Tasavvuf kitaplarında evliyaların hayatlarına baktığımızda, mesela ‘Zamanın Gavs’ı’ gibi pek çok ifadeleri sıkça görebiliyoruz. Buradan şu anlam çıkar ki,  her devirde ‘Gavs’ hep var olacaktır. Hiç kuşkusuz Gavs’lar gökten zembille bu dünyaya inecek değillerdir, genellikle ehli tarik kanaldan gelmişlerdir hep. Dahası yaşadığımız şu dünya sathında ne kadar ‘Ehlullah’ varsa onlar arasından çıkmakta. Her ne kadar Gavs’lık makamında bir zatın Gavs olduğuna dair bir takım alametleri olsa da yine de bu alametlere dayanarak Gavs’ın varlığından ilmiyle amil olmuş rabbani âlimler hariç, halkın büyük çoğunluğu bihaber kalabiliyor. Sofilerden ise bilhassa seyr u sülukunu tamamlamış olanlar ancak zamanın Gavs’ını fark edebiliyor. Sonuçta avam ya da bizler, zamanın Gavs’ını fark etsek de etmesek de Ümmet-i Muhammed’in arasında yaşıyor olmasını bilmek yüreğimizi rahatlatıyor ya, bu yetmez mi? Çünkü o’nun varlığı Ümmet-i Muhammed’in kurtuluşuna ve dirilişine vesile umut ve bereket kaynağıdır. Elbette ki o’nun her daim varlığını hissettirmesi ümmetin yüreğine su serpip rahatlamasına yetecektir. Nasıl ki Cenab-ı Rabbül Âleminin lütfu ihsanıyla Resulü Ekrem (s.a.v.) bütün âlemin yüreğini rahatlatan soluk bir rahmetti, aynen öylede hiç kuşkusuz O’nun varisi hükmündeki Kutbul aktablar, Gavslar, Rabbani âlimler ve Evliyalarda solukturlar. Hele tasavvufi hayata girdikten sonra Cenab-ı Rabbül Âleminin neden Habib’i hakkında “Ey Habib’im, seni bütün âlemlere rahmet olarak gönderdim” diye beyan buyurduğunu şimdi daha iyi idrak edip anlıyoruz.

Öyle ya, Allah Resulü sadece yaşadığımız âleme değil, tüm âlemlere rahmet bir peygamberdir. Malumunuz kâinat yekvücut değil, içinde binlerce âlem vardır. Öyle ki, bağrında insan-ı âlemden âlemi Kübra’ya, âlemi hayvandan âlemi cemadata kadar her ne âlem varsa, tüm âlemler bu rahmetten faydalanmaktalar bile. Kaldı ki, gelmiş geçmiş tüm insanlık da tek âlem değildir, kendi içinde kâfir âlem ve Müslüman âlem diye bariz bir ayırım söz konusudur. İlginçtir bu çift kutupluluğa rağmen Resul-i Ekrem' (s.a.v.)’in yüzü suyu hürmetine herkes bu rahmetten istifade edebiliyor. Bu demektir ki canlı-cansız, mümin-kâfir hiç fark etmez herkes inen rahmetten hissesine düşen paydan bir şekilde menfaat almış gözüküyor. Çünkü Resul-i Ekrem (s.a.v.)’in meşrebi mahalli değil, geneli kapsar bir meşrebdir, yani âmdır (umumidir), elbette ki Allah Resulünün âlemlere rahmet olması gayet tabiidir. Düşünsenize Allah tarafından Peygamberimiz (s.a.v)’e uzanan halkada ne kadar peygamber gönderilmişse kimi bir memlekete, kimi bir kavme, kimi bir köye gelmiş, kimi bir şehre, kimi bir eve gelmiş, kimi de kendi nefsine peygamber olmuştur. Ama Resul-i Ekrem (s.a.v.) öyle değil, bütün âlemlere Peygamber olmuştur. Hakeza Gavs’da öyledir. Misal mi? İşte Seyyid Sıbğatullah Arvasi (k.s) çok acayip irşat edici ve takva sahibi bir Gavs’dı. Nereli derseniz kendisi Bitlis’e bağlı Hizan köyünde Gavs olmuş, ama kendisinden sonra bir bakıyorsun Gavs’lığının bereketi yerinde saymamış, ipi Seydayi Tahi (k.s) göğüsleyecektir. Hiç şüphe yoktur ki Seyda-i Tahi Hz.leri de çok büyük ariflerdendi, büyüklüğü Hizan köyüne ve Gavs'a bağlılığından gelmekte idi elbet. O halde köy deyip geçmeyelim, irşad elden ele devr oldukça mahalli olmaktan çıkıp umum irşada dönüşebiliyor. Nitekim Seydai Tahi Hz.lerinden sonrada Gavs-ı Hizani’nin rahmet ve bereketi tükenmedi, irşad yine devam edip bu kez emanete Şeyh Fethullah Verkanisi (k.s.) sahip çıkacaktır. Yani, o’da Hizan postuna oturan büyük zatlardandır. Keza Hazret Muhammed Diyauddin (k.s)’da öyleydi. Derken Suriye’den Şah-ı Hazne (k,s) emaneti devr alıp Türkiye’ye bir ‘Gavs’ hediye edecektir. Malumunuz, o hediye Gavs-ı Bilvanisi (k.s)’den başkası değildir. Böylece Gavs-ı Azam Abdülhakim el Hüseyni (k.s)  silsile halkasında yerini alır almaz emaneti Suriye’den Türkiye’ye taşıyıp Nakşibendî Tarikatının ikinci alev alışı diyebileceğimiz bir hadise yaşanacak, yani Türkiye ve Suriye’nin de sınırlarını aşacak bir umum irşad vuku bulacaktır.

