Gülriz Sururi… Türk Tiyatrosunun devlerinden biri…

Cemal Süreya şöyle yazmıştı onun için:

“Gülriz’in gözleri elmacık kemiklerinin sarp kayalıklarının altında derinleşen iki göl gibi duruyor. Hiç bozulmayacak. Yaşadığımız dönem birtakım simgelerle anlatılırsa ileride, onunla da anlatılacak. (…) Tiyatromuzda daha zengin bir tereke düşünülemez. Kenterlerde de sanatsal aile değerleri var. Ama Gülriz’in bambaşka. Bu yönden Evliya Çelebi Seyahatnamesi gibi bir serüven söz konusu. Benzersiz, yenilenemez ve tek.”

Gülriz Hanım’ın ailesine bakalım önce, orada da anlamlı birikimler var: Annesi ilk Türk primadonnası Suzan Lûtfullah Sururi, babası ilk operet kurucularından Lûtfullah Sururi, amcası ünlü sinema oyuncusu Ali Sururi… 1929 doğumlu olan bu hâlâ güçlü ve görkemli olan çınarımız, Muhsin Ertuğrul’un isteğiyle 12 yaşında sahneye çıkmıştı. 

Gülriz Sururi’nin “Girmediğim Sokaklarda” adlı bir öykü kitabı vardır, 2003 yılında Doğan Kitap tarafından yayımlanan… Çok öykü okuyan, öykü yazan, öykü kitapları hakkında yazan, öykü kitapları olan birisi olarak söylüyorum, Gülriz Hanım, bana göre Türkiye’nin en iyi öykücülerinde biridir. Bu kitaptaki birçok öykü, okuyanların belleğinden asla silinmeyecek nitelik ve çarpıcılıkta öykülerdir. Yazar Sururi, tiyatroculuğun sağladığı çok sayıda edebi yapıtla tanış olma, o yapıtlardaki karakterleri tanıma ve canlandırma, bu canlandırmaları yaparken onların toplumdaki karşılıklarını arama ve bulma uğraşları sebebiyle birçok öyküyü biriktirmiş içinde, demlemiş yıllarca ve sonra kitap haline getirmiş…

Bu kitapta “Rengârenk” adlı bir öykü vardır Yaşar Kemal’e adanmıştır, bugün de mutlaka okunmalıdır bu öykü… Bu uzun öykünün tamamını buraya alacak değilim. Bir özetleme yapacağım, sonra da son bölümünü paylaşacağım.

Altan, anne ve babası emekli öğretmen olan çiçeği burnunda bir öğretmendir. Doğu’da yolu, izi, elektriği bulunmayan, evleri mağara ve okulu baraka olan bir Kürt köyüne atanmıştır. O köyün ağasının kızı vardır, adı: Fincan. Köyün falcısı Çakır Sakine ona “Senin kısmetin uzaklardan gelecek, at üstünde gelin olarak görüyorum seni, sonrası ise kıpkızıl bir gökyüzü” demiştir. Altan gelir köye, okulu açar, öğrenime başlar Fincan da öğrencilerinden. Fincan’ı daha köye adım atmaz görmüştür, vurulmuştur ceylan gözlerine. İş ilerler, Altan ve Fincan’ın düğünü kurulur. Sonrasını kitaptan aktaralım:

“İşte o an gelmişti. Gelinin atı uzaktan gözüktü ardında sağdıçlarıyla. Zurnalar, davullar o yana seğirtti. Ak atın üzerinde al gelinliği ve duvağıyla rüya gibiydi Fincan. Gelin alayı yavaş yavaş yaklaşıyor, Altan gördüklerine inanamıyor, seyretmeye doyamıyordu Fincan’ı. Gelinin atı meydana yaklaştı. Damadın atı da yaklaştı, tam ortada buluştu atlar. Altan elini uzattı atın üstünde ceylan gibi duran Fincan’a, elleri birbirine değdi. Aynı anda zurnalar, davullar coştu; kızlar hep bir ağızdan zılgıt çekmeye başladılar. Zılgıta zurnanın, davulun sesi karıştı, havaya sıkılan tabanca sesleri karıştı. Tabanca sesine de bir bomba sesi karıştı. Tam o anda Fincan, ‘Altan al atın üstünde bir tay gibi’ diye düşündü. Aynı an, gökyüzü aydınlandı, aynı an Fincan’ın al gelinliğinden al kanlar fışkırdı. Gök kızıla boyandı. Atı şahlanan Altan’ın beyaz gömleği kana bulandı; kolu, bacağı, dört bir yana saçıldı. Ne Memet Ağa sağ kaldı, ne Zeyno Ana, ne Çakır Sakine. Ölenlerin sayısı bilinmedi. Ara arda patladı bombalar. Düğün giysileri içinde parçalanan genç, yaşlı insan cesetleri yerlerde rengârenk cennet çiçekleri gibiydiler.

13 Eylül 1994 tarihli bazı gazetelerin iç sayfalarında üç satırlık şöyle bir haber vardı:

‘Aileden kimse sağ kalmadı’
‘En az 20 ölü, 30 yaralı.’

‘…’in Saklıköy’ünde, ağanın kızının düğününde bombalar patladı. Kızını köyün öğretmeni ile evlendiren Memet Ağa’nın bir süre önce koruculuk yapmayı kabul ettiği için PKK’lılar tarafından cezalandırıldığı sanılıyor.’”