Malumunuz I. dünya savaşı sonrasında İngiltere’nin hâkimiyet gücü zayıflayınca Amerika baş aktör olarak sahne aldı. Tabii sadece sahne almakla kalmadı, süper güçte oldu. Derken ele geçirdiği güçle sırasıyla dünyanın neresinde monarşist bir idare varsa, nerede faşist bir idare varsa, nerede bir sosyalist idare varsa ülkeler üzerinde ki etkisini siliverdi. İşte ABD kendine rakip olacak her ne akım varsa bunları bir bir eritip, dünyanın tek kutbu veya tek jandarması konuma gelebilmiştir. Yetmedi gücüne güç katmak için hedef büyütüp kendince yeşil kuşak diye adlandırdığı fay hattına odaklandı. Ancak bu fay hattına odaklandığı ilk yıllarda, dünya sathında eskisi kadar pek iç ve dış savaş olmadığı içindir askeri alanda ki işleri sekteye uğradı diyebiliriz. Yine de süper devlet olmanın avantajıyla bu kez küresel ekonomik gücünü sivil güçler üzerinden ağırlığını ortaya koyarak bu alandaki açığını kapatmasını bilmiştir. Zaten dünyada yerli işbirlikçiler olduğu müddetçe değil ABD'ye, daha birçok küresel güçlerin çıkarlarına hizmet eden birçok piyon ülkelerin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Hiç kuşkusuz ortaya çıkan böyle bir tabloda sınırların pek bir ehemmiyeti kalmaz. Öyle ki, hudutları tel örgüler belirlemiyordu, bilakis ekonomik alanlar belirliyordu. Nitekim milli çizgilerin yerini milliyetsiz ekonomiler, yani paranın gücünü elinde tutan George Soros varı çizgiler yer aldı.
George Soros ekonomide liberalliği savunmanın ötesinde bir patron edasıyla kendince kapalı toplum ilan ettiği ülkelerin ekonomik modellerine de icabında üstü örtük reddiye döşeyen bir finans spekülatörüdür. İşte böyle bir hal vaziyet içerisinde milli ekonomiden yana tavır koyan ülkelerle milliyetsiz ekonomiden yana tavır koyan ülkelerin ekonomisini tekellerinde tutan finans spekülatörleri arasında kıyasıya kavgaların yaşandığı bir dünya ile yüzleştik. Bilhassa küresel sermayeyi elinde tutan güçler biryandan milli ekonomileri çökertmek için ülkeler üzerinde balans ayarları yaparken, diğer yandan da daha önceden hazırladıkları stratejik planlarla kendilerine kaynak olacak gerek enerji koridorlarının girişinde, gerek civarında, gerekse çıkışında her ne oluşum varsa tüm bu alanları terörle kontrol altına tutmaya çalışmışlardır. Bu kontrol ayarını kimi zaman El Kaide, kimi zaman PYD, kimi zaman PKK, kimi zaman IŞİD vasıtasıyla yapmışlardır. Böylece Ortadoğu ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesinin birer parçası veya piyonları, diğer süper güçlerinde pastadan dilim almasına hizmet eden neferler olması hedeflenir. Derken bu pozisyonda küresel projeye ayak uyduranlar ödüllendirilir, uymayanlarda ülkelerinde provakatif eylemler, karışıklıklar çıkartılarak gözdağı verilir. Hatta bu pozisyona direnen ülkelerin kendi iç problemleriyle başa başa bırakarak dünyadan soyutlanıp yalnızlaştırılır da.
Şurası muhakkak; I. Dünya Savaşı Osmanlı’yı yıkmak için planlanan bir savaştı. Zira stratejik plan gereği Ortadoğu’da Osmanlı şemsiyesi altında huzur ve barış içinde yaşayan topluluklar Devlet-i Aliyye’den koparılmışlardır. Maalesef beyaz adam bu topraklara ayak bastığı günden bugüne bu topraklarda kan ve gözyaşı hiç eksik olmadı, bu alanlar kanayan yaradır hala. Nasıl kanayan yara olmasın ki, bir kere Osmanlı sonrası Türkiye’nin konumu statükocu zihniyete teslim edilecek şekilde planlanmıştı. Bir başka ifadeyle Osmanlı ruhu bu topraklarda bertaraf edildiğinde Ortadoğu’nun kontrolü çok daha kolay olacaktı. Zaten öyle de oldu. Derken “böl-parçala-yut” stratejik politikalarla adına ancak kabile denilebilecek türden topluluklardan oluşan bir sürü devletçikler su yüzüne çıktı. Hatta ABD bunla da kalmaz, işi daha da bir garantiye almak adına buralarda İsrail’i konuşlandırmakla bölgenin kontrolünü sağlama alır da. Ne diyelim, işte görüyorsunuz balans ayarı böyle bir şeydir, balans ayarı birçok mağdur ülke icabında başına gelenlerin farkına varmaz da. Sonuçta farkına varılsa da varılmasa da bu ayarlar bir yapılmaya dursun bir bakmışsın sırasıyla 1979 İran devrimi, sonrasında Afganistan işgali, daha sonrasında Irak ve Suriye derken ABD’nin tamda istediği bir kıvamda Büyük Ortadoğu cehennemi bir tabloyla karşı karşıya kalırız da.
