İlkokul üçüncü sınıf perdesi, bizim için yeniliklerle açılmıştı. Okula başladığımız ilk gün, ilk şaşkınlığı yaşadık… Öğretmenimiz değişmişti… Ki en çok da ben şaşırmıştım. Çünkü ikinci anam gitmiş, yerine bir erkek öğretmen gelmişti. Üstelik genç, tiril tiril giyimli, gözlüklü(müydü acaba?), boynunu hafif yana eğerek konuşan biri…
İlkokul üçüncü sınıf perdesi, bizim için yeniliklerle açılmıştı. Okula başladığımız ilk gün, ilk şaşkınlığı yaşadık… Öğretmenimiz değişmişti… Ki en çok da ben şaşırmıştım. Çünkü ikinci anam gitmiş, yerine bir erkek öğretmen gelmişti. Üstelik genç, tiril tiril giyimli, gözlüklü(müydü acaba?), boynunu hafif yana eğerek konuşan biri…
Ben şimdi ne yapacaktım? Bu adam kimse, benim ikinci anamın yerini tutacak mıydı? Herkes onun çevresini sarmış, cıvıl cıvıl konuşurken ben arka sıraya oturmuş sessiz sedasız olanları izliyorum. Anladım, benimki şaşkınlık değil geleceğe yönelik bilinmezliğin oluşturduğu kaygıydı… O gün aklımdan geçeni aynen anımsıyorum: “Anam, yandım ki nasıl yandım..!”
Gün geçtikçe yeni öğretmenimizi daha yakından tanımaya başladık. Elbette o da bizi, özellikle de beni tanımaya başladı. Bir kere öğretmenliği, önceki öğretmenimize benzemiyordu. Bizimle olan ilişkileri daha yumuşak ve yaklaşımcıydı.
Yeni öğretmenimiz ders aralarında bizim aramızda oluyordu. Ben onu hiç öğretmenler odasına girerken görmemiştim. Niye acaba oraya takılmıyordu? Sonra bizimle birlikte “alda vur” oynuyordu. Oyunlarımızı düzene sokuyordu… Bez toplarla nerede olursa olsun oynamamız kesinlikle yasaktı. Sokakta bile top oynamamız hoş karşılanmazken, o bizimle birlikte top oynardı; tek koşulu vardı, okulun salonlarında değil, bahçesinde oynamak…
Zillere uymak bizim için iki yönlüydü: giriş zillerine geç, çıkış zillerine hemen uymak… Bu kuralımıza öğretmenlerimizin de uymasını isterdik. İşte bu öğretmenimiz zillere birebir uyuyordu. Zil çalınca derse giriyor, bizim de derse zamanında girmemizi istiyordu. Çıkış zili çalınca da elindeki her işi bırakıp, bizi dışarı çıkarırdı. Derse geç girmek için türlü nedenler uydururduk. “Tuvalette sıra bekledim.”, “Ağabeyimin yanındaydım.”, “Zili duymadım.” gibi uydurmalara hiç kanmazdı. “Zil çalar çalmaz gidip çişini yapsaydın!”, “Ağabeyin karnını mı doyuracaktı?”, “İyi, Zühtü Amca’ya söyleyeyim de kulak doktoruna götürsün seni.” yanıtlarıyla bizim canımızı sıkardı. Canımı sıkması bununla kalsa iyi… Bir akşam evde babam, “Oğlum, yarın çarşıya gel de seni doktora götüreyim şu kulaklarına birer iğne yaptıralım. Galiba zilleri duymuyor-muşsun!” demez mi?
Sonra bir şey daha yapmıştı: kızlarla erkekleri karışık oturtmak… Biz o güne değin kız ve erkekler ayrı sıralarda otururduk. Üstelik kızların sıraları pencerelerin önünde art arda sıralanır, bu sıraların önünde de öğretmen masası dururdu. Erkeklerin sıraları ise sınıfın ortasında ve kapı yanındaki duvarın yanında iki sıra olarak sıralanırdı. Bu düzen, benim bildiğim kadarıyla, ilk kez bizim sınıfımızda değiştirildi: tüm sıralar bir erkek, bir kız sırası olarak düzenlendi… Bu sıralamanın öğretmenimize ne getirdiğini, ya da ondan ne götürdüğünü bilmiyorum. O gün bizi ilgilendirmedi de… Bizi ilgilendiren ön sıramızda da arka sıramızda da kızların olmasıydı. Daha sonraları benim gibi azılı yaramaz –çünkü sınıfın tümü zaten yaramazdı öğrenciler ya sınıfın en son sırasında ya da öğretmenin gözünün önünde, en ön sırada oturtuldu. Bu nedenle benim her zaman ya önümdeki sırada ya da tam arkamdaki sırada kız öğrenci oldu..! Şanssızlığa bak..!
Bu düzenleme ilk günlerde sınıfın çoğunu rahatsız etti, elbette azılı yaramazlar dışında herkesi. Özellikle kız arkadaşlarda küçük sakınmalar, kıkırdamalar oldu. Erkek öğrencilerin çok terbiyelileri(!) kız arkadaşlarımıza ayak uydurmaya çalıştı. Ama zamanla bu yeni ortama tümümüz ayak uydurduk. Sınıfımızdaki sevgi duygusu da paylaşma duygusu da iyice yoğunlaştı. Tam bir sınıf olduk. Yılsonuna doğru oyunlarımızı da bir arada oynamaya başladık. Sınıfımızın öğrencileri, kız erkek karışık oynarken kimi öğrencilerin bizi hayretle izlediğini anımsıyorum.
