Osman Türkay, doğduğu Kıbrıs’tan uzaklarda, İngiltere’de yaşayan, ama Türkçe’yi pek güzel kullanan ve Nazım Hikmet’ten sonra, dünyanın yakından tanıyıp “Uzay Şairi” adını verdiği bir büyük Türk şairiydi.

Hangi ödüller verilmişti ona bir bakalım:

Albert Einstein Özel Barış Ödülü bunlardan biridir. "Evrende Rastgele Bir Gezinti" adlı kitabıyla, Amerikan Başarılar Enstitüsü'nün "Yılın Adamı" ve "Bin Yılın Şöhretler Sarayı" ödüllerini, Amerikan Biyografi Enstitüsü'nün "Altın Plak" ödülünü, "Başkanlık Onur Mühürü"nü, Avustralya'da "Uçan Altın Kumru" ödülünü kazandı. Türkay'ın yaşamı boyunca aldığı ödül sayısı 50'yi aştı. Ayrıca, iki kez de Nobel Edebiyat Ödülüne aday gösterildi (1988 ve 1990).

Osman Türkay ayrıca, dünyada en çok mektup alan Türk edebiyatçısıdır. Hayranları arasında Tayland Prensesi Vemulchadra, Türkoloji Profesörü Anna Masala, Hindistan eski başbakanının eşi Sheila Gürjal ve çok sayıda aristokrat bulunuyor.

2001 yılında kaybettiğimiz Osman Türkay, bu başarılarına karşın, bizde çok az biliniyordu ne yazık ki…

O’nun, yurt özlemini dile getirdiği, çok sevdiğim, upuzun destansı bir şiirini aşağıya alıyorum, “ışıklar içinde yatsın” diyorum.

GURBETTE VATAN VE ATATÜRK DÜŞÜNCELERİ

Kaç yıl gurbette
Batı Avrupa’da bir büyük kentte
Vatandan ayrı onulmaz acılarla
Öksüz yaşadım
Ayaklarım yeryüzünde
Başım yedi kat gökte
Evrensel sarsıntılarda toprağa yakın
Ulu ağaçların yanı sıra
Köksüz yaşadım

Yıllarca düşüme girdi yüce Beşparmak
Yıllarca gönlümde yattı Trodos
Dağ dağ ova ova çatladı tohum
Umutlar boyunca yeşerdi toprak
Dedim ki nasıldır şimdi Limasol
Nasıldır Girne, Larnaka, Baf
Yoksa bir uzun uykuda mı
Hisarlar koynunda yiğit Lefkoşa
Tarih Magosa

Yıllarca düşümde yaşadı Türkiye
Yıllarca bir büyük ateş içinde yandım
Her düşünce bir şimşek gibi çaktıkça boşlukta
Bir yıldırım kotu sandım kafatasımdan
Bir tuhaf ülkeydi yaşadığım
Bütün duygularıma yabancı
Yollarında tarih, yapılarında gelenek kokan
Havası sisli, iklimi soğuk, renkleri soğuk
Bastım o yaban ellerinin toprağına
Her adım başına bir sarsıntı oldu
Dağlar koparcasına evrensel depremlerle topraktan 
Koptum paramparça dünyalarımla
Maddem bir yana
Ruhum bir başak yana
Dedim ki benim bir tek yurdum var:
Kıbrıs’la birleşmiş TÜRKİYE
Artık ayırmaz kalbimi ondan
Atomu bölen ne kılıç ne de deha
Kalbim o ata yurdundan unutulmaz hatıralarla dolu
Haykırdım çığlık çığlığa günler geceler boyu
Anne Anadolu
ANNE ANADOLU
 
Hani doğduğum o şirin köy
Nerede ömrümün Beşparmak dağları
Nerede benim Girne’m, Lefkoşa’m, Magosa’m
Tüm vatan öksüzlüğünde yorgun argın
Kaç gece bunalımlı düşler içinde belirdi Mersin
Kaç gece Toroslar gönlüme uzandı boylu boyunca
Kaç gece kızakla indim Palandöken’den
Kaç gece yağız atlarla tırmandım Ağrı’ya
Kaç gece ışık ışık, dalga dalga, pul pul
Thames kıyılarında bir uzun gezintide 
Kalbimin içinde güldü İstanbul

Bozkırlar boyunca uzardı bir mutlu düşünce
Işık mıydı, toprak mıydı, neydi o
Bir şimşek çaktı mı boşlukta
Bence ATATÜRK’ten bir parçaydı o
Günler bir kuru yaprak gibi düştükçe ömür dalından
Her an kendimi öz yurtta sanırdım
Bir başka dünyaydı o, hem ne garip yönleri vardı
O dev şehrin meydanlarında ATATÜRK’ün
Bir heykelini bile göremeyince
O derin uykuda hıçkırıklarla uyanırdım

Şu sokak sisli, bu yapı paslı, kapkara
Bu şehir başka, burası Londra
Bir vatan özleminin sonsuzluğunda
Ömrüm olgunluğa yönelen meyvalarla
Her yemek vakti
Dökülü dökülüverdi porselen tabaklara

Kaç yıl gurbette geçen ömrün zalim saatlerinde
Uzun saniyeleri saydım
Sandım ki her bahar, her yaz
Bir köy düğününde
Ya Mesarya’da, ya Çukurova’daydım
Yürüdüm yıllar boyu düşlerimin ülkesine yaya
İklimle, mevsimle değişti alınyazım
Çorak bozkırlarda başıboş, özgür
Dudaklarım çatladı susuzluktan
Kara toprağa sırtüstü yattım da akşam olunca
Bir elim uzadı Kars’a değin
Bir elim okşadı Edirne’yi
Başım yastık belleyip düştü de Zonguldak’a
Ayaklarım kök saldı Kıbrıs’ta ana toprağa
Benimle güldü, benimle ağladı her şey
Büyüdü kalbim, büyüdü sevincim
Doğuda dadaşım, batıda efem
Kuzeyde Karadenizlim
Güneyde esmer kardeşlim
Türk kardeşim
Türkmen kardeşim