Peki ya Türkiye! Malum olduğu üzere ülkemizde sağ sol kavgası bahanesiyle gerçekleştirilen 12 Eylül 1980 darbesi, irtica bahanesiyle gerçekleştirilen 28 Şubat Post modern darbe, güya çevre duyarlılığı ve ağaç bahanesiyle gerçekleşen Gezi provası, yolsuzluk kılıfı altında 17-25 Aralık Paralel Darbe girişimleri gibi bir dizi ayarlamalar bu planın sacayakları olarak dikkat çekti hep. Tabii zinde güçlerin bir planı varsa, Allah’ında değişmez bir hesabı vardı elbet. Nitekim Oğul Bush, Irak'a girip Saddam’ı devirdiğinde önce sevinmişti, sonrasında Irak bataklığında saplandığını gördüğünde o an Vietnam bataklığını hatırladılar. Nasıl hatırlamasın ki, Irak Saddam belasından kurtulmuştu ama sonraki gelişmeler oğul Bush'un uykusunu kaçırmaya yetmişti. Dahası, okyanus ötesinden buralara kadar geldiler ama “Acaba yine ikinci bir Vietnam bataklığı yaşar mıyız” düşüncesi Bush'un beynine ok gibi saplanmış gibiydi. Hatta Bush o günlerde Amerika’da seçimler iyiden iyiye yaklaştığında Irak’a girmekle hata yaptığını itiraf etmek zorunda kaldı bile. Tabii itiraf etse ne, artık onu baştan düşünecekti, seçim bir kere kapıya dayanmıştı, pişman olmuş neye yarar ki. Hele kör kütük girdiği bu topraklardan geri dönse bir türlü, dönmese bir türlü. Belli ki, değneğin her iki ucu da kirli ve sivriydi. Şu bir gerçek; her inişin çıkışı olduğu gibi, her çıkışında bir inişi vardır. İşte bu değişmez kanun, er ya da geç ABD içinde kaçınılmaz bir alın yazısıdır. Hiç kuşkusuz nihai sonucu ancak Allah belirler. Çünkü kaderin üstünde kader vardır, o kader hele bir tecelli etti mi tüm şer odaklar kaçacak delik arar da.
George Soros ekonomide liberalliği savunmanın ötesinde bir patron edasıyla kendince kapalı toplum ilan ettiği ülkelerin ekonomik modellerine de icabında üstü örtük reddiye döşeyen bir finans spekülatörüdür. İşte böyle bir hal vaziyet içerisinde milli ekonomiden yana tavır koyan ülkelerle milliyetsiz ekonomiden yana tavır koyan ülkelerin ekonomisini tekellerinde tutan finans spekülatörleri arasında kıyasıya kavgaların yaşandığı bir dünya ile yüzleştik. Bilhassa küresel sermayeyi elinde tutan güçler biryandan milli ekonomileri çökertmek için ülkeler üzerinde balans ayarları yaparken, diğer yandan da daha önceden hazırladıkları stratejik planlarla kendilerine kaynak olacak gerek enerji koridorlarının girişinde, gerek civarında, gerekse çıkışında her ne oluşum varsa tüm bu alanları terörle kontrol altına tutmaya çalışmışlardır. Bu kontrol ayarını kimi zaman El Kaide, kimi zaman PYD, kimi zaman PKK, kimi zaman IŞİD vasıtasıyla yapmışlardır. Böylece Ortadoğu ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesinin birer parçası veya piyonları, diğer süper güçlerinde pastadan dilim almasına hizmet eden neferler olması hedeflenir. Derken bu pozisyonda küresel projeye ayak uyduranlar ödüllendirilir, uymayanlarda ülkelerinde provakatif eylemler, karışıklıklar çıkartılarak gözdağı verilir. Hatta bu pozisyona direnen ülkelerin kendi iç problemleriyle başa başa bırakarak dünyadan soyutlanıp yalnızlaştırılır da.
Şurası muhakkak; I. Dünya Savaşı Osmanlı’yı yıkmak için planlanan bir savaştı. Zira stratejik plan gereği Ortadoğu’da Osmanlı şemsiyesi altında huzur ve barış içinde yaşayan topluluklar Devlet-i Aliyye’den koparılmışlardır. Maalesef beyaz adam bu topraklara ayak bastığı günden bugüne bu topraklarda kan ve gözyaşı hiç eksik olmadı, bu alanlar kanayan yaradır hala. Nasıl kanayan yara olmasın ki, bir kere Osmanlı sonrası Türkiye’nin konumu statükocu zihniyete teslim edilecek şekilde planlanmıştı. Bir başka ifadeyle Osmanlı ruhu bu topraklarda bertaraf edildiğinde Ortadoğu’nun kontrolü çok daha kolay olacaktı. Zaten öyle de oldu. Derken “böl-parçala-yut” stratejik politikalarla adına ancak kabile denilebilecek türden topluluklardan oluşan bir sürü devletçikler su yüzüne çıktı. Hatta ABD bunla da kalmaz, işi daha da bir garantiye almak adına buralarda İsrail’i konuşlandırmakla bölgenin kontrolünü sağlama alır da. Ne diyelim, işte görüyorsunuz balans ayarı böyle bir şeydir, balans ayarı birçok mağdur ülke icabında başına gelenlerin farkına varmaz da. Sonuçta farkına varılsa da varılmasa da bu ayarlar bir yapılmaya dursun bir bakmışsın sırasıyla 1979 İran devrimi, sonrasında Afganistan işgali, daha sonrasında Irak ve Suriye derken ABD’nin tamda istediği bir kıvamda Büyük Ortadoğu cehennemi bir tabloyla karşı karşıya kalırız da.
