi hep. İşte bu gidiş gelişlerinde bir seferinde kahveden zehirlenmişti, bir seferinde de yine burada konakladığında hanımı Muzaffer hanımla yolda giderken yol hem asfalt hem de bomboş olmasına rağmen Alparslan Türkeş’e çarptığında baygın halde ağzından çıkan ilk cümle “Bana Ahmet’i çağırın” demek olur. Tabi Ahmet Er yanına vardığında Muzaffer Hanım kendisine “Ahmet Bey, yere düşer düşmez sizi andı, sizi istedi. Aslan sizi çok seviyor” der. Bu arada Ahmet Er Muzaffer Hanıma bu hususta kanaatini sorduğunda bir kaza değil suikast olduğunu söyleyecektir.
Bir seferinde de Alparslan Türkeş evinde MİT görevlisi Alb. Selahattin’in bildirdiği habere dayanarak kendisine suikast tertip edileceğini paylaşır. Bunun üzerine Ahmet Er, o MİT görevlisine “Albayım yanlış istihbarat almışsın, çünkü şu anda iktidarda değiliz, bu durumda niye öldürsünler ki” der. MİT mensubu oradan ayrılıp baş başa kaldıklarında “Ahmetçiğim sözlerin bana makul geldi. Ama gene de tedbirli olmak lazım” der. Ahmet Er ise “Hiç üzülmeyin, sıkılmayın, Allah görelim neyler, neylerse güzel eyler” deyip böylece bu tür konular teşkilatlara bildirilmeden suikast konusu kapatılmış olur.
Ahmet Er, 12 Ekim 1969 milletvekili seçimlerinde Manisa’dan adaydır. Seçim çalışmaları sırasında dinleyicilerden biri cebinden kâğıt çıkararak topluluk karşısında bağırarak “Efendim, ahlaktan faziletten bahsediyorlar, şu resimde Erbakan çıplak kadınla yan yanadır. Bu neyin nesidir?” Ahmet Er bunun üzerine kendilerine “Bu resim fotomontajdır, hiledir. Ve o vatandaş salonu terk edecektir. İşte Ahmet Er bu. Bir başka partinin liderinin hakkını koruyacak kadar etik sözler sarf eden Horasani bir şahsiyettir O.
Ahmet Er, bu kez 12 Ekim 1975 kısmı senato ara seçimlerinde Hasan Çulha ile birlikte Elazığ’dan senatör adayıdır. Elazığ il teşkilatı telefonla kendilerine Malatya Havaalanında kırk eli arabayla karşılayacağız dediklerinde “Ben bir arabaya sığarım, fazla arabayla gelirseniz aynı uçakla Ankara’ya dönerim” der. Gerçektende dediğini yaptırıp tek arabayla il teşkilatına gelirler, oradan da Karakoçan’a yola koyulduğunda yolda 40-50’ye yakın çocuklar avazları çıktığı kadar şöyle bağırıyorlardı “Türkeş’in Allah’ var, Türkeş’in Allah’ var, Türkeş’in Allah’ var” diye. Düşünsenize Karakoçan’da MHP teşkilatı olmamasına rağmen sabahın köründe o çocuklar sevgi seli gösterisiyle karşılıyorlardı. Az sonra şehrin yaşlılarıyla tanıştıklarında “Haftaya gelin, biz size meydanda bir kürsü hazırlayalım, o kürsüden halka hitap edin” diyeceklerdir. Gerçektende bir hafta sonra Hasan Çulha ile birlikte konuşma gerçekleşir de. Düşünsenize Başbakan Demirel büyük bir konvoyla Karakoçan’a uğramak istediğinde taşlı sopalı saldırıya maruz kalmış, ancak geniş güvenlik önlemleriyle ilçeye girebilmişti. Bu demek oluyor ki iktidar partisi de olsan halkın gönlünü fethetmek asıl mühim hadisedir. Nitekim Ahmet Er, teşkilat binası olmayan bir yerde “Aziz Elazığlılar ben sizden oy istemeye gelmedim, küsleri ve dargınları barıştırmaya geldim” diyerek bu gönül fethini başaran bir ağabeyimiz olarak siyasi tarihe not düşecektir.
