“Dış politika”mızı irdeleyen yazımdan beri yaşanan süreçte çok önemli gelişmeler oldu. Önce bu süreçte yaşananları –satır başları ile- sıralamamda yarar var.

Öncelik “17 Aralık” yolsuzluk ve rüşvet skandalında… Yıllardır dillendirilen ancak açıkça söylenemeyen yolsuzluklar yasal olarak izlenmeye alındı. Bakanlar istifa etti –ya da istifaya zorlandılar-. İşin ucu ta yukarılara giderken -Başbakanın oğluna varacakken- ne olduysa oldu; savcıların elinden dosyalar alındı, soruşturmayı yürüten emniyet görevlileri başka yerlere atandı; ayakkabı kutularından çıkan dolarlar, para sayma araçları, kaçak tonlarla altın transferleri, vatandaşlık rüşvetleri, umre kıyakları… göz ardı edilip yargıçların, polisin tutum ve davranışları öne çıkarıldı. 

Daha da ileri gidilerek cemaat-hükümet çatışması gündeme pompalandı. Görsel ve yazılı basın bu pompalamada büyük çoğunlukla yer aldı. Kimi AKP milletvekilleri partiden istifa etti. Sorun bitmedi, bitmeyecek gibi de… Ama şu bir gerçek ki macun tüpten çıktı, geri dönüş yok… Bizim deyişimizle “perçem düştü kel göründü”.

Siyaset dünyamız bir kavram(!) daha kazandı “paralel devlet”… 

Demeleri o ki: Yıllardır devletin içinde başka bir devlet var! Her olumsuzluk da ondan kaynaklanıyor! Şerefli Ordumuza “kumpas” kuranlar da paralel devlet! Hatta yolsuzluk dedikodularını(?) yayanlar da… İyi de hükümet edenlere sormazlar mı: “Bu paralel devlet kurulurken siz neredeydiniz? Orduya kumpas hazırlanıp uygulanırken uykuda mıydınız? Ergenekon, Sarıkız, Ayışığı, Balyoz, Casusluk, Suikast gibi akıl ve mantığın kabul edemeyeceği iddialarla Ordu yıpratılıp yıldırılırken bu kumpası kim önlemeliydi? Katillerin, hırsızların, şaibeli kişilerin gizli tanıklıklarına niye ses çıkarmadınız? Terörle mücadele için yıllarını dağda bayırda tüketen komutanlar tek tek içeri alınıp ordu komutansız bırakılırken neredeydiniz? En yakın çalışma arkadaşınız, ordunun Genel Kurmay Başkanı, “terör örgütü kurmak”la suçlanıp tutuklandığında kimin utanması gerekiyordu?


Gelelim, dış politikada ulaştığımız noktaya. Önceki yazımızda sözünü ettiğimiz “onurlu yalnızlık” üzülerek belirtmeliyim ki “acı yalnızlık”a dönüştü. 

1. Yumuşamaya ve karşılıklı anlayışa yönelen İran ilişkileri, Suriye ile ilgili karanlık tutumumuz nedeniyle yeniden bozulmaya yüz tuttu. İran’ın ulusal çıkarlarını gözeterek, batıya doğru attığı adımlar, içinde bulunduğumuz yalnızlığı bir ton daha karanlıklaştırdı.

2. Düne kadar terörist olarak değerlendirdiğimiz Barzani’yi, Ankara’da “onur konuğu” yaptık. Varlığını kabul etmeye yanaşmadığımız “Kuzey Irak Kürt Yönetimi”, yöresel olarak ta “Irak Kürdistan’ı” ile petrol anlaşmaları yaptık. Merkezi Irak Hükümeti ile papaz olduk. Sonuç, tükürdüğümüzü yaladık, Merkezi Irak Hükümetine yönelmek zorunda kaldık. Sonuç; Ne Barzani’ye ne de Maliki’ye yaranabildik… Yalnızlığımıza bir ton daha karanlık!…