Ayrıca öğretmenimizin verdiği ödevler daha kolaydı. İlk günlerde ödevleri yapmaya çalıştım; yeterince denetlenmediğimi anlayınca da ödevlere ara vermeye başladım. Zamanla da tümüyle bıraktım. Derslere girdiğimizde defter ve kalemimi sıranın üstüne koyup, geri yaslanıp, kollarımı önümde kavuşturup, ciddi ciddi gözünün içine bakıyordum. O da bana kaçamak bakışlar atıyor, göz göze geldiğimizde de gülücükler gönderiyordu. Sadece bana değil, herkese gülücük gönderiyordu, ama bana gönderdiği gülücüklerin daha bir içten olduğunu sanıyordum. Bunun nedenini anlamaya çalışıyor, bulamıyordum. Ama bunu kesinlikle öğrenecektim, kesinlikle… Aslında babamla yaşadığımız, “Kulağıma iğne yaptırma!” konuşması bana bir şeyler sezdirmeliydi ama çocuk aklımla bu ilişkiyi kuramamıştım.
Bir şey daha keşfettik… Kız arkadaşlarımızdan birisi onun bacısıydı… Vay anasını, bak şu işe! Öğretmenin bacısı bizim sınıftaydı… Artık o bizim için bir araçtı. Öğretmen bizi severse, biz de bacısını severdik; bizi üzerse biz de bacısını üzerdik… Bu kadar basit… Çocuk mantığı bu kadar işliyor… Zavallı kızın bizden çok çekeceği vardı anlaşılan. Ama çok şanslıydı; öğretmen bizi üzmedi, biz de onu… Diğer kız arkadaşlarımıza yaptığımız şakalardan o da nasibini aldı. Önce bu şakaları çekinerek yaptık… Gördük ki bizden öğretmenimize, yani ağabeysine yakınmıyor, biz de gereğini yaptık, onu hiç üzmedik(!).
Zamanla öğretmenimin kaçamak gülüşlerinin nedenini anladım. O babamı çok iyi tanıdığı gibi ağabeyimin de arkadaşıydı. Bizi ailece iyi tanıyor ve doğaldır ki sezdirmeden yakın ilgi gösteriyordu. Aklı başında hiçbir öğrenci bu fırsatı kaçırır mı? Ben de aklı başındaydım(!), artı bir de sınıfın azılı yaramazlarından biriydim. Sınıfta çekişmediğim kişi yoktu. Sınıf başkanının numaramı -793- ya da adımı tahtaya yazmadığı ders öncesi yoktu. Başka sınıfların öğrencileriyle meydan savaşı vermek günlük, olağan olaylardı. İçine küçücük çakıl taşı yerleştirilmiş kartopunu sezdirmeden bırakın öğrencileri, öğretmenlere bile attığımız oluyordu. Sanırım okulu bitirene kadar sınıfımızın camlarından birini kırmayan -kızlar dışında- öğrenci yok gibidir. Kır kırabildiğin kadar… Ne de olsa cam parasını tüm sınıf toplayarak ödüyor. Önemli olan yakalanmamak… Sonra tüm okulda uyulan bir kural vardı: cam kırıldı mı “görmedim, duymadım…” Bu kuralın dışına çıkanı çok kötü şeyler beklerdi..! Bu da bizim “omerta”mızdı…
Tüm bu yaramazlıkların içinde yer almam çok doğaldı(!) Üstelik öğretmenimin bana karşı olan zaafını da yakalamıştım… Kullan kullanabildiğin kadar..! Sınıfta her fırsatta ağabeyimden söz ediyordum. Babamdan, ağabeyimden asılsız selâmlar getiriyordum. Bana söylenmediği halde tahtayı temizliyor, sobanın önünü süpürüyordum. Üstelik de ne büyük rastlantı(!) bunları yaparken öğretmenimiz sınıfa giriveriyordu…
Bir şey daha öğrendik; öğretmenimiz geçici öğretmendi. Bize göre “essah öğretmen” değildi… Günler geçti… Öğretmenimiz yaşamında bunalmadığı kadar bunaldı sayemizde… Onu o denli sıkıştırdık ki bizden, bana göre özellikle de benden, kurtulabilmek için o yıl lise diploması aldı, tıp fakültesine girdi ve cerrah oldu. Biz ona çok şey borçluyuz, ama o da bize çok şey borçlu… Şimdi bana dua etsin, benim gibi azılı yaramazlar olmasaydı bir öğretmen emeklisi olarak benim gibi anılarını yazar dururdu; dua etsin bize…
Hadi neyse, hakkımı helâl ettim..!
“Öğretmenlik sana daha çok yakışmıştı…”
Ekim 2012
Editör: Yazar Ali Kemal Temuçin'in anılarını içeren yazı dizisinin devamı için lütfen tıklayınız...