1970-1980 yılları arası bir tarihte Genel Başkan yardımcılığını yürütüyorlardır ki odasına ülkü yolunun önemli isimlerinden Esat Güçhan odasına girdiğinde dışarıda sizinle iki vatandaş görüşmek istiyor. Ahmet Er “Gelsin” der. İçeri girdiklerinde kendisine birinin Siirt’in Tillo ilçesinden, diğerinin Eruh ilçesinden olduğu takdim ettiklerinde Tillolu vatandaşın yanına yaklaşıp “Fakirullah İbrahim Hakkı Hz.lerinin manevi ikliminden buralara gelmişsiniz” deyip elin öpecektir. Eruh’lu vatandaşta boynunu büktüğünü fark ettiğinde ise onunda gözlerinden öpecektir. Her iki vatandaş o an hıçkıra hıçkıra ağlayacaklardır. Ahmet Er “Hayırdır bir derdiniz mi var” diye sorduğunda, cevaben “Hayır efendim sevincimizden ağlıyoruz, CHP’liler bizlere MHP’yi Kürt düşmanı olarak lanse ettiler hep, oysa şimdi görüyoruz ki, anlatılanların hepsi yalanmış” diyeceklerdir. Ardından Türkeş’in makamına götürdüğünde o da iltifat ve ikramlarda bulunduktan sonra memleketlerine sevinç gözyaşları içerisinde döneceklerdir.
14 Ekim 1979 yılı senato seçimlerinde Alparslan Türkeş köye telefon ettiğinde "Ahmet Bey arkadaşlar sizi Muştan aday görmek istiyorlar.” Bunun üzerine Namık Kemal’in kullandığı arabayla yola çıkarlar. Orada MHP il yöneticileri ve ilçe başkanları ile toplantı yaptığında “Arkadaşlar seçim çalışmalarında ölçümüz şu olmalıdır: 59 dakika sohbet,1 dakika siyaset. Bu 1 dakikalık siyaseti sizin için ayırıyorum, benim için 60 dakika sohbet” dediğinde Namık Kemal Zeybek söz alıp “Muhterem Ahmet ağabeyimin ifade ettiği oranları ben tersine çeviriyorum 59 dakika siyaset 1 dakika sohbet" der. Tabii aradan yıllar geçip Namık Kemal Zeybek Kültür Bakanı olduğunda kendisini tebrik etmeye gittiğinde “Şimdi ne düşünüyorsunuz” dediğinde cevaben “60 dakika sohbet” diyecektir.
Evet, sohbet deyip geçmemek gerekir. Öyle sohbetler vardır ki insanın aklını başından alır da. Nitekim Muş’ta il yöneticileri Akbaş Baba isminde Hak dostunu ziyaret etmelerini istediklerinde ziyaretine gittiğinde üç beş kelamdan sonra kendilerine “Efendi neden geç kaldınız” sorduklarında Ahmet Er “Efendim ne gibi geç kaldık “ der. O zat cevaben “Yarın sabah çay içmeye gelirken bu hususu öğrenmiş olarak gelirsiniz” der. Ertesi sabah buluşup çay içtiklerinde Ahmet Er’in o an aklına 1961’de Libya”da sürgünde iken yazdığı ‘Hayal Ülke’ şiiri düşer. O şiirin satır aralarında geçen “Orada bağırıyor ak saçlı bir ihtiyar Muş Ovasından” bir cümleyi orada da okuduğunda, o piri fani zat “işte o bahsettiğin ak saçlı ihtiyar Akbaş Baba benim, o yıldan beri, yani tam 18 yıldır geleceksin diye yolunu bekliyorum” der. Ahmet Er hemen elini öpüp “Efendim ne olur bizim fakirhaneyi de ziyaret edip misafirimiz olun" der. Asasını sağa sola oynatıyordu ki “Memnun oldum, ancak Muştan ayrılamayız. Çünkü biz Muş’un köpekleriyiz, köpekler evden ayrılınca eve hırsızlar üşüşür” der. O arada yanımdakilere bakıp bunlar kimdir diye sual eylediğinde cevaben “Efendim Ülkücü gençlerdir” der. Bunun üzerine “Bunları iyi tanıyın, çok iyi tanıyın, Bunlar Mehdinin ordusudurlar” der.