Peki, iyi hoşta, ya ümmetten Gavs’ın varlığına inanmayanlar varsa? Onlar için elden bir şey gelmez elbet, adamlar inanmıyorsa inanmıyorlardır, zorla insanları inandıracak halimiz yok ya, onların tercihidir. Burada asıl bizim bu hususta nasıl bir duruş sergileyeceğimiz çok mühimdir. Şayet hiçbir kınayanın kınamasına aldırmaksızın doğru duruş sergiliyorsak, biliniz ki bu öyle yabana atılır cinsten sıradan bir duruş değildir, hiç şüphesiz bu zamanda Gavs’ın varlığına inanıyor olmak bile çok kayda değer bir duruştur bu. Malumunuz, bu zamanda değil Gavs’ın varlığına inanmak, tarikata inanmak da çok büyük bir erdemlilik ve çok büyük bir yüreklilik gerektirir. Cüneyd-i Bağdâdî (k.s) bakın ne diyor: "Bu tarikata (bu kapıya) inanmak bile keramettir." Hatta bir vasiyetinde de şöyle der: "Bu taifeye ve bu taifenin sözlerine inanan birisini görürseniz, deyin bana da dua etsin."

Evet, başta dedik ya, bir insan Evliyaya ve Gavs’a inanır ya da inanmaz, o kendi tercihidir, ancak burada can sıkıcı olan, sanki bu devirde Evliya ve Gavs’ın varlığına inanmak suçmuşçasına bize farklı gözle bakılıyor olmasıdır. Oysa aynı şeyi tersinden işlettiğimizde yine aynı can sıkıcı durumun bu kez başkaları içinde farklı boyutta yaşanması kaçınılmazdır. İşte bu tür ön yargıların doğurduğu bir takım acı travmaları göz önünde bulunduraraktan etrafımızda dolaşan bir kısım insanlar evliya ve Gavs’ın varlığına inanmıyorlar diye bizimde onlara farklı bir gözle bakmamamız icab eder. Hatta o insanları ikna etmek içinde uğraşmamamız gerekir. Hadi elle tutulur, gözle görülür vakıalar olsa bunda ikna etmeye çalışmakta bir sakınca yoktur diyebiliriz, ama işin ucunda elle tutulur, gözle görülmeyen fizik ötesiyle alakalı hususlar olunca ikna yönteminin pek işe yaramayacağı besbelli, inatla bir insanın üzerine gitmenin hiç bir anlamı olmasa gerektir. Yok, ben illa ikna edeceğim dersek kaş yapayım derken bir bakmışsın Allah muhafaza göz çıkarmış olursun. Her halde aklı başında olan hiçbir insan bu duruma düşmek istemez.