Peki ya Türkiye! Malum olduğu üzere ülkemizde sağ sol kavgası bahanesiyle gerçekleştirilen 12 Eylül 1980 darbesi, irtica bahanesiyle gerçekleştirilen 28 Şubat Post modern darbe, güya çevre duyarlılığı ve ağaç bahanesiyle gerçekleşen Gezi provası, yolsuzluk kılıfı altında 17-25 Aralık Paralel Darbe girişimleri gibi bir dizi ayarlamalar bu planın sacayakları olarak dikkat çekti hep. Tabii zinde güçlerin bir planı varsa, Allah’ında değişmez bir hesabı vardı elbet. Nitekim Oğul Bush, Irak'a girip Saddam’ı devirdiğinde önce sevinmişti, sonrasında Irak bataklığında saplandığını gördüğünde o an Vietnam bataklığını hatırladılar. Nasıl hatırlamasın ki, Irak Saddam belasından kurtulmuştu ama sonraki gelişmeler oğul Bush'un uykusunu kaçırmaya yetmişti. Dahası, okyanus ötesinden buralara kadar geldiler ama “Acaba yine ikinci bir Vietnam bataklığı yaşar mıyız” düşüncesi Bush'un beynine ok gibi saplanmış gibiydi. Hatta Bush o günlerde Amerika’da seçimler iyiden iyiye yaklaştığında Irak’a girmekle hata yaptığını itiraf etmek zorunda kaldı bile. Tabii itiraf etse ne, artık onu baştan düşünecekti, seçim bir kere kapıya dayanmıştı, pişman olmuş neye yarar ki. Hele kör kütük girdiği bu topraklardan geri dönse bir türlü, dönmese bir türlü. Belli ki, değneğin her iki ucu da kirli ve sivriydi. Şu bir gerçek; her inişin çıkışı olduğu gibi, her çıkışında bir inişi vardır. İşte bu değişmez kanun, er ya da geç ABD içinde kaçınılmaz bir alın yazısıdır. Hiç kuşkusuz nihai sonucu ancak Allah belirler. Çünkü kaderin üstünde kader vardır, o kader hele bir tecelli etti mi tüm şer odaklar kaçacak delik arar da.
İÇ AHVAL
İşte dünya ölçeğinde bu gelişmeler yaşanırken, Türkiye'de ise 'Yurtta sulh, cihanda sulh' ekseni doğrultusunda pek suya sabuna dokunulmayan, yani içe kapanık bir dış politika izlenmiştir. Hatta bu politikaya destekleyecek suni ulusculuk faaliyetleri de bu işin tuzu ve biberi olmuştur.
Peki, izlenen ulusçu-ulusal politikalarla içte ve dışta barış rüzgârları esti mi dersiniz? Ne mümkün, ulusalcılığın slogancılıktan öte içi boş bir balon olduğu ortaya çıktı. Oysa ulusalcılık tabanın sesine kulak vermeyi gerektirir, ama gel gör ki; bizde tam tersi bir uygulamayla tavanın sesi ulusalcılık olarak addedilir hep. Tavanın sesine kulak verildi de ne oldu, çağdaşlık kılıfı altında halka dayatılan elbise bir türlü dikiş tutmadı. Nasıl dikiş tutsun ki, bir kere insanımıza giydirilmeye çalışılan elbisenin dar geldiği o kadar kendini belli eder ki, 2002 sonrası hükümetin bir umutla kardeşlik projesi adı altında “Birlik ve Dirlik” uğruna bunca yürüttüğü çözüm çabalar bile bu dikiş tutmazlık yüzünden gümbürtüye gitti de. Hakeza birilerinin Milli Birlik Kardeşlik Projelerinden çok fena halde canı sıkılmış oldukları o kadar net açıktı ki, ‘Madem sizler bizim batıdan ithal ettiğimiz elbisemizi giymek istemiyorsunuz bizde sizin kardeşlik projesine yönelik elbiseleri giydirmeyiz’ türünden bir ince göndermeyle ülke genelini kapsayacak provakatif eylemlerle çözüm sürecini baltalamaktan geri durmadılar. İşte Gezi Hadisesi, İşte 17-25 Aralık Paralel Devlet Darbe Girişim Rezaleti, İşte 2015 Kasım seçimleri öncesinde gerçekleşen Suruç Katliamı, İşte Ankara Tren Garı Canlı Bomba Hadiseleri bunun en can alıcı göstergeleri. Zaten Türkiye ne zaman Etnik meseleleri çözme noktasında bir irade ortaya koysa bir şekilde bu tür hadiselerle çözüm süreci ya rafa kalkabiliyor, ya da buzdolabında beklemeye alınabiliyor. Dış ve iç mihraklar şunu çok iyi biliyorlar ki, bu topraklarda yeniden kardeşlik yeşerdiğinde Özal’ın muştuladığı o “21. yüzyıl Türk asrı olacak” sözü bir hayal değil hakikat olacaktır, dolayısıyla iç ve dış mihraklar bizim asla ve kat’a iri ve diri olmamızı istemezler.