Öylede sohbetler vardır ki insanı çileden çıkarır. Nasıl mı? Ahmet Er ertesi gün Muştan döndüklerinde bir misafirin var dediklerinde Demirci köyünden Şeyh Lütfi’ymiş meğer görüştüğümde kendisi:”Siz dün bizim köyü ziyaret etmişsiniz, bende iade-i ziyaret için gelmiş oldum.” Bunun üzerine Ahmet Er teşekkür ettikten sonra, kendisine “Şeyh Efendi birkaç gün önce Erbakan size gelip bir gece kaldı mı” sorduğunda ses çıkmaz. Bu kez “ Peki oy istedi mi” sorduğunda yine ses çıkmaz. Madem ses yok kendi kanaatimi söyleyebilir miyim der. Buyurun dediğinde Ahmet Er” Kanaatim odur ki Erbakan sizden oy istedi, sizde oy vereceğinize dair söz verdiniz. Oysa bunun adına irşad ocağı demezler parti ocağı derler. Siz mürşitliği o da müritliği ihlal etmiştir. Bu ne biçim tarikat ve bu ne biçim şeyhliktir” der. Tabi şeyh efendi kızarak” Ama sizede köpekçi (bozkurtçu) diyorlar” buna ne dersin? Ahmet Er ”Bu sözün sahipleri Erbakan’la Ecevit’tir” deyip şeyh efendi ile kavga etmeden oradan ayrılır. Bu olayın üzerinden beş altı ay geçmişti ki Ankara’da MHP Genel Merkezinde Genel Başkan yardımcılığını yürüttüğü sıralarda bir telefon alır: “Ben Muş’un Demirci Köyünden Şeyh Lütfi”, yani görüşme talebinde bulunur. Ahmet Er buyurun gelin dediğinde kendileri “Biz partide değil sizi filan yerde bekliyoruz. Buraya gelirkende lütfen perdesiz gelmeyin” der. Bu kez Ahmet Er, beraberimde Namık Kemal Zeybek’i getirsem olur mu? Olur derler. Derken tarif edilen adrese gittiklerinde Muş’ta ki olanlardan özür dilerler. Ahmet Er “Bu özrün sebebini anlayamadım” dediğinde “Size vermemiz gereken 4-5 bin oyu Erbakan’a verdik bizi affedin” der. Ahmet Er “Lütfen rahat olun” der. Bu kez Şeyh Efendi “Şükürler olsun dün akşam Erbakan’a içimi boşalttım Erbakan yemekte akrabalarınızdan bana verin onu milletvekili yapayım dediğinde bende kendisine yeter artık şu siyasetin kirli ellerini üzerimizden çek. Bizi şimdiye kadar siyasetin batağına çektin yeter. Eğer arzu edersen bizim partiden seni milletvekili çıkarayım“ diyerek geçte olsa bir gerçeğe parmak basmış olur. Evet, hakiki veliler ordusu çirkin siyaset oyunlarına alet edilemez.