Öyle anlaşılıyor ki, ikna yöntemi daha çok elle tutulur gözle görünen vakıalar için geçerli bir usuldür. Düşünsenize bir insan dağda çobanlıkta yapsa bu gün gelinen noktada cebindeki cep telefonu vasıtasıyla dünyada ne olup bitiyor bir şekilde malumat sahibi olabiliyor, ama fizik ötesi âlem söz konusu olduğunda sübjektif âlemden haberdar olmak pek mümkün gözükmüyor. Hem bu âlemde manen gezinmek her babayiğidin harcı da değildir. Bu tamamen manevi donanıma sahip olmakla mümkün olabilecek bir kendini aşma hadisesidir. Dahası manevi âlemde gezinmek tamamen feraset ehli evliya-i kirama has bir keyfiyettir. Kaldı ki zamanın Gavs’ını bilmek için büyük bir feraset gerektirir. Şöyle ki, Şah-ı Hazne (k.s) bu hususa şu kıssayla açıklık getirir de:

Bir zamanlar çok sofisi olan bir şeyh varmış. Bir gün sofilerinden biri:
-Bana zamanın Gavs'ı kimdir bildirir misin diye rica eder.
Şeyh bunun üzerine:
-Sofi, ben sana yetmiyor muyum ki zamanın Gavs'ını merak eder durursun? Der.
Sofi:
-Efendim, hiç şüphe yoktur ki, siz bizim baş tacımızsın, ama yine de merak etmekten kendimi alamıyorum deyince,
Bu kez Şeyh;
-Madem öyle, git falan memlekete, falan köşede desti satan birisi var. İşte o destici zamanın Gavs'ıdır der.
Tabii sofi denilen yerde soluğu aldığında, desticiye:
-Bir desti almak istiyorum der demesine ama o anda her ne oluyorsa tam desticinin elinden destiyi alacağı sırada elinden düşüp kırılıverir. 
Destici neyse ki gayet sakin vaziyette:
-Zararı yok, der.
Sofi ise:
-Zaten vazgeçtim, başka bir desti de almayacağım der.
Destici yine sakin bir halde sanki ortada hiçbir şey olmamışçasına;
-Peki, sen bilirsin deyip onu dükkânından hoşça uğurlar da.
Gel zaman git zaman sofi yine şeyhi ile göz göze geldiğinde, bu kez şeyh sofisine: 
-Ey vah, zamanın Gavs’ı göçtü der.
Tabii merak bu ya, sofi hemen bu sözün üzerine balıklamasına dalıp yine şeyhinden zamanın Gavs’ını bildirmesini rica eder.
Şeyh sofisinin gönlünü yine kırmaz ve:
-Falan memlekette, filan yerde çömlek satan desticidir der.
Derken, sofi tarif üzere yine tez elden yollara düşecektir. Desticinin yanına vardığında hoş beş sohbetin ardından desti satın alacağını söyler. Ancak bu sefer ki destici önceki desticiden çok farklıdır. Sofi destiyi satın alır almasına ama şu uyarıya maruz kalmaktan da kurtulamaz:
-Bak bu alacağın destiyi sakın ola ki elinden düşürüp kırmayasın, yoksa senden yetmiş desti parası daha alırım.