Peki, izlenen ulusçu-ulusal politikalarla içte ve dışta barış rüzgârları esti mi dersiniz? Ne mümkün, ulusalcılığın slogancılıktan öte içi boş bir balon olduğu ortaya çıktı. Oysa ulusalcılık tabanın sesine kulak vermeyi gerektirir, ama gel gör ki; bizde tam tersi bir uygulamayla tavanın sesi ulusalcılık olarak addedilir hep. Tavanın sesine kulak verildi de ne oldu, çağdaşlık kılıfı altında halka dayatılan elbise bir türlü dikiş tutmadı. Nasıl dikiş tutsun ki, bir kere insanımıza giydirilmeye çalışılan elbisenin dar geldiği o kadar kendini belli eder ki, 2002 sonrası hükümetin bir umutla kardeşlik projesi adı altında “Birlik ve Dirlik” uğruna bunca yürüttüğü çözüm çabalar bile bu dikiş tutmazlık yüzünden gümbürtüye gitti de. Hakeza birilerinin Milli Birlik Kardeşlik Projelerinden çok fena halde canı sıkılmış oldukları o kadar net açıktı ki, ‘Madem sizler bizim batıdan ithal ettiğimiz elbisemizi giymek istemiyorsunuz bizde sizin kardeşlik projesine yönelik elbiseleri giydirmeyiz’ türünden bir ince göndermeyle ülke genelini kapsayacak provakatif eylemlerle çözüm sürecini baltalamaktan geri durmadılar. İşte Gezi Hadisesi, İşte 17-25 Aralık Paralel Devlet Darbe Girişim Rezaleti, İşte 2015 Kasım seçimleri öncesinde gerçekleşen Suruç Katliamı, İşte Ankara Tren Garı Canlı Bomba Hadiseleri bunun en can alıcı göstergeleri. Zaten Türkiye ne zaman Etnik meseleleri çözme noktasında bir irade ortaya koysa bir şekilde bu tür hadiselerle çözüm süreci ya rafa kalkabiliyor, ya da buzdolabında beklemeye alınabiliyor. Dış ve iç mihraklar şunu çok iyi biliyorlar ki, bu topraklarda yeniden kardeşlik yeşerdiğinde Özal’ın muştuladığı o “21. yüzyıl Türk asrı olacak” sözü bir hayal değil hakikat olacaktır, dolayısıyla iç ve dış mihraklar bizim asla ve kat’a iri ve diri olmamızı istemezler.
Peki ya şu dış mihrakların kendileri aralarındaki ilişkiler nasıldır? Bu soruya cevaben ‘Al gülüm ver gülüm’ cinsinden ilişkiler dersek yeridir. Bakmayın siz onların öyle Hiristiyan ittifakı bir görünüm vermelerine, kazın ayağı hiçte öyle değil, habire Ortadoğu bölgesinde pastada pay alabilmek uğruna çıkar çatışması içerisindeler. Her ne kadar bu kıyasıya rekabet içerisinde kendi aralarında yaşanan çıkar kavgalarını pek belli etmeseler de yoğun diplomasi trafiğinden bunu anlamak pekâlâ mümkün. İlginçtir kendi aralarında bu çıkar kavgaları içerisinde zaman bulup ta Türkiye’ye biçtikleri rol ise, asla kendi haline bırakılmaması, daima gözönünde ve mercek altında tutulması gereken bir formatta kalması rolüdür. Belli ki, Türkiye’nin bu formatta kalmasında karar kılınması kendi etkisinden veya gücünden dolayı değil, engin tarihi birikimiyle Ortadoğu’da tek potansiyel denge unsuru olabilecek nitelikte ve geçiş yolları üzerinde köprü ülke konumda olmasıdır. Öyle ki engin tarihi birikime, jeopolitik ve stratejik öneme haiz böylesi cennet vatan ülkesi uluslararası arenada hiçbir zaman es geçilecek bir ülke değildir. Hatta Ortadoğu’ya saldıkları istihbarat ağlar vasıtasıyla kendi aralarında ki rekabetlerinde tek mutabık kaldıkları ortak payda: Türkiye üzerinden gerçekleşecek bir takım hesap ve çıkar ilişkisidir. İşte bu çıkar müşterekliğini korumak adına ayağınızı denk alın dercesine zaman zaman terör silahı ile ülkemize ayar çekebiliyorlar. Kelimenin tam anlamıyla terör hadiselerinin arka planında yatan sır bu ortak ilişkiler ağında kodlanmış durumda.
Hele şöyle 90’lı yılların genel fotoğrafına bir baktığımızda ülkemiz o günden bugüne sadece pazar kavgası veren ülkelerin güç rekabetine sahne olmamış, ayrıca PKK terör örgütüyle de başımızın ağrıtıldığına şahit oluruz. Sadece başımız ağrıtılsa yine gam yemeyiz, PKK kartıyla adeta 'al bunla oyalan ve debelen' de denilmiştir. Ve halen bu oyalamaca ve kovalamaca devam ediyor da. Madem bu oyun devam ediyor, o halde şu an önümüzde iki kavşak noktası var; ya yeniden kardeş olup birlik ve dirliğinin gereklerini yerine getireceğiz, ya da birbirimizin kuyusunu kazıyıp 2023 hedefinden uzak statükoculuk çukurunda çırpınıp durmak olacaktır. Hiç kuşkusuz bizim tercihimiz kardeş olmaktan yana bir tavırdır.