Alparslan Türkeş’in acı günü ve Ahmet Er
1974 yılı Alparslan Türkeş’in acı senesidir, aynı baş yastığa koyduğu Muzaffer Hanımı kaybedecektir. Eşine o kadar bağlıydı ki her sabah kabrini ziyaret etmeyi ihmal etmezdi. Eşinin vefatında Ahmet Er, 10-15 gün Ankara’da Alparslan Türkeş’in evinde kalarak onu yalnız bırakmayacaktır. Bu vefat hadisesi Alparslan Türkeş’in ruh dünyasında da büyük değişimlere yol açacaktır. Öyle ki 77’li yıllarda Erzurum mitinginde şimdiye kadar alışılmışın dışında “Vatan bir, Devlet bir, Bayrak bir, Ezan bir, Peygamber bir, Allah bir” diyerek kitlelere hitap edecektir. Kürsüden indiğinde Ahmet Er, konuşmanız güzeldi fakat sizin değildi dediğinde Alparslan Türkeş “Doğru söylüyorsun benim değildi” der. Ahmet Er dayanamayıp “Haydi Abdurrahman Gazi Hz.lerini ziyaret edelim” dediğinde çok memnun kalıp ziyaret ederler de. Ziyaretin akabinde Erzurum’da otele döndüklerinde Ahmet Er’in odasında kahvaltı yaptıklarında “Albayım merhume eşiniz size bir mesajı var dediğinde bir anda Alparslan Türkeş’i heyecan sarıp nedir o mesaj? Bunun üzerine Ahmet Er “Bizim hanım manada merhume, muhterem yengemizi görüyorlar, Aslana söyleyin Milliyetçiler yorulmaz” diyor. Tabii Alparslan Türkeş’in gözlerinden yaşlar akıp “Ah Muzafferciğim sana malum oluyor” diyerek Ahmet Er’e sarılacaktır. Bu arada Ahmet Er otelde kaldıkları sürece Türkeş’le birlikte Abdul Kadiri Geylani Hz.lerinin ‘Fütuhul Gayb’ eserini okumayı da ihmal etmez. İşte yine o eserden birkaç sayfa okuduğu esnada Alparslan Türkeş Abdurrahman Gazi Hz.lerini bugünde ziyaret edelim mi, hem de bugünkü ziyaretimiz dünkünden çok farklı olacak. Ahmet Er “Hayırdır” diye sorduğunda cevaben “Sabaha karşı Haydi Abdurrahman Gazi Hz.lerini manada gördüm. Rüya âleminde ‘Efendi sen ve arkadaşın çok acelecisiniz. Dün ziyaretime geldiniz. Yerimde yoktum. Çok mühim bir işimi yarıda bıraktım. Sizi karşılamaya geldim. Biraz daha bekleseydiniz kapıları açık bulacaktınız. Sizi bugün bekliyorum’ dedi bana. İşte Ahmetçiğim bu ziyaretiniz bir davete icabettir” der ve huşu içerisinde o manevi makam ziyaret edilir de.
12 Eylül ve Ahmet Er
Gel gelelim 1980 yıllara. O yıllarda sokak çatışmalarının dorukta olduğu noktada 12 Eylül ihtilali gerçekleşir ve ilk tutuklananlar arasında Ahmet Er’de vardı. Tabii tutuklananlar daha sonra kademeli bir şekilde salıverilip nihayetinde hepsi beraat eder. Alparslan tutukevinden en son çıkandı. Tutuk evindeyken Mehmet Pamak’a 7 Temmuz 1983 itibariyle Muhafazakâr Partiyi kurdurur. 1985 yılında tutukevinde çıkınca Ahmet Er’le beraberce Konya’ya giderler. Geceleyin abdest alıp Alparslan Türkeş’in kapısını çaldığında “Albayım abdestliyim, geçmişte aramızda geçen her ne üzücü bir durum olmuşsa unutup toprağa gömelim, bu yeni bir başlangıç olsun, işte bu niyetle size elimi uzatıyorum” deyip el sıkışırlar. Sonra şöyle bir teklifte bulunur: “Gelin şu fani dünyadan göçmeden bu büyük davayı ehline teslim edelim. Hiç olmazsa gözümüz arkada kalmasın.” Alparslan Türkeş “Peki kimleri düşünüyorsun” der. Ahmet Er “Nevzat Köseoğlu, Nuri Gürgör, Acar Okan, Namık Kemal Zeybek, Muhsin Yazıcıoğlu, Hasan Çağlayan, Ayvaz Gökdemir ilk hatırlayabildiklerim isimler. Müsaade ederseniz isimler üzerinde daha da araştırabilir, inceleyebilirim” der. Tabii Alparslan Türkeş bu teklife pek sıcak yaklaşmaz. Kaldı ki Ahmet Kayhan Efendi Baba Hz.leri de Alparslan Türkeş’in yüzüne karşı “Sen bu davayı bırak, evine çekil hatıralarınızı yaz, işi ehline teslim et” diye dile getirdiğinde Alparslan Türkeş “Efendim ben de bırakmak istiyorum, lakin halk beni bırakmıyor” diyecektir. Bunun üzerine Ahmet Kayhan Efendi Baba Hz.leri en son noktayı koyup şöyle der: “ Hayır, aksi söyledin. Halk seni bırakıyor sen halkı bırakmıyorsun.”