II
Kaç yıl her günün duygulu saatlerinde
Beş bin yıllık zamanı
Bir vatan coğrafyası üstünde tüm yaşadım
Vücudum batıda, ruhum doğuda
Bir yanda öldüm yaşadım
Öte yanda güldüm yaşadım
Tutundum aydınlık sütunlarına gökkubbesinin
Hep O’nu düşündüm, her saniye O’nu
Samsun kıyılarında ERGENEKON’u
Sordum o tarih mi? Tarihin gözü? Kulağı? Nesi?..

Aklımda ne Britanya Müzesi
Ne de Britanika Ansiklopedisi
Bir sonsuz düşünceydi o
Sereserpe uzanmış aydınlık toprağa
Kişilerin özgürlüğü, ulusların kardeşliği
Uygar kentlerin mutluluğu, sevinci, neşesi
Bir yaşlı güve yürüdü mü bir tozlu yaprakta
Duydum O’nun kulaklarıyla
Üç bin yıl önce Altaylardan
Ata soluklarıyla uzayan en güzel sesi
Her şey de o vardı, her şeyimde hep o
New York’ta Özgürlük Anıtı, Londra’da Big Ben
Eiffel Kulesi bile Sen Nehrinden önce O’na bakardı
Bir ışık sarardı çepçevre yıldızları
En büyük sevinç, en büyük umut
ANIT KABİR’DEN TA MERİH’E KADAR UZARDI 

III
Ne kadar da baygındır bu kasım sabahları
Işıklar ortasında kara bir yılan gibi 
Kıvrılan Thames ırmağı kıyılarında
İnsanca acılarla kasvete inat
Güzeldi güzel olmasına bu saatlerde dünya
Uyurdu bir mavi tül perdesi altında Büyük Britanya
İğreti aynalarla kırılmış paramparça
Üstünde güneş batmayan imparatorlukların
Buğdaylı, altınlı, petrollü
Pırlanta rüyasında
Yüzyıllar öncesi böyle üzgün mü akardı Thames
Böyle derin bir uykuda umutsuz
Sayıklar mıydı Westminster ile Buckhingham Sarayı
Ceviz iriliğinde platinler elmaslar
Değerli taşların parıltısı taçlar tahtlar
Yeryüzünde kuvvetle mağrur başlar
Hele okyanuslara koşan
Uygar dediğimiz şu sular
Şu köprüler, şu tekneler, şu rıhtımlar
Kişiye kıtadan kıtaya yol açan buhar

Sarsıntılarla dolu geçmişte
Savaşlar, şanlar, şerefler, zaferler, yenilgiler
Bir bir açardı gün ışığına hortlak perdeleri
Her nefes alışta, her ah çekişte
Bir yanda kafası yükün altında kopan zenci
Öte yanda ışıkla yıkanmış salonlarda
Şampanya yerine içinle halis insan kanı
Şurada belkemiği, burada kafatası
Hani ya nerede kaldı İspanyol Armadası
Bakınız Jeanne D’arcı bile nasıl yakmışlar ateşte

Böyle değildi, hayır
Bu rıhtımlarda şahlanan eski çağlar
Gelecek büyük günlerin düşünceleriyle gururlu
Okyanusları sıkıştırdı avuçlarında
Britanya adalarının deniz gözlü
Sarışın, uzun boylu çocukları
Şarkılar yükselirdi dudaklarına
Şarkılar baharat, kauçuk, petrol üstüne
Hindin çayı, keteni, Mısır’ın pamuğu, pirinci
Petrol kokardı Arap çöllerini öperken dudakları

IV
İlk ışık, ilk şimşek, ilk gök
İlk kıyamet koptu Gelibolu’da
İlk yıldırım: MUSTAFA KEMAL
Dünya o gün bir daha
Sarsıldı yerinden
İlk özgürlük türküsü tutsak ulusların
İlk aydınlık Asya’ya
İlk ışık O’nunla düştü Afrika’ya
Kölelik yıkıldı kişilerini ulusların kaderinden
Uzak Doğu’dan Uzak Batı’ya

O’nda bir sonsuz nur vardı
Bir mutlu sevinç
Bin yıl sonra doğacak çocuğun yüreğinde
Bin yıl önceden çarpardı

V
Kaç Kasım sabahı ölümünle üzgün
Thames kıyılarında bir küçük parka oturdum da
Sessiz gözyaşı döktüm
İlkin bir şimşektin, bir yıldırım
Şimdi milyonlarca yürekte umut
GAZİ PAŞAM, ATATÜRK’ÜM
Bıraktığın türküler söylenir dünyada
Bıraktığın türküler Kıbrıs’ımda
Ya özgürlük ya ölüm
Uygar kentler sathında aydınlığın
Bak nasıl barıştık çevreden
Greenwich, Tower Bridge, Big Ben
Ne kadar mutluyum bilsen
Dört yanımı sarmış dost ışıklar

Aydınlık çağlara yöneldik
Ay’a değdi başımız
Yıldızlar avuçlarımızda
Yükselmedeyiz daha da
Yurtta barış var, evrende barış
Köleliğe başkaldırmaktayız sevmekle seni
Yeryüzünden başka
Merih’te de, Ay’da da…