Bakın, Demirperde ülkeleri ne zaman ki bağımsızlıklarına kavuşup değişimin gereklerini yerine getirmekle gelişme trendine girdiler, işte o zaman gerçek anlamda bağımsız ülke olduklarının farkına vardılar. Düşünsenize Macaristan bağımsız ülke konuma gelir gelmez Avrupa Birliğine girme aşamalarını kat edip üyeliği gerçekleşir de. Hele Nazi Almanya’sı nasıl derseniz, artık ortada böyle bir Almanya’dan eser yok gibi. Tam aksine dünya sahnesinde demokrasinin merkezi görünümde bir Almanya var. İlginçtir Almanya ve Japonya I. ve II. Dünya savaşlarının toz duman ağır harabeleri altından çıkmasını bilip süper güçlerle yarışır duruma geldiler de. Biz ise onlar kadar toz duman harabe olmamamıza rağmen yerimizde sayar olduk. İlla toz dumandan söz edilecekse de bizim toz dumanımız her on yılda bir askeri darbelerle toz duman edilmeye çalışılan bir ülke olmamızdır. İşte bu toz duman vesayet zincirini kırmadan bir adım ilerlemek mümkün olmazdı. Dolayısıyla geri kalışımızı birileri kalkıp ta sudan bahaneler üreterek halkımızı kandırmaya kalkışmasın. Gerçek şu ki; silahların gölgesinde yıllardır bizi yalanlarla, talanlarla, kuru sıkı laflarla kandırmaya çalışarak bugünlere gelindi. Neyse ki 12 Eylül sonrası Turgut Özal iş başına geldi de Türkiye sathında nihayet değişim dönüşüm hamlesi start almış oldu. En azından bir nefes alıp çağ atladık. Özal sonrası malum, değişim dönüşüm hamleleri postmodern darbelerle akamete uğradı. Tâ ki zinde güçlerin muhtar bile olamazsın dedikleri Tayyip Erdoğan'ın siyasi yasağı kalkıp iktidara geldi, işte o zaman yeni bir nefes daha aldık. Bu nefes alışımızda 2002 hükümetinin Kopenhag kriterleri kozunu büyük bir ustalıkla iyi kullanması neticesinde hele şükür Türkiye’de yeniden değişim ve dönüşüm rüzgârlarının yeniden yeşerdiğine şahit olduk. Derken uzun bir aradan sonra ülkemizin üzerini kaplayan sis perdeler bir bir çekilip gelecekten ümit var oldukta. Bilhassa bu ümidimizde çok büyük katkı pay sahibi ve Rabia işaretiyle bu ülke hepimizin diyen Tayyip Erdoğan sayesinde Türkiye içe kapanık kabuğundan çıkıp ezilenlerin gür sesi, suskun dünyanın hür sesi, gücünü milletten alan, milyonların umut ışığı, zalimlerin korkulu rüyası, anaların duasında mazlumlara sırdaşı olan bir döneme girdik. İşin özü sessiz dönüşüm (sessiz devrim) gerçekleşir de. Fakat sanıldığının aksine bu sessiz devrim bir çırpıda gerçekleşmedi, köprünün altında çok sular akıp birçok badireler atlattıktan sonra vuku buldu. Tabii bu süreç içerisinde oligarşik zinde güçler hiç boş durmadılar. Tıpkı 28 Şubat sürecinde yaşanılan illegal faaliyet içerisine giren BÇG (Batı Çalışma Grubu) vasıtasıyla postmodern darbe yapmaya kalkıştıysalar, Tayyip Erdoğan döneminde de CÇG (Cumhuriyet Çalışma Grubu), DHKP-C, PKK, DAİŞ ve Paralel İhanet Çetesi gibi gruplar vasıtasıyla 27 Nisan 2007 e-muhtıra, Operasyon Ergenekon, Gezi olayları, 17-25 Aralık Hükümete Darbe Girişimi ve çözüm sürecini sabote etmeye yönelik 7 Haziran 2015 seçimlerin akabinde yeniden sahneye konan terör hadiseleriyle ayar çekme denemeleri hiç hız kesmemiştir. Neyse ki Tayyip Erdoğan’ın gerek Başbakanlığı döneminde gerekse Cumhurbaşkanlığı döneminde davasında kararlılık sergilemesi, Hakkın aşığı Halkın adamı bir mizaca sahip olması tüm bu oyunları bozmaya yetmiştir.
Bakın, Demirperde ülkeleri ne zaman ki bağımsızlıklarına kavuşup değişimin gereklerini yerine getirmekle gelişme trendine girdiler, işte o zaman gerçek anlamda bağımsız ülke olduklarının farkına vardılar. Düşünsenize Macaristan bağımsız ülke konuma gelir gelmez Avrupa Birliğine girme aşamalarını kat edip üyeliği gerçekleşir de. Hele Nazi Almanya’sı nasıl derseniz, artık ortada böyle bir Almanya’dan eser yok gibi. Tam aksine dünya sahnesinde demokrasinin merkezi görünümde bir Almanya var. İlginçtir Almanya ve Japonya I. ve II. Dünya savaşlarının toz duman ağır harabeleri altından çıkmasını bilip süper güçlerle yarışır duruma geldiler de. Biz ise onlar kadar toz duman harabe olmamamıza rağmen yerimizde sayar olduk. İlla toz dumandan söz edilecekse de bizim toz dumanımız her on yılda bir askeri darbelerle toz duman edilmeye çalışılan bir ülke olmamızdır. İşte bu toz duman vesayet zincirini kırmadan bir adım ilerlemek mümkün olmazdı. Dolayısıyla geri kalışımızı birileri kalkıp ta sudan bahaneler üreterek halkımızı kandırmaya kalkışmasın. Gerçek şu