Evet, belli ki Alparslan Türkeş’in siyasetten elini ayağın çekmeye niyeti yoktu, üstelik istişaresiz Mehmet Pamak’a kurdurduğu Muhafazakâr Parti yetmezmiş gibi, yine istişare etmeksizin bu kez bu kez 30 Kasım 1985 tarihi itibariyle MÇP ismi altında siyasi faaliyet gösterecektir. Tabi işin içinde istişare olmayınca Ahmet Er ve arkadaşları Türkeş’le olan yollarını ayırmaları kaçınılmaz hal alır. Nitekim Ahmet Er bu konuyu Ahmet Kayhan Efendi Baba Hz.leriyle de görüştüğünde kendisine "Evlat canını sıkma, istersen ayrıl” diyecektir. Böylece ayrılır da. Ancak 1987 yılının Eylül ayı içerisinde Türkeş ve Baykal hanımlarıyla birlikte köye ziyarete geldiklerinde Ahmet Er’i bir kenara çekip şöyle derler: “Bakın, teşkilatlarımızdan habire mektuplar ve telgraflar yağıyor, bize diğerleri gelmezse gelmesin, fakat bilhassa senin için Ahmet Er’siz olmaz, muhakkak getirin diyorlar. Gel gidip partiyi Genel Başkan Abdülkerim Doğru’dan teslim alalım.” Ahmet Er bunun üzerine son derece nazik bir üslupla “Albayım müsaade edin ben kalayım, siz devam edin” diyecektir. Tabii çok ısrar ettiklerinde onları hoşnut olarak uğurlayacaktır. Alparslan Türkeş köyden ayrılıp partiyi teslim almaya dursun, bu arada Manisa’da ülkü yolu gençlerinden Ethem Söylemez de Nizam-ı âlem dergisini yeniden çıkarmaya başlamıştı ki Alparslan Türkeş bu derginin ülkücüler tarafından okunmasını yasak koyması her şeye tuz biber ekecektir. Nitekim derginin kapatıldığı günlerde Türkiye sathında MÇP’nin şubeleri açılıyordu ki, Manisa’da da ülkücü gençler bu olayın burukluğunu hala atamamış olsalar gerek ki acaba bizde Manisa’da açalım mı açmayalım mı diye Ahmet Er ağabeylerine sorma ihtiyacı hissedeceklerdir. Tabii Ahmet Er, ne kurun ne de kurmayın diyordu. Ama şöyle bir etrafına baktığında yakından uzaktan ülkücülükle hiç alakası olmayan insanların hareket içerisinde yer edindiğini görüyordu ki gençlere sadece “aklınızı kullanın” diyecektir. Öyle ki meseleyi Ahmet Kayhan Efendi Baba Hz.lerine de aktardığında Ahmet Er’e “Git efendiye söyleyin gençleri sıkmasın. Onların sözlerine ciddi olarak kulak kabartsın” Bunun üzerine tarihler 1992 yılının Haziran ayını gösterdiğinde Alparslan Türkeş’i telefonla arayıp kendisiyle görüşmek istediğini arz ettiğinde müsait olmadığını, görüşmeyeceğini beyan edecektir. Böylece iplerin tamda koptuğu noktada bir daha da Ahmet Er ve Alparslan Türkeş birbirleriyle görüşmeyeceklerdir.