Gerçektende kıssanın başında da dedik ya, zamanın Gavs’ını bilmek feraset gerektirir diye, işte görüyorsunuz tamda ferasetin alası bu anlatılan kıssada gizlidir. Öyle ya, sofinin ferasetine kalsa nerden bilecekti desticinin Gavs olduğunu. Üstelik desticilerin huyları suyları da bir değil. Ki, biri yumuşak ‘Yunus’ meşrebli, diğeri ise celalli ‘Yavuz’ meşreblidir. Şimdi gel de bu pirincin taşını ayıkla ne mümkün. Aslında şu da var ki, zamanın Gavs’ını bilmek sofinin üstüne bir vazife de değil zaten. Sofinin bilmesi gereken husus gayet net açık ortada, o da mensub olduğu tarikatın adab usullerini bilip uygulamak olmalıdır. Uygularken bu arada gönlünü mürşidinin dışında başka alanlara kaydırmamakta esastır. Çünkü bir kalpte bir aslan yatar. Nitekim gönül yolu da bunu gerektirir. Düşünsenize bir evladın kendi babasının dışında bir başkasına evlat olmaya heves ettiğini, o insanın soyu sopuna ne derece sadık bir şekilde bağlı kaldığından söz edebiliriz ki. Bakın Rasulüllah (s.a.v) bu hususta şöyle beyan buyurur: “Babalarınızdan yüz çevirmeyin. Kim babasından yüz çevirirse (soyunu başkasına dayandırırsa), bu küfür olur.” (Buharî, a.g.y; Müslim, İman, 113). Keza Allah Resulü (s.a.v) yine bir hadis-i şerifte ise “Kim bile bile babasından başkasına soy iddiasında bulunursa, ona cennet haram olur” (Buharî, Faraiz,29; Müslim, İman, 112, 114, 115) beyan buyurmakla bu gerçeğe işaret etmiştir. Madem öyle, soyca kendi soy kütüğümüzdeki cismani neseb bağımızı bilmemiz kadar, mensub olduğumuz tarikatın manevi soy ağacı diyebileceğimiz silsile-i şerifeyle olan bağlarımızı da bilmemiz icab eder. Ancak olur ya, belki aklımızın ucundan şu geçebilir; yukarıda zikredilen hadis-i şerif sadece cismani soy kütüğü ile alakalıdır, manevi soy ağacıyla ne ilgisi var diye. Evet, hadis-i şerifte her ne kadar cismani neseb soydan söz edilse de bu demek değildir ki bu hadis-i şerif manevi soy bağlılığını kapsamaz. Hem nasıl ki dinini inkâr eden dinsiz, soyunu inkâr edende soysuz olarak addediliyorsa, pekâlâ bir sofinin de mürşidinden başkasına muhabbeti kaydığında mensub olduğu tarikatın manevi soy ağacıyla hiçbir bağı kalmayacağından kral çıplak addedilmesi kaçınılmazdır. Ki, manevi bağlılık soyca bağlılıktan daha çok mühim güçlü bir bağdır. Nitekim bu hususta İbn’ul Fârız Yâiyye’deki 94. beyitinde: “Aşk yolundaki neseb bize ebeveynden olan nesebten daha yakındır. Bizim aramızdaki manevi nesep cisme bağlı olan nesepten daha yakın ve kuvvetlidir” (Bkz. Dîbâce, Dîvân İbi’l-Fârız, (thk. A. Mahmûd), s. 26) demekten imtina etmez de.

Evet, manevi neseb bağı öyle güçlü bir bağdır ki, ruhumuzun ihtiyaçlarını karşılayan manevi köprü bağdır dersek yeridir. Hele bu yolun yolcuları bu güçlü köprü bağın tadını ruhun derinliklerinde tatmaya görsün manevi babanın hakkı cismani babadan daha önde gelir demekten kendilerini alamaz da. Öyle ya, cismani baba evlatlarının maddi ihtiyaçlarını karşılarken, bir bakıyorsun manevi baba da habire manevi evlatlarının derdiyle dertlenip ahretlerini kurtarmaya yönelik her ne manevi reçeteye ihtiyaç varsa o ihtiyacı karşılamak için hemhal olmaktalar. Hemhal olmaya mecburlar da. Çünkü izini takip ettiği bizatihi Rasulullah (s.a.v)’in kendisi ümmetin kurtuluşu için habire çırpınıp duran bir Ümmet babasıdır. Nitekim Allah Resulü (s.a.v) kendisine tevdi edilen risalet vazifesinin sorumluluğunu üstlenir üstlenmez tüm insanlığı hak ve hakikat yoluna çağırır da. Derken bu çağrıya icabet edip “Ya Resulullah! Seni anamızdan, babamızdan, evlatlarımızdan çok seviyoruz, canımız sana feda” diyenler kurtuluşa erdiler, icabet etmeyip yüz çevirenlerse helak olmuşlardır.

İşte görüyorsunuz manevi baba sevgisi sahabenin yüreğinde “Seni anamızdan, babamızdan, evlatlarımızdan çok seviyoruz, canımız sana feda” yankı bulacak kadar çok güçlü bir bağdır. Sahabede yankı bulur da Gavs’larda yankı bulmaz mı? Elbette ki bir evliya Gavs’da olsa manevi soy ağaçtan beslenmektedir. Zaten ehli tarik bir zatın manevi soy ağaca olmaksızın Gavs olabilmesi adetullah dışıdır. İlla ki mensub olduğu tarikatın tasavvufi terbiyesinden geçip irşad edici bir kıvama gelmesi gerekir ki ‘Gavs’ olabilsin. Nitekim Gönüller Sultanı Seyda Hz.lerinin babası Şeyh Seyyid Abdülhakim el Hüseyni Hz.leri de Şah-ı Hazne (k.s)’ın silsilesinden beslenip maddi veraset bakımından Peygamberimizin (s.a.v.)’in otuzuncu göbekten torunu, manevi veraset bakımından da otuz yedinci durakta yer alan zamanın Gavs-ı Bilvanisidir. Bakın bu hususta Feyz Dergisinin Ekim-1995 sayısında Seyda Hz.lerinin halifelerinden Şeyh Molla Yahya el Abbasi el Haşimi Hz.leri ile yapılan bir röportajda bakın ne diyor:

“Gavs (k.s) zamanında biz Kasrik'te idik. Âcizane orada ben de çocukları okutuyordum. Ders veriyordum. Oranın bir imamı vardı, adı Abdurrahman Erol idi. Tabii, Molla Abdurrahman resmi imam olduğu için Bitlis’e devamlı o gidip gelirdi. Bir gün Bitlis’ten geldiğinde müftü ile arasında geçen mevzuyu bana şöyle anlattı:

-Bugün ben Bitlis'e gittim. Müftü beni çağırdı, müftünün adı Molla Abdülkerim idi. Beni odasına çağırdığında direk:  
-Molla Abdurrahman diye seslendi. 
Bende:
-Buyur kurban dedim.
Bunun üzerine bana şunu sual etti:
-Dün bana ahaliden Abdulhakim’e hemen herkes  ‘Gavs’ diyor dediler. Hatta fikrimi sordular da. Peki ya, sen ne diyorsun bu hususta, o’nun Gavs olduğunu kabul ediyor musun?
Ben de cevaben:
-Vallahi de Gavs, Billahi de Gavs'tır. Gavs’ın ta kendisidir dedim.
Evet, Gavstır dedim demesine ama Molla Abdulkerim bu cevabımı hayretle karşılayıp bana şöyle sitem eder:
-Sen nasıl olurda ona Gavs diyorsun, üstelik sen bu kadar ilme sahipte birisin.
Bunun üzerine:
-Efendim, sinirlenmeyin, hele bir sakin olun, istersen ben sana onun Gavs’lığını ispat edeyim. 
O’da:
-Nasıl yani?
Cevaben:
-Efendim her şey gayet net açık ortada, Bakınız ben otuz seneden beri Bitlis'teyim, ilmim de çok iyidir. Her cuma ben camide konuşurken en azından Ulu camide beş yüz ile bin kişi arasında beni dinleyenler olur. Beni millet dinliyor. Onlara ben Allah'ın kelamını Resulullah (s.a.v.)'ın sünnetini söylüyorum. Fakat gel gör ki dışarı çıktığım zaman kendimden başka hiç kimse yanımda yörem de kalmıyor. Benle beraber kalan sadece bastonumdur. Anlayacağın beni takip eden yok. Ama Şeyh Abdulhakim öyle değil, bakın kendisi bir köyde oturuyor. Üstelik köyde bir dağın eteğindedir. Köyün ne telefonu var, ne telgrafı, ne de mektubu, yani, hiçbir şeyi yok. İşte onca imkânsızlıklara rağmen bir bakıyorsun her daim etrafında elli-altmış-yüz sayıda kişi hiç eksik olmuyor. Muhakkak bu gelen insanları oraya getiren bir kuvvet var. Ki, o kuvvet Allah (c.c.)'dır. Eğer o Gavs olmasa o kadar âlim etrafına toplanamaz zaten. Demek ki, zahiri âlimle maneviyat âlimi arasındaki fark budur. Manevi âlim terbiye görmüş ve Cenab-ı Mevla (c.c.)'nın lütfuna mazhar olmuş ki,  Allah'ta (c.c) insanların kalbini ona çeviriyor ve o kadar insan etrafına geliyor.“

Hâsıl-ı kelam, fazla söze ne hacet, Allah rahmet eylesin Seyda Hz.lerinin Halifesi Şeyh Molla Yahya El Abbasi El Haşimi (k.s) röportajında şahit olduğu bir anekdotla meramımızı ziyadesiyle dile getirmiş zaten. Bize sadece her devirde var olduğuna inandığımız Gavs’ların her birini yâd etmek düşer.

Vesselam.