ki; silahların gölgesinde yıllardır bizi yalanlarla, talanlarla, kuru sıkı laflarla kandırmaya çalışarak bugünlere gelindi. Neyse ki 12 Eylül sonrası Turgut Özal iş başına geldi de Türkiye sathında nihayet değişim dönüşüm hamlesi start almış oldu. En azından bir nefes alıp çağ atladık. Özal sonrası malum, değişim dönüşüm hamleleri postmodern darbelerle akamete uğradı. Tâ ki zinde güçlerin muhtar bile olamazsın dedikleri Tayyip Erdoğan'ın siyasi yasağı kalkıp iktidara geldi, işte o zaman yeni bir nefes daha aldık. Bu nefes alışımızda 2002 hükümetinin Kopenhag kriterleri kozunu büyük bir ustalıkla iyi kullanması neticesinde hele şükür Türkiye’de yeniden değişim ve dönüşüm rüzgârlarının yeniden yeşerdiğine şahit olduk. Derken uzun bir aradan sonra ülkemizin üzerini kaplayan sis perdeler bir bir çekilip gelecekten ümit var oldukta. Bilhassa bu ümidimizde çok büyük katkı pay sahibi ve Rabia işaretiyle bu ülke hepimizin diyen Tayyip Erdoğan sayesinde Türkiye içe kapanık kabuğundan çıkıp ezilenlerin gür sesi, suskun dünyanın hür sesi, gücünü milletten alan, milyonların umut ışığı, zalimlerin korkulu rüyası, anaların duasında mazlumlara sırdaşı olan bir döneme girdik. İşin özü sessiz dönüşüm (sessiz devrim) gerçekleşir de. Fakat sanıldığının aksine bu sessiz devrim bir çırpıda gerçekleşmedi, köprünün altında çok sular akıp birçok badireler atlattıktan sonra vuku buldu. Tabii bu süreç içerisinde oligarşik zinde güçler hiç boş durmadılar. Tıpkı 28 Şubat sürecinde yaşanılan illegal faaliyet içerisine giren BÇG (Batı Çalışma Grubu) vasıtasıyla postmodern darbe yapmaya kalkıştıysalar, Tayyip Erdoğan döneminde de CÇG (Cumhuriyet Çalışma Grubu), DHKP-C, PKK, DAİŞ ve Paralel İhanet Çetesi gibi gruplar vasıtasıyla 27 Nisan 2007 e-muhtıra, Operasyon Ergenekon, Gezi olayları, 17-25 Aralık Hükümete Darbe Girişimi ve çözüm sürecini sabote etmeye yönelik 7 Haziran 2015 seçimlerin akabinde yeniden sahneye konan terör hadiseleriyle ayar çekme denemeleri hiç hız kesmemiştir. Neyse ki Tayyip Erdoğan’ın gerek Başbakanlığı döneminde gerekse Cumhurbaşkanlığı döneminde davasında kararlılık sergilemesi, Hakkın aşığı Halkın adamı bir mizaca sahip olması tüm bu oyunları bozmaya yetmiştir.
Evet, dün olduğu gibi bugünde PKK baş belasıdır. Bilhassa Saddam’ın devriliş sonrası o günkü konjonktürden istifade bir takım Kürt Grupların Kuzey Irak’ta koridor açmaya çalıştığı bir vaka. Hadi bu neyse de Kandil’den habire Türkiyeye gözdağı verir misyon yüklenmeleri gözlerden kaçmaz da. Her ne kadar 2002 sonrası iş başına gelen Erdoğan ve Davutoğlu hükümetleri bu meselenin çözümü noktasında silahlı grupların dağdan ovaya inmeleri yönünde bir siyaset izleseler de maalesef gelinen noktada halen bu mesele kangrenleşmiş problem olarak önümüzde durmakta.
Peki ya 2002 öncesi durum vaziyet nasıldı? Bu soruyu sorduk ama aslında vicdan sahibi her insan o yılları hatırlamak bile istemez, yine de biz gelecek nesillerin bilmesi açısından o yılları hatırlatmakta fayda var. Değim yerindeyse o yıllar tam bir felaket yıllardı, halka tepeden bakan ve halkın değerlerini hiçe sayıp birinci tehdit unsur ilan eden bir avuç zihniyet yüzünden halk olan bitenler karşısında sırra kadem basmış bir hal vaziyete bürünmüştü. Tabii Mahir Kaynak PKK’nın eylemleri karşısında halkın bu sesiz tavrını şu veciz sözle şöyle dile getirmiştir: “Halk bir dağ kadar sessizdir. Halktan duyduğumuz ses, sizin vereceğiniz bir sesin yankısıdır.” Gerçektende halk bir dağ kadar sessiz duruş sergilemiştir. Neden acaba? Her şey gayet açık ve netti. O yıllarda halkın gözünün içine baka baka bir avuç zihniyetçe hem “İrtica PKK'dan daha tehlikelidir” denilip aba altından sopa gösterilecek, hem de halk niye bu kadar duyarsız ve sessiz deyip sitem edilecek. Olacak iş mi? İşte bu gerekçelerle halkın pişkin zinde çevrelerin bu dışlayıcı yeni bir yapay ulus inşa etme girişimleri karşısında bir dağ kadar sessiz duruş sergilemesine şaşmamak gerekir, gayet tabi bir duruştur bu. Şayet halkı yok sayarsınız, halk ta sizi yok sayabiliyor, bu durumda halka sitem etmek kimin haddine. Meğer halkın bu son derece deruni sükût halinde vermek istediği ince anlam “Her ne kadar yumuşak başlı olsak da uysal koyun da değiliz” mesajıdır, tabii anlayana. Nitekim bunca yoğun medya bombardımanı arasında halk yeri geldiğinde sandıkta yumuşak koyun olmadığını göstermiş te.