Muhsin Yazıcıoğlu ve Ahmet Er
Artık Bundan böyle yol arkadaşı Muhsin Yazıcıoğlu yar ve yardımcısı olacaktır. Ki, MHP içerisinde gelişmelerden Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları da rahatsızlık duyup partiden ayrılma müzakereleri girişecektir. Muhsin Yazıcıoğlu bu konuyu Ahmet Er’e de açtığında kendisine şöyle der: Her zaman için istifa edebilirsin. Ama biraz sabredin, olmazsa birde büyüklerimize danışalım.” Gerçekten de manevi dost bildikleri Ahmet Kayhan Efendi Baba Hz.lerine sorduklarında o da “Hele biraz daha sabredin. İstifadan sonra kurultaya gidin. Kurultaydan çıkan karar göre hareket edin” diyecektir. İşte bu müzakereler eşliğinde Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları en nihayet Alparslan Türkeş’le yollarını ayıracaklardır. Böylece yeni bir oluşum için kurultaya gittiklerinde parti kurulması noktasında karar çıkacaktır. Derken 99 kişilik kurucular kurulu listesiyle Söğütözünden görücüye çıktıklarında Türk siyasetinde yeni bir sayfa açılıp BBP saflarında faaliyet göstereceklerdir.
Şahsımın Ahmet Er ağabeyimle sadece Horasani el sıkışma hatırası var
Muhsin Başkan öteden beri bizim gerek gençlik gerekse olgun yaşlarımızda hep Başkanımız olarak bildik. Gençlik yıllarım doğup büyüdüğüm Bayburt ve mezun olduğum Erzurum Atatürk Üniversitesi, ilk memuriyete başladığım İstanbul Sultan Ahmet Sağlık Eğitim Merkezi ve memuriyetimin ikinci basamağı Balıkesir Sağlık Eğitim Merkezi’nde geçirdiğim yıllar içerisinde kendisini zahiren görme nasip olmamıştı. Ta ki Ankara Sağlık Eğitim Merkezine naklen atamam gerçekleşti, işte o zaman kendisini sık sık görme şerefine nail olabildik. Hele o’nun “Allah Resulünün hakikatleri dışında liderde teşkilatta tartışılır” diye yeni oluşumun fitilini ateşleyip Ankara Söğütözü’nde Büyük Birlik Hareketine start verdiği günden itibaren hiç tereddütsüz bu yeni oluşum içerisinde bizimde çorbada tuzumuz olsun düşüncesiyle halis niyetle hareketin fikriyatını ortaya koyan Nizam-ı âlem dergisi, Alperen Dergisi ve Gündüz Gazetesine yazdığım yazılarla destek vermeye çalıştım. İşyerimin Beşevler’de olması avantajıyla hemen her gün iş çıkışı Ankara Sıhhiyedeki Sağlık Bakanlığının arka sokağında BBP Genel Merkezine uğramadan eve gitmezdim. Derken iş çıkışı ve hafta sonları bu uğrayışlar sırasında bazen Muhsin Başkanı Genel Merkeze girişlerinde ya da çıkışlarda karşılaşıp göz göze geldiğimiz çok olurdu. Bir defasında da BBP Genel Merkezde Ahmet Er Ağabeyimizle karşılaştığımda sadece tokalaşmak nasip oldu. Olsun o mübarek Horasani eline dokunduk ya, bu dokunuş bize yeter artarda. Kaldı ki, Ahmet Er ağabeyimle bire bir zahiren tanışıklığımız olmasa da o bizim gönlümüzde Horasani Ağabeyimiz olarak taht kurdu hep. O şimdi Fetih gününde vuslata ermekle sünnet-i seniyyeye ittiba edip Sünnetçiler köyünde medfundur.
Ruhu şad olsun.
Kaynakça: Bkz. Hatıralarım, Ahmet Er, Alternatif Yayınevi Aralık 2000.