3. Yıllardır, gittikçe gelişen Mısır-Türkiye ilişkileri bir anda koptu; Türk Büyükelçisi “istenmeyen kişi” ilan edildi! Ne için? Bir radikal örgüt “Müslüman Kardeşler Örgütü” için… Bu örgütün seçtirdiği, ancak Mısır halkının meydanlara çıkması ile görevden alınan Mursi için… Mısır ile ekonomik, sosyal, politik ilişkilerimiz sıfır noktasında. Yalnızlığımıza bir ton daha karanlık…

4. İsrail politikamız tam bir muamma… “Vanmunit” komedisiyle pompalanan “dış politika yiğitliği” nin, iç politikaya yönelik bir balon olduğu çabuk anlaşıldı.
Problemli, dilendi mi dilenmedi mi belli olmayan “İsrail özrü” beklenirken, halkımıza düşman olarak gösterilen İsrail ile gizli anlaşmalar yapılıyor… Askeri işbirlikleri askıya alınıyor… Bu arada iki ülke arasındaki ilişkiler de 2. kâtip düzeyine iniyor… Bir yalnızlık daha… 

5. Yıllarca uyutulduk “AB’ye giriyoruz; yeni yol haritası çizildi; serbest dolaşım hakkını verecekler…” bunları ve daha fazlasını BOP Eşbaşkanı (!) Erdoğan’dan; öteki yetkililerden, özellikle de AB’den sorumlu Bağış’tan dinledik durduk… AB konusunda yıllardır uyutulduk ta, son on yılda komaya girdik. Hele ABD ile ilişkilerimiz hep “alttan alınarak” yürütülüyor son on yıldır. Kafamıza çuval geçirildi; Arap Baharı’nda yüklenen sorumlulukları heyecanla üstlendik, ama çözüm sürecinde dışlandık; Arap Baharı’nı yaşayan ülkelerin tümüyle papaz olduk; beysbol sopasıyla gözdağı yedik; Suriye olayında sırtımız sıvazlanarak alana sürüldük, sonunda bu ateş topunu kucağımıza atıp alandan sıvıştılar.

6. Suriye yüzünden Rusya ile de araya soğukluk girdi. Yerleştirilen Patriot füzeleri, Suriye politikamızla Rusya’ya ters düşmemiz, izlenen Ermenistan politikasındaki tutarsızlıklar uluslararası arenada Rusya’yı karşımıza itti. 

7. Hele Suriye politikası tam bir facia. Suriye’de bir başımıza kaldık. Bir hafta ömür biçtiğimiz kardeş(!) Esat, Davutoğlu’nun son beyanatına göre “ehven-i şer”… Silah yüklü TIR aslında Türkmenlere “insani yardım” götürüyor; ama Türkmenlerin haberi yok! Daha sonra da kocaman TIR “yandı bitti kül oldu” oluyor. Erdoğan ve Davutoğlu’nun savaş çığlıkları, kendilerini boğdu… Suriye’den kaçan –ki çoğunun sorunlu kişiler olduğu anlaşıldı- göçmenlerin sayısı bir milyonu aştı. Kaç kişinin geldiğini hiç kimse bilmiyor. Suriye’de egemenlik kurmak isteyen dinci radikallerin durumu ayrı bir sorun. Öyle bir sorun ki bu yüzden, Suriye’de El Kaide’nin oluşturduğu terör, herkesi korkuttu da bir tek bizim “korkusuz ikili”(!)yi yıldıramadı. Bu nedenle de El Kaide ve Kürt ayrılıkçıları güney komşularımız(!) oldu. 

Sonuç kocaman ve zifiri bir karanlık…

İşin kötü yanı da bu karanlığı, gözlerini sımsıkı kapatarak görmezden gelen aymazlar var. Başbakan bile artık “kendi kabuğuna çekilerek, dış sorunları çözümleme” aşamasına geldi de onlar yine “yiğit, merhametli, güvenilir, etkili” bir dış politikadan söz ediyorlar. Davutoğlu ile Erdoğan da bıyık altından gülüyor onlara…