Peki ya 2002 öncesi durum vaziyet nasıldı? Bu soruyu sorduk ama aslında vicdan sahibi her insan o yılları hatırlamak bile istemez, yine de biz gelecek nesillerin bilmesi açısından o yılları hatırlatmakta fayda var. Değim yerindeyse o yıllar tam bir felaket yıllardı, halka tepeden bakan ve halkın değerlerini hiçe sayıp birinci tehdit unsur ilan eden bir avuç zihniyet yüzünden halk olan bitenler karşısında sırra kadem basmış bir hal vaziyete bürünmüştü. Tabii Mahir Kaynak PKK’nın eylemleri karşısında halkın bu sesiz tavrını şu veciz sözle şöyle dile getirmiştir: “Halk bir dağ kadar sessizdir. Halktan duyduğumuz ses, sizin vereceğiniz bir sesin yankısıdır.” Gerçektende halk bir dağ kadar sessiz duruş sergilemiştir. Neden acaba? Her şey gayet açık ve netti. O yıllarda halkın gözünün içine baka baka bir avuç zihniyetçe hem “İrtica PKK'dan daha tehlikelidir” denilip aba altından sopa gösterilecek, hem de halk niye bu kadar duyarsız ve sessiz deyip sitem edilecek. Olacak iş mi? İşte bu gerekçelerle halkın pişkin zinde çevrelerin bu dışlayıcı yeni bir yapay ulus inşa etme girişimleri karşısında bir dağ kadar sessiz duruş sergilemesine şaşmamak gerekir, gayet tabi bir duruştur bu. Şayet halkı yok sayarsınız, halk ta sizi yok sayabiliyor, bu durumda halka sitem etmek kimin haddine. Meğer halkın bu son derece deruni sükût halinde vermek istediği ince anlam “Her ne kadar yumuşak başlı olsak da uysal koyun da değiliz” mesajıdır, tabii anlayana. Nitekim bunca yoğun medya bombardımanı arasında halk yeri geldiğinde sandıkta yumuşak koyun olmadığını göstermiş te.
Evet, böylesi bir duruş kimi çevrelerin canını sıkmış olsa da korkunun ecele faydası yoktu, o yıllarda bir noktadan sonra sükût hali zorunluluktu, dahası ‘Ya sabır’ demek gerekti. İster bunun adına fırtınadan önce sessizlik desinler, ister umursamazlık desinler, sonuçta günü gelip şartlar oluştuğunda “Sözde, Kararda Milletindir” gerçeği vuku bulurda. İşte sabrın sonu selamettir böyle bir şeydir.
Anlaşılan o ki, 2002 öncesi PKK’nın işlediği cinayetler karşısında halkımızı sokağa çekememeye neden olan asıl etken unsur kimi çevrelerin kendilerini halkın efendisi görüp habire senaryo peşinden koşmalarıdır. Onlar senaryo peşinden koşuversinler, bir kere onların hesap edemedikleri bir ince haslet vardı ki, o da halkın yüreğinde saklı feraset ve basiret hissidir. Bu bir anlamda perde arkasında neler olabileceğini sezdirecek tasavvufi kültür hissidir. İyi ki de bu kültür var, feraset ve basiret yanımız olmasa vay halimize, ömür boyu sloganların ve vesayet zincirinin esiri kalabilirdik. Şayet bize gösterilen nesnenin görünen yüzüyle karar kılsaydık toplum mühendisliği projelerinin oyuncağı, ya da maşası olacaktık. Zaten halk olarak bize izlettirilen filimleri izleye izleye bir hayli yorulup artık yeter gayri diyecek noktaya geldik te. Derken Türkiye üzerinde oynanan her oyunun perde arkasında yer alan bir takım zinde aktörlerin tezgâhı olabileceğini kavrar olduk. Dahası her izlediğimiz filim ve senaryolar bize şunu gösterdi ki; kırılgan bir fay hattı üzerinde konuşlanmış ülkemizde bizi birbirimize kırdırmak için mevzi almış durumdalar, yetmedi bizi terörle hizaya getirmek için metropollere sızıp canlı kalkan olabiliyorlar. Tüm olup bitenleri Tasavvufi kültürümüzün bize kazandırdığı feraset ve basiret yanımızla çok rahatlıkla görebiliyor ve olayları okuyabiliyoruz.
Evet, Horasan Erenleri bu topraklarda bizlere sadece bilinenleri değil bilinmeyenleri de aşılamış. Ve bu aşı tuttu da. Dahası bu aşılanmayla birlikte perde arkasını idrak edecek seviyeye geldik. İcabında tasavvufun öğrettiği o Lisan-ı hâl ile yıllardır bize üst perdeden bakan zihniyete karşı ‘Sükûtumuzdan anlamayan sesimizden hiçbir şey alamaz’ mesajını vermişiz de. Tâ ki bu sessiz çığlık 2002 Kasım seçimlerine kadar sürmüşte. Öyle ki; bu yıla kadar hor görülmüşlüğün, adam yerine konulmamanın sessiz çığlığını koruyup, kendi iç dünyamızda bu topraklarda kardeş bildiğimiz, kız verip kız aldığımız, omuz omuza cepheden cepheye koşup birlikte seferber olduğumuz Türk, Kürt, Laz, Çerkez ve yediden yetmişe tüm kardeşlerimizle aramıza ayrılık tohumlarının ekildiğinin muhasebesini yaptığımızda, emaneti ehli olana teslim etmesini bilmişiz de. İşte emaneti Tayyip Erdoğana teslim edene kadar ki zaman diliminde milletçe ‘Kahrolsun PKK’ sözleriyle başlayan sloganlara eşlik etmemenin şifreleri bu derin muhasebemizde saklıdır.
Evet, milletçe dağda üç beş çapulcu diye bize lanse ettikleri PKK şer örgütünün bunca yılı aşkındır üstesinden gelinememesine hep şaşa kalmıştık. Öyle ya madem üç beş çapulcu deniliyor, o halde niye haddi bildirilemiyor. Hadi bu neyse de, bir zamanlar şu Özel Tim Harekâtının asli görevinin dışında masa başı işlerinde görevlendirilmesine ne demeli, peki ya şu Türkiye için birinci tehdit PKK değil, irtica tehlikesi olduğunu deklare edenlere ne demeli. Hadi şimdi gel de tüm bu olup bitenler karşısında canımız sıkılmasın, hem de bal gibi sıkılır. Hatta bu arada canımız sıkkın halde “Bu vatanın Kuva-i Milliyecileri hep biz mi olacağız, biraz da seçkin ve elitist kesimin çocukları mücadele versin” türünden sessiz mesaj vermiş olduk ta. Belli ki halk olarak kullanacağımız tek silahımız var, o da yıllardır derin sinemizde kor ateş halde tuttuğumuz koca bir dağ kadar sessiz Yunusi duruşumuzdur. Yani dikleşmeden dik duruştur bu. Aynı zamanda bu duruşumuzda verilmek istenen mesaj “Onların topu, tankı, silahı varsa bizimde bir ben var birde benden içeri tercih sandığımız var” mesajıdır. Nitekim bu mesajın yansımasını kimi zaman halkın ‘Yeter Artık Söz Milletindir’ diyen Menderes’i iktidara taşımasında görürüz, kimi zaman halkın ’21. Asır Türk Asrı Olacak’ diyen Özal'ı iktidara taşımasında görürüz, kimi zaman da ‘Sözde, Karar da Milletindir’ diyen Tayyip Erdoğan'ı üç dönem iktidara taşımasında görürüz.
Şayet sandıktan halkla hemhal olacak böylesi liderleri iş başına getiremeseydik Türkiye üzerinde oynanan oyunları kolay kolay atlatamayabilirdik. Mesela bu oynanan oyunlardan en dikkat çekeni hiç kuşkusuz Hrant Dink cinayetidir. Maalesef işlenen bu cinayetle Türkiye uluslararası alanda köşeye sıkıştırmak hedeflenmiştir. Allah’tan Hrant Dink'in cenazesi içi boş sloganlara geçit vermeyecek şekilde uğurlandı da sahneye konmak istenen Ermeni Türk çatışması oyunu suya düşmüş oldu. Hele şükür Türkiye’de artık 1980 öncesinde yaşadığımız sağ-sol benzeri ayrılıkçı sahneler pek yaşamıyoruz. Besbelli ki terör hadiselerinden epey ders çıkarmışız ki, icabında oyuna karşı sessiz duruşumuzla oyun kurabiliyoruz. Kaldı ki; bu topraklarda tarihten bugüne Türk’üyle, Lazıyla, Kürdüyle, Çerkez’iyle, Arnavut’u, Boşnağı ve Romeniyle harmanlanmışız, ayrımız gayrımız yok. Dolayısıyla zinde güçler boşa uğraşmasınlar bu coğrafyada bir daha kolay kolay ayrılık gayrilik tohumları neşvü nema bulmaz. Nasıl bulsun ki, bir kere Türkiye geçmişte yaşadığı sağ-sol, Alevi-Sünni, Türk-Kürt ve Laik-Antilaik gibi ikilemlerden epey ders almış gözüküyor. O yıllarda iyi niyet hissimizden olsa gerek ‘Oyun içinde bir oyun var’, ya da ‘Bu işte bir hinlik var’ türünden bir öngörü hesabı yapamasak ta, sonuçta tüm yaşadıklarımız bir oyunun göstergesiydi. Dahası iç ve dış güçlerin beklentilerini karşılamak için bilinçli ya da bilinçsiz yapılan suni ayırımlar olduğunu geçte olsa fark ettik.
Evet, halk olarak artık bu ayrımların parçası durumuna düşürülmek istendiğimizin farkındayız. Zaten şimdiye kadar oynanan oyunlar bize gösteriyor ki; suni ayırımlar yüzünden Türkiye’nin hamle yapmasının önüne geçilmek istenmiştir. Neyse ki, artık karşımızda günden güne büyüyen ve büyük projelere imza atan bir Türkiye var. Tabii böyle bir Türkiye tablosu Milletimizi sevindirirken, birilerinin de dümen suyuna çomak sokmakta. Dahası Türkiye dünyada söz sahibi olup ağırlığını koydukça zinde güçlerde boş durmayacaktır, bu kaçınılmaz. Olsun önemi yok, dedik ya, yeise kapılmaya gerek yoktur, onların bir hesabı varsa, Allah'ın da değişmez hesabı var elbet, bu bize yetmez mi?
Velhasıl; bir görünen gerçekler var, birde görünmeyen gerçekler var. Görünen gerçekler bunalıma düştüğümüzde bağrımızdan Menderes, Özal ve Erdoğan gibi liderler çıkarabilmemizdir, görünmeyen gerçekler ise “Bir ben var birde benden içeri” diyen Yunusu duruşumuzdur. Bakalım yaşadığımız sürece daha neler göreceğiz, umulur ki Mevla, Levh-i Mahfuz’da hakkımızda güzel olanı yazmıştır.
Vesselam.
